top of page

Fırın   Önünde Kadınlar

Güncelleme tarihi: 5 gün önce


 

Niyazi UYAR*

 

Köyün beş ekmek fırınından biriydi Kayalar Fırını. Yerini Kayalar vermiş, köylü de imeceyle çamurdan, kerpiçten yapmıştı. Herkes evine en yakın olanı tercih eder, ekmeğini orada pişirmeye çalışır. Ekmek nöbetleri, gönülden bir sorumlunun gözetiminde bir sıra takip eder...


Fırının içine döşedikleri kırmızı tuğlaları Sidas'tan antik mezarlardan çıkarmış köylü. Kırmızı tuğlalar yüzlerce derecelik ateşe bana mısın demez, daha da sertleşir, fırının yalabık gibi yalımlarında.


Ekmekler iyi pişsin diye köy mezarlığından kestikleri pırnalları, Yumuklar Ardı'nın meşelerini kesip yakar Gök Münevver 'in köylüleri. Çam çırpısı iyi olmaz der Gök Münevver’e is edermiş ekmekleri, isli isli kokarmış ekmekler sonra. Fırın iki üç gündür yanmıyorsa, bir arka çırpıyla kızdıramazsın fırını. Kocası çırpı getirivermeyen kadınlar arkalarına sararak getirirler onca uzaklıktan. Karıştıracakla iyi yansın diye adamakıllı karıştırılıp yakılır çırpılar. Yakılan çırpıların koru söngüçle süpürülüp yığılır fırının ağzına. İşte o kora da patlıcanları gömmek, pişirmek, yemek nefis bir şeydir. Ateşini iyi ayarlayabilirlerse, nar gibi kızarır da yine yanmaz ekmekler. Sıcak ekmeklerin arasına da bir doldurdun mu ayran kokulu tereyağını... oh anam be! Yağlarını akıta akıta yersin. Eline yüzüne burnuna bıyıklarına erimiş tereyağı sıvaşır.

                    Gök Münevver'in ekmek pişirme günleri yedi cihanın ayaklandığı günlerdir.

                   "Hunculan Aşa, gı Hunculan Aşa, Hunculan Aşa gı !"

                   "Ne va, ne diyon Gök Baygıç?"

                   "Fırına çırpı goyan omadı demi?"

                   "Omadı, omadı."

                   "Eyi, yarın şafalan gızdırcan, beni de ve eyi mi?"     

                   "Eyi eyi! Fırın iki gündür yanmıyo emme, çırpı çok gide!"

                   "Olsun vasın, Demircigızı Abılamla barabar etcez."

                   "Demircigızıy'la edebilir misin sen, onun canı ağır, senin tez!"

                   "Dün çay gıyına apa orana gittik Nurullah Ağam:

"Minever, yarın siz Demircigızın'la köyde galın ekmek edin de teze teze yiyem." dedi.

                   "Onun hamırı geç olur, senin hamırın tehneden daşa, eşir bak."

                   "Biliyon, biliyon emme..."


Öteden Kasabalı'nın Ümmü nefes nefese onlara doğru gelmektedir. Onun da ekmeği yoktur, onun da ekmekleri takır takır kurumuştur. Tarlada güneşin altında arpaları biçerken, adamın boğazından geçmez kuru ekmek. Kurumuş ekmekleri zebil etmezler gerçi, suya şeker katıp doğrarlar içine. Lakin taze ekmek ister canları.

                    "Hunculan Aşa, Hunculan Aşa!"

                    "Yarın fırını ben gızdırcan, evde ekmeğim gamadı, bi ekmeğim vardı, onu da tarlaya götürdüler bön."

                    " Hinci Minever'e dedim "et."Emme o etsin, sen et, anleşin. Ben garışmam!"       

                   "Minever Aba, senin yarın gavırlığın tuta, geç gorsun beni. Goyunları sağen, ayranı çalkaleyen, ortalığı silip süpüren dersin."

                    "Geç gomam, geç gomam, valla geç gomam."

                    "Geçen de öyle dedin, emme geç godun, ta kuşluk yaktın. "

                   "Öyle deme dayı anam, öyle deme. Evde herşe bene bakıyo, bile bile geç gormun ben seni."

                    "Dayı Minever Abam, senin çırpın azdır, fırın iki üç gündür yanmıyomuş, çırpı çok gide. Benim çırpım çok, sen benim adımdan et."

                    "Ne yapem anam sekiz baş horanta bene bakıyo. Gavırın enikleri hepsi erkek oldu. Bi gızım va emme, daha küççük, böyüyünce yadım ede de az ıratların. Gavır eniklerinin çıkadıkları çıkadıkları yede galıyo, yidikleri yidikleri yede galıyo, na yarabbim bu anamız da yadımsız deyip yadım ehmiyola hiç!"

                   "Gız Gök Baygıç şükür etsen ya, Allah'a. Bene hiç vemedi ya. Doğurdum doğurdum öldü. Gazancımız tokturlara kitti. Bi gızım va, inşallah güzel ırabbım bene arattığı gibi aratmaz da çok veri. Hayırlısıyla gızıma eyi bi nasip çıksa hemen evecen. Bi oğlu olursa da Kocamar Dede’ye gurban kescen, goca köylü yisin içsin."

                     "İnşallah dayı anam, inşallah..."

                    "…"

                    "Eyi anam Ümmü, madem sen gızdır, akandan Demircigızı'nla biz etcez.

                    Uncuların Ayşe, bundan sonra fırınla: "Ben ilgilenmeyeceğim, Ismıhan ilgilensin" diyerek, konuyu değiştirmeye çalışır.

                    "Omaz, omaz Hunculan Aşa, yakışık amaz, sen vaken o omaz, sen ölünce öle olur."

                   "Töbe de gız Gök Baygıç, töbe de ağzından yel alsın!"

                   "Ölünce deyince, hemen ölü mü veriyo gı, gavırın Ümmü'sü ?"

                   "Ne bilen ben, emme senin gözlerin gök, nazarı tez deye derler de."

                   "Nazarı tez deye, tez deye, emme, öldürmez. Öldürceni bi bilsem bi sürü adam var gavırın köyünde. En başta Gavır Emmimi, haklamızı vemiyen Hasan Emmimi öldürürüm evela. Onca hakkımızı vemedi de hacıya gitti. Ben hiç halallaşmıyon, Onun hacılığı gabıl falan omaz. Saba ehrette, hep istecen Gatiyen gabıl omaz, onun hacılığı, bi kere değil, on kere gitsin istese…"

                    "Onu Allah bilir gı, sen günaha giriyon boşu boşuna."

                    "Ben bilemem Aşa Aba, emme ben haklamı halal etmiyon ona. Allah gayıl olur mu anam hiç?"


Fırının önünden birlikte ayrıldı Gök Münevver'le Kasabalı'nın Ümmü. Mahallenin öteki kadınları, Coşkunların evinin altında, eskiden bakkal dükkânı olan yerde, fırsat buldukça otururlardı...


Köyün evlerinin çoğu, toprak örtülüyken eskiden sonra cebinde üç kuruşu olan, toprak örtüyü kaldırıp üstüne bir çatı kondurmuştur. Örtünün altına da hemencecik iki oda. Oda bölmelerini ağaçlarla ayırıp, aralarını da taşla çamurla doldurmuşlar. Her yerden hava alır, "baldır bayrak." Soğuk kış günlerinde ocaklıkta yakılan kütüklerle ısıtılmaya çalışılır evler. Ama ne ısınış: Önün nohut kavurur, arkan harman savurur. Kalıp gibi yatar, kalıp gibi kalkarsın yataktan. Çardak diye adlandırılan salonlar çam tahtasıyla döşenmiştir. Bu döşemelerin arası yarık yuruktur. Çocuklar oynarken, ordan oraya koşup ederken aralarına kaçırdılar mı ayaklarını basarlar feryadı. Boşluktur, çardakların önü. Esen rüzgâr, yağmur damlalarını buraya taşır. Kiremit aralarına yuva yapan serçelerin çereçepeli de tıkamıştır olukları. İşte o zaman evin her yeri sel içinde kalır.

                    "Ge Minever Aba azcık oturam şurda, bak Ahlâma gadeşin oturuyo oda. Naciye Abamla, Arap Haçça da oda, hadi ge!"

                    "Gız kapıce çekilecesi, evde bir sürü işim var, sen otur, giden varen ben."

                    "Adına gasın senin işin, hiç tükenmez zaten, gel acık oturuver gavır mı olcan ? "

                    "Eyi madem, çok oturmam emme."

                    "Eyi oturma, azcıkge emme!"


Varıp soğuk betonun üstüne, öteki kadınların yanına varıp oturdular. Coşkun'un Halil, burada bakkallık yapmıştı, bir zamanlar. Sadece bakkallık yapmamış, onunla birlikte palamutçuluk da yapmış. Köyün, çevre köylerin palamutlarını hep toplamış Hüdük, Kızılca, Bosçaklı, Gümele, Delidemirciler, Üşümüş, Durhasan...İşte gittiği bu yerlerden birinde, Durhasan'da, bulmuş birini, almış Arap Haçça'nın üstüne. Almış ve de Salihli'de de bir eve yeleştirmiş. Milletin palamutunu veresiye toplamış, yıllarca da ödememiş borcunu. Ensesini kalınlaştırınca bir gün, caminin ses büyüteninden çağırmış herkesi."Bende alacağı olan herkes gesin kuruşu kuruşuna ödeyeceğim" demiş. Ödemiş aynı paradan, kuruşu kuruşuna. Hacca gidecekmiş, ne de olsa kul hakkıyla gidilmezmiş oraya.

                    "Arap Haçça keyif senin keyfin ne var, yaşıyon kölgede. Biz ıscan cevcevinde orak püşçez diye anamız ağlıyo. Sen ayda bir halı çıkadın mı aşlık paranı çıkarısın. Hem de goca göbekli Halil'in gahrını çekmemiş olursun." 

                    "Sen öyle bil Minever Aba, benim çektiğimi bir Allah'ım bilir, bir de ben. Dul garı demisin, kem gözler üstündedir, sen goley sanma, Allah kimsenin ağız dadını bozmasın."

                 "Gız Haçça bir sürü ekek boğazı doymak mı biliyo, haftada bir fırın ekmek yetmiyo. Hep yalnız yapıyom her bir şeyi. Tarladan geldile mi, yan gelip yatıyo ayının enikleri, aynı bubaları gibi. Şu işlerin bir kulpundan da biz tutam da anamız az dinlensin deye düşünen yok. Hem tarlada çalış hem evde. Cenabı Allah'ım eyi yazmamış gadınların yazısını, erkek omak gelmek varmış bu dünyada!”

                  "Orası öle emme, sen biraz namıkör davranıyon gibime geliyo bene. Neden dersen: Böyük oğlun sen olmayınca, goyunlanı sağıyo, sütü pişiriyo, ayranı çalkaleyo, uykusunu uyuyup gece goyun kühmeye gidiyo .Daha ne etsin gız çocuk? Kocan başında, şu köyde, yan bakabilecek kimse yok, kafan gızdı mı, azası muhtarı demiyon, önüne gelene söyleyon söyleyeceğini. Benimki üstüme bir de kuma getirdi, sonraca da gitti de Salihli'de gözel de bi evi vamış, içini de buz gibi bi gözel döşemiş; saray gibiymiş. Ben gömedim emme, çocukla gömüş. Yine de kötü sölemiyom ben, Allah versin zıvalcıklarını."

         "Haçça gadeş dua et çocukların yanında, seni tuttula, senin yanında galıyola. Dokuduğunuz halının parası size bollum bollum yete de arta bile. Allah'ım can sağlığı versin. gız dua et."

                   "Şükür Allah'ıma Ümmü gadeş, kimseye muktaçlemiz yok, Allah'ımın izniyle bi de namıslarıyla bi baş göz edebildim mi ölmeden, başka hiçbir şeycikle istemem güzel Irabbımdan."

                  "İnşallah edesin, inşallah."

                "İnşallah edesin" dedi Ahlâma Fadime'si. Dudaklarını büzüştürdü, ağzını avucunun içiyle sildi. Yeni bir konuya geçecekti, konunun orta yerine oturup herkesten çok konuşacaktı, deminden beri hep susmuş, bir türlü konuşma fırsatını yakalayamamıştı. Elindeki çubukla toprağı belli belirsiz farkında olmadan çiziyordu. Çizdikleri bir şey değildi, sadece çiziyordu. Kaşının birini yukarı kaldırmış bir gözüyle süzüp ederken, bir gözüyle de oturanları süzmektedir... Herkes konuşmasını kesmiş, Ahlâma Fadime'sinin bir şey demesini beklemektedir. Ortam tam istediği gibidir artık, tam o anda patlatır bombasını:

                      "Gız Minever gadeş, Ali Irza'nın nışanında Gılcan'ın Mıstafa'sı zeroşmuş deyola, sen duydun mu? Gösteriş yapcen deye dabancasını cebinden çıkamış, iki el havaya ateş etmiş, sonracasıma dabanca kıstırmış mı ne olmuş bilmiyon, yere doğru indirince ateş amış, gurşun da gitmiş zavallı Iramazan'ın tam kafasına girmiş. Sadık Efen de Iramazan'dan çıkan mermiyle yaralanmış. Doğru ona gelse onu da öldürürmüş. Benim Halil öyle deyo... Nasıl nışan ettiniz öyle gız şımarık şımarık? Seymanlann hepice zeroştu. Şımarık şeyle sankim düğün ediyonuz. Ne gız öyle kırk elli, eli bıçaklı seyman? Davulcu Iramazan'a da içirivemişsiniz azcık, delirtti milleti dürzü gödeş!"

                       "Sen neden duydun bunları gız dürütüyon yine? Ha düğün, ha nışan, ne fak ede ki, nışanın ölümlü olması acı oldu, lekin bizim ne taksıyratımız va ki bunda? Ben bir gabadayı oğlumuzun bir zıpçıklıyla nışanlanmasını istemedim. Allah aşkına söyleyin o bizim oğlumuzun dengi mi? Ayının Ali Irza'sı sankim kapıda gamışsın, o senin emselin mi canım? "

                       "Aşk olsun Minever Aba, neyi var gızın, boylu boslu, ceylan gibi. Ali Irza da yakışıklı emme, elin garibine kötü deme. Hem zorlan mı verdiler canım, Allah öle münesip gömüş, öle omuş. Daha durun bakalım "gelin ata binmiş, ya nasip demiş" eskiler."

                       "He gız Haçça anam dedi Naciye Abla. Eskilen dedikleri boş şeyle değil. Güzel Irabbım hayırlı şeyle yazsın, nışanı gibi olmaz inşallah düğünü. Ali Irza'mız da yakışıklı, gelin gızımız da gözel. Biz boşu boşuna çene dövüyoz. Ali Irza istemese nışanlanır mıydı canım. Okumuş öretmen omuş, bizim gibi cahil cuvala mı o?"

                      "Emme Naciye Aba, Ebe Gülümser'in bubası Deli Tahir, verimker değilmiş, Gülümser Ebe dinlememiş. "Ben Ali Irza'yı isterim "deye tutturmuş."

                     "Dinlemez Minever Aba dedi Arap Haçça. Onla okumuş yazmış insan. Kafalarının almadığı şeye he derler canım. Bizim köyümüzde adet öyle mi? Atamız kimi mehel görmüşse, biz ona varıyoz. Emme Minever Abam dinlemedi bubasını, Üsen Agama gaçtı. Gaçtı da eyi mi etti? Onun orasını Minever Abam bilir. Bubası gadeşleri senelece gonuşmadıla. Gıcırlar'a değil de başka birine gaçseydi ortalığı yıkaladı, Gıcırla akalı, gözleri gara, gavgadan hiç korkmuyola. Ondan bir şeycikle omadı."

                        "Laf tatlı geliyo emme, evde işle beni behleyo. Kalk Ahlâma gadeş, sen de evine git de aşını pişir. Çocuklan ıscan altında orak püçüyola, sen hak akşama buda oturuyon."

                        "Ayaaa! Sene ne gız, benim aşımdan, dişimden bayırın, Gök Baygıcı? Defol git var ve ayaa gudumuş, garının dedine bak be!"

                        "Kalk kalk, goca ... garı, bi löküyon bure, herkese çene yetiştircen deye çalışıyon. Git evine de çocuklan önüne bi ıscak aş go aşama. Her gün ayran pilav aşınla omaz bu işle."

                    "Gız sen şaşırdın mı gadeş, münesebetsiz münesebetsiz gonuşuyon, benim evimle, aşımla uğreşma, cehennem ol git var ve!"

                  "Kalkmazsan kalkma gadeş, ben senin kötülene söylemiyon, gadın keyfin bilir. Tabi çocuklanın ağzı va dili yok, aş omuş, omamış aramazla hiç. Kuru yavan, acı soğan ne buldula mı yirler. Benim gavurun enikleri öyle mi canım, en başta bubaları ortalığı beri baktırır. Bubalanda gördükleni yapıyo ayının enikleri."

                   "Sen git Minever gadeş, bene çene çalıp duma var ve git hamırını yoğur, geç galcan hinci. Aşını pişir, evini sil süpür, benim çocuklam üzmez beni. Daha bi güne bi gün gaşımdan sendirememişle."

                      "Ne yapayım benimkile gaşı geliyo, bubaları bir şey demiyo, beni de dinlemiyola. Hadi siz oturun varıp bakem işlen golayına."

                         Gök Münevver, ayaklanmış, evine doğru yönelmişti ki, Vade'nin Ayşe'nin yanlarına geldiğini gördü...

                         "Ge Aşa Aba, ge, sene göre insan çok burda."

                         "Ne diyon sen gız Gök Baygıç öyle? "

                         "Bi şe demiyon, gonuşcan insan va deyon. Canın sıkılmaz, git otur yanlana deyon, kendi kendine gonuşup durma, bak işsizler oturmuş seni bekleyola, hemen çömüşüve şure, ben gidiyon."

                     "Ben kendi kendime gonuşmuyom, sen kak yedin onda. Deli miyim ben gız ayının Minever'i? "

                       "Deli değilsin emme, akılı da değilsin. Bu gece gonuşdun durdun boyuna."

                      "Sizin çocuklanız va ya, sizin çocuklanız, dalga geçiyola benle. Kapıma taş atıp "v a d e l i- z e d e l i "deye bağırıyola."

                        "Senle eğlenmez onla, seni sevele. Ne etmişlese, seni sevdiklenden etmişledir."

                        "Yeter'in Ali Irza ne dedi bene biliyon mu? "

                         "Ne dedi?"

                    "Hadi seninle deyiş söylemeci oynayam dedi. Ben de tamam dedim. Önce sen söyle dedi. Eyi dedim söyledim."

                          "Dambaşında kedile,

                            Mırnav mırnav dedile,

                            İki gahbe bir oldula                 

                            Bir oğlanı yedile."


                            "Aşa Aba gız gahbe kim?

                        "Kim olcak. Aha biliyon ya, bilmiyo gibi gavırlığından soruyon. Vıdı vıdı oğlumu bitirdile. Ali Irza ne dedi sonra biliyon mu, çok tebiyesiz sizin çocuklanız, çok!"

                            "Ne dedi?"

                             "Ocakbaşında maşa,

                               Vadelerin Deli Aşa..."


                        "Ben deli miyim hinci anam? Dakıyon bunu kafama, sabaha gada uyuyamıyom. Tam uyuyen deyom, Ali ırza, Mizeffer, Memet Ali gözümün önüne geliyo."Ocakbaşında maşa / Vadelerin Deli Aşa" deye durmadan bağırıp duruyola!"

                          "Eyi eyi, ben gidiyon, daha hamır yoğurcan!"


Bu ara az ötede dibek taşının hemen yanı başında kırmızı kursaklı, sarkık ibikli, toprakta eşinmekten beyazı kirlenmiş kart horoz; ayakları tüylü, paçalı kırmızılı tavuğa aşmış, bir kanadı yerde, tek ayağının üstünde erkekliğinin gücünü bir kere daha kanatlanmanın gururuyla, dönüp durmaktadır guruldayarak. Miskin uyuz bir köpek de evin saçağının altında yalnızlıktan bunalmış, bir çaresiz deliksiz gölgeye dayanamamış, gözlerini kapatarak, uyamaya çalışmaktadır.


Yakıp yıkan, sarartıp solduran güneşin önünü kara, kapkara bir bulut kapattı. Sonra ışığını karanlığında boğdu. Kırmızı kiremitli, toprak örtülü evleri bir tekmil karaya boyadı. Bir vakit sonra da Mezar harmanı tarafından hafiften rüzgâr esmeye başladı. Mezarlığın ulu kızıl çam ağacının reçine kokusunu, sonra ta ötelerin, Deli Demirciler Dağı'nın, Asi Tepe'nin yağmur kokulu, toprak kokulu havasını önüne katıp oradan oraya dağıttı. Bu, yaman bir yağmurun, bu, yaz sıcağında bir afetin habercisi gibi gelmektedir. Üstelik yağmur Mezarlık tarafından gelmektedir.

                   "Aman Allah'ım, gözel Allah'ım benim, ne olur afatından koru bizi, fakir fukaranın ekinini heder etme, ne olur gözel Allah'ım," diye yalvarmaya başlamıştı Gök Münevver. O duasını bitirmemişti ki kocaman kocaman, bakla büyüklüğündeki damlalar öteye beriye düşmeye başladı, giderek da sıklaşmaya, damla damlayı yakalamaya başladı. Sonra, göğün en yükseğinden yere kadar upuzun uzadı gitti. Sicim sicim, milyonlarca, milyarlarca sicim, dakikada toprağı doyurdu ve dere olup akmaya başladı. Kırmızı kiremitli evlerin olukları almıyordu. Her yer çardak dedikleri açık hava salonları, odaları, her bir yer sel altında kalmıştı. Öte mahallenin evlerinin çoğunluğu toprak örtülüdür. Dayanamazdı buna, mümkünatı yok dayanamazdı.

                     "Ne olur gözel Irabbım, biz ne yaptık sene, bu zamanda, sırası mı hinci, yamırın? İsteyince vemiyon, ilazım olunca yağdırmıyon, şimdi yamırı ne yapcez biz? Kışın ne yapcez, ne yiyip işçez, ne yiyip işçek mallamız? Zaten ne zaman güldürdün ki bizi? Çekimiz çokmuş bizim, olan hep bize oluyo, savaşta biz ölüyoz, açta açıkta biz galıyoz. Gavırın anası çektirmeye mi doğurdun beni? Ne olcak şimdi, ne olcak ?"


Bir saat yağan yaz yağmuru, ortalığı dümdüz etmişti. Önüne ne çıktıysa, alıp götürmüş, Gölcük dereye aşağıya. Sonra Baraj'a, Demirköprü Barajı'na... Birden kara bulutlar bir araya gelip tekrar toplaştılar. Sonra da Çam Dede'nin üstünden Saraycık Hamamı'na doğru alıp başını gittiler. Deminki kızgın güneş, yine öfkeli yüzüyle tepedeydi.

             "E benim gözel ırabbım, sen ne zaman bizi güldürdün ki, bu yıl güldürcen? Ekinlerimiz çok iyi diye seviniyoduk, sevincimizi gursamızda godun. Bize bir çıra yakıveryon önümüzü görem diye, sonra da bir örezger... Zengine öyle mi ya? Yakıyon bi löküs, apaydınlık ediyon gecesini..." Gök Münevver, iki gözü iki çeşme durmadan söyleniyordu, aklına gelen her şeyi söylüyordu, günahına, münahına aldırmazdı zaten!


O yıl harman yerine erken taşınan ekinler, iflâh olmadı. Kurusun diye dirgenlediler, karıştırdılar günlerce. Lâkin pek bir şeye yaramadı, çürüm çürüm çürüdü. Onca emek haziran güneşinin etkisiyle kuruyan çimlerle birlikte yeşillendi...

Comments


1/384
1/5
bottom of page