top of page
İpek GÜRKAYNAK

Evin Halleri



“Evimi özledim”ciler var; “nereye gitsem yastığımı da götürürüm”cüler var; gezginliği seven, “her yer evimdir” ya da “beni nereye koyarsan orayı evim yaparım”cılar var. Herkesin eviyle ilişkisi kendine.


Hem hangi evden/kimin evinden bahsediyoruz ki: Çocukluk evinden mi, gençlik evinden mi, yetişkinlik evinden mi, yaşlılık evinden mi? Çocuğun evinden mi? Kadının evinden mi? Memur çocuğunun hep değişen evinden mi, taşradaki eşraf çocuğunun yerleşik, hep var olan evinden mi? Bir kuşak boyu bile elde tutulamayan kira evinden mi, kuşaklar boyu sahip olunan aile evinden mi? Kalabalık evden mi, ıssız evden mi? Yaşam dolu evden mi, ölüm kokan evden mi? Nohut oda bakla sofa evden mi, salonlar, çift tuvaletler –ve daha sıralamayı bile bilemediğim neler neler- barındıran evden mi?


Mehmet’in 50 yıl boyunca hasretini dindiremediği Biga evinden mi, benim Amerika’da yaşadığım yedi yıl boyunca -ha desem gidiverecekmişim gibi çantamda anahtarlarını taşıdığım, Ankara’daki ana-baba evimden mi, kayınvalidemin –kışı Ankara’da geçirdiğinde- daha Mart bitmeden “hadi geldi artık bahar, götürün beni” dediği, merdivenleri gıcırdayan, “akşamları [onunla] konuşan” ahşap evinden mi? (ama her odada soba yakılacakmış, ama tavanlar yüksek, ısınmak zormuş, ne gam…)


Ben iyisi mi, yaşamımın önemli bir bölümünün geçtiği, ne kadar bağrıma basmış olduğumu çok yıllar sonra fark ettiğim, köklülük ve bağlanmaya ilişkin duygularımın yumağı olan evden söz edeyim:


Birçok yıl önce bir gün, Mehmet bana, bazen eğitimlerinde uyguladığı bir egzersizi öğrenmek isteyip istemediğimi sordu. Bir akşamüstüydü; kanepede yan yana oturuyor, geçmişten söz ediyorduk. “Tabii isterim” dedim, “ne zaman?” “Hemen şimdi” dedi eşim, “hemen şimdi”.


Arkama rahatça yaslanmalı, gözlerimi kapatmalıymışım. Hemen kanepedeki yerime şöyle rahatça yerleştim, sırtımı iyice arkalığa dayadım, yumdum gözlerimi. Mehmet konuşmaya başladı: “12 yaşlarındasın. Okuldan eve döndün. Nasıl dönüyorsun?” “Yürüyorum” dedim gözlerimi açmayarak, “belki mahalleden bir arkadaşla, belki yalnız, ama kesinlikle yürüyorum.” Sesim hafif çıkıyordu; kaptırmıştım bile kendimi 12 yaşıma. “Eve vardın; kaçıncı kattasınız?”. Tebessüm ettim. “O kadar kolay değil” dedim, “önce merdiven ineceğim, sonra birçok merdiven çıkacağım. Toplamda iki kat mı demeliyim acaba; bilemiyorum tam kaçıncı katta olduğumuzu!”. “Anlat bana” dedi eşim.


“Garip bir yerleştirilişi vardı Ankara Yenişehir’de, Olgunlar Sokak’la Konur Sokak köşesinde, şimdi SSK Hastanesi olan yerdeki, bir katında kiracı olduğumuz evin. Hatırladın mı, Amerika’dan döndüğümüzde sana hayatımda en uzun süre oturduğum evi göstermek istemiştim, oralara gitmiştik, evi bir türlü bulamayıp sokakları karıştırdım zannederek korkmuştum. Sonra, evin yerinde yeller estiğini anlayıp sokak ortasında sararıp kalakalmıştım. ‘Zarar yok’ demiştin yavaşça, bana sarılıp. Bense, sana evi gösteremediğime olduğu kadar, çocukluğumun, gençliğimin toprağı olan yerin elimden gidivermiş olmasına yanıyordum. Önyüzünde, siyah parlak bir levha üzerinde Ofluoğlu Apt. yazan, ev sahibimizin adının Zeynep Hanım olduğunu hatırladığım bu yere taşındığımızda altı yaşındaydım ben, okula başlamak üzereydim. Evden çıktığımızda da üniversite ikide. Düşünsene!”


Önce dönelim “garip yerleştiriliş”e; sonra dönelim 12 yaşıma ve o akşamüstü, kırkını çoktan devirmiş bir kadın olarak içinden geçtiğim deneyime: Ofluoğlu, sokaktan herhâlde en az sekiz on basamak inerek ulaştığınız genişçe bir arsanın içindeydi. Arsanın, evin dışında kalan kısmında ne bir ağaç ne bir bitki, boş arsa; mahallenin erkek çocuklarının top koşturduğu, İpek Soykan’ın arsaya bakan misafir odası penceresine burnunu dayayıp seyrettiği...


Merdivenden indiniz, birkaç adım attınız; eğer Resmiye Teyze-Emin Eniştelere gitmiyorsanız (gidiyorsanız, o adımları çoğaltıp, sokak kapısı doğrudan arsaya açılan dairenin kapısını çalmalısınız), hemen sağ taraftaki –Olgunlar Sokağa paralel- merdivenlere yöneldiniz. 10-15 basamak çıktınız, ufak bir sahanlığa geldiniz, orada yön değiştirdiniz, 10-15 basamak da sokağa dik yönde çıktınız. Gene minik, kare bir sahanlık. Sağınızda bir başka dairenin kapısı var. Orada da Devlet Operası sanatçısı Ayhan Aydan’ın annesi Naciye Hanım oturuyor. Son çıktığınız merdivenlerin tam karşısında garip bir kapı var; iki sallanır kanatlı. Kanatların birini madeni kulptan çeker binadan içeri girer –ilk kez bina içindesiniz; buraya kadar hep karda, yağmurda, güneşteydiniz- kulbu bırakırsınız; kapı diğer kanada değerek ve pat pat ses çıkararak defalarca gider gelir. Bu arada siz gene merdivenlerdesiniz! Bir daha kat tırmanırsınız.


“Peki, ikinci kat kabul edelim evinizi. Ya da üç. Merdivenleri çıkıyorsun şimdi.” Anlatıyordum: “O sallanır kapıdan girer girmez, bağırarak şarkı söylerdim. Bak sen, yıllardır unutmuştum bunu. İlle de şarkı söylerdim, evet. Ya kapının patpatlarını duyup açacak annem kapıyı, ya da şarkımı.” “Hangi şarkılar meselâ?” “Annemle teyzemin bana sokakta yürürken öğrettikleri, ‘periiişan saaaçların aaaşkııımııın aaağıdııır’ olabilir! Ya da okulda öğrenilen İngilizce şarkılar: ‘My Bonnie lies over the ocean’ falan. Önce bu ikisi geliyor aklıma nedense”.


“Şarkıları söyledin. Tam da dairenizin kapısı önündesin. Açtı mı annen kapıyı?”. “…”. “Açtı mı?” “açtı, evet, açtı” “Şimdi önce, şarkı söyleyerek merdivenleri çıktığın yeri düşün; binanın içini. Nasıl kokuyor, ne kokuyor? Sonra da annenin üstündeki elbiseyi anlat bana”.


Ne buram buram duymakta olduğum, o eskilik -ama temiz bir eskilik- içeren kokuyu anlatabildim o akşamüstü, ne de gözümün önündeki annemi ve elbisesini. Daha gönül gözümle sokaktan arsaya girerken, gözlerim yanmaya, sallanır kapıya geldiğimde yaşlar sessizce akmaya başlamıştı bile. Koku ve annem, artık yüksek sesle ağladığım ve konuşamadığım yerdi.


O akşam, o kanepede ağladım. Arındım.

43 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


1/706
bottom of page