top of page

Dünyanın En Güzel Aşk Hikayesi

Güncelleme tarihi: 20 Şub 2021

CEMİLE / C. AYTMATOV




Seyyit'in hiç hazırlıksız, cahillikten gelme saf bir cüretle yapılmış resimlerini ah ne kadar görmek isterdim. Bu resimlerdeki kişiler kim bilir nasıl kolayca tanınır, asıllarına ne kadar benzer! Çizgi ve renklerdeki o Gümrükçü Roousseau'dan, hem de Manas destanından gelme sözlü üstünlüğü resim akademisi, Allah vere de, yok etmese, okul Seyyit'in elini berbat etmese. Yine bu üstünlük, batının artık kendini tüketmiş medeniyetlerindeki ressamların kaybolmuş cennet yolu gibi yeniden öğrenmeye çalıştıkları o hüner ve ustalıkla berbat edilmese.

*

Rudyart Kipling'in Dünyanın en güzel hikâyesi adlı uzun bir hikâyesi var. Mercure de France tarafından basılmış eserlerinin ilki olup, bu adı taşıyan hikâye kitabı on iki yaşında iken bana verilmişti. Kitap elimdeydi, ama okumaya bir türlü karar veremiyordum. Kitabı, ona bu adı verdiren hikâyeye hiç yanaşmadan okudum. Bu adın bir tuzak, bir aldatmaca olduğunu, bu hikâyenin dünyanın en güzel hikâyesi olmadığını gayet iyi biliyordum. Nitekim, dünyanın en güzel hikâyesi de değildi. Bu yüzden, Rudyart Kipling'e hep kızmışımdır.

Onun için Cemile üstüne düşündüklerimi söyleyeceğim şu anda tereddüt ediyorum. Yine de öyleyken, evet, bu hikâye bence dünyanın en güzel aşk hikâyesidir. İşte bunun içindir ki, bütün işimi gücümü bıraktım, oturup bu hikâyeyi çevirdim. Basımevine verilmek üzere işte şimdi elimde: dünyanın en güzel aşk hikâyesi. Bunu söylemekten kendimi alamadım. Başka bir şeyde istemiyordum. Kitabın kuşağı üstüne benim imzam ile sadece bunu yazabilirlerdi. Oysa, dünyanın en güzel aşk hikâyesi sözlerini daha yazar yazmaz, bu kadarla yetinemeyeceğimi anladım.

*

Kırgızcadan çevrilen bu hikâyeyi Novi Mir adlı Sovyet dergisinin Ağustos 1958 tarihli sayısında okumuştum. Yazarın adı bana yabancıydı, kim olduğunu bilmiyordum. Soruşturdum, bana basit, pek fazla bir şey anlatmayan birtakım şeyler söylediler. 1928 de doğmuş, Cemile yayınlandığı zaman daha otuz yaşında yokmuş demek, Kırgızelindeki Şeker köyünde oturan bir memurun oğluymuş. Öğrenimi önce Şeker köy okulunda, sonra mıntıka okulunda yapmış. Onbeş yaşında, yani tam da Cemile hikâyesinin geçtiği yıllarda, İkinci Cihan Savaşının üçüncü yılındı köyde erkeklerin az olduğu zamanda köyünün Sovyetine katip olmuş. Bu da, bize fazla bir şey anlatmıyor. 1946 yılında Cengiz'i Kazakeli'ne yakın şehir olan Cambul'daki Baytar Okulunda buluyoruz. Sonra, Kırgız Tarım Enstitüsüne geçiyor. 1953 yılında bu okuldan mezun oluyor. Bu tarihten Cemile'nin yayınlandığı güne kadar Aytmatov, Kırgızeli Hayvancılık Bilim Araştırmaları Enstitüsündeki deneme çiftliğinde çalışmıştır. Yazarın yazdığı birçok hikâyeler kendi memleketinin basınında 1952 yılında yayınlanmaya başlıyor ve bu genç böylelikle edebiyata girmiş oluyor. Aytmatov, Kırgız yazarlarının Moskova'daki Gorki Enstitüsünde staj görüyor.1957 yılında da Sovyet Yazarlar Birliğine üye kabul ediliyor. Belki gerekli, ama bütün edinebildiğim bilgi bundan ibaret. Oysa, bütün bunlar Orta Asya'nın bir yerindeki bir delikanlının yirminci yüzyılın başında, yemin ederim ki dünyanın en güzel aşk hikâyesi olan bu hikâyeyi yazmasını izah etmez.

İşte şimdi şurada, Villon'un, Hugo'nun, Baudelaire'in Paris'inde kralların ve devrimlerin Paris'inde; ressamların yüz yıllık Paris olmakla övünen, her taşı ya bir tarihi, ya da bir efsaneyi hatırlatan şu Paris'te, bir şarkıda dendiği gibi, öyle çok aşık yaşamış ki, hangisini alacağımı bilemiyorum...her şeyi görmüş, geçirmiş, okumuş şu Paris'te, Werther, Berenice, Antonie ve Kleopatra, Manon, Lescaut, Education, Sentimantale, Dominique, hepsi birden bire gözümden düşüverdi. Çünkü ben Cemile'yi okudum. Romeo Juliette, Paola ve Francesca, Hernani ve Dona Sol, artık bunların hiç biri gözümde değil, çünkü, ben İkinci Cihan Savaşının üçüncü yılı yazında, 1943 yılının Ağustos gecesinde Kurkureu vadisinde bir yerde zahire arabalarıyla giden Daniar ve Cemile'ye, bunların hikâyesini anlatan çocuk Seyyit'e rastladım.

*

Kırgız halkı üstüne bildiklerimiz nelerdir? Çin, Tacikeli ve Kazakeli arasında sıkışmış olan bu memleket üstüne, neler biliyoruz? Cemile ile birlikte içlerine daldığımız mıntıka Orta Asyanın neresindedir? Elimizdeki haritalarda Kurkureu nehrini bulmak kolay değildir. Cemile'nin cephedeki kocasından gelen, Doğulu üslubu ile yazılmış mektubun şu: “o yemşeyil, mis kokulu Talas'ta oturan anama, babama bu mektubu posta ile gönderiyorum” sözlerinden biraz bir şeyler öğreniyoruz. Demek ki, burası Kırgızeli'nin (Talaskaya oblast) , Kazakeli'ne komşu Kırgız dağları ile Kazak bozkırları sınırlarında bulunan kuzey batı eyaletiymiş, köyden Kurkureu nehrini doğduğu dağlar arasından geçidin öte tarafındaki istasyona kadar uzanıp, Cemile, Daniyar ve Seyyit'in ordunun ihtiyacı olan zahireyi götürmek için tutukları yoldan başka bir yol bilmiyorum. Kazakeli ile Kırgızeli'nin bu birleştiği yere ancak Daniar'ın bir türküsünde edilen ima sayesinde öğreneceğim: kâh Kırgız dağları gibi yükselen, kâh Kazak bozkırı gibi uzayıp giden bir türküydü bu.

Kurkureu köyünün yakınlarından geçip, dağlardaki geçidin öbür tarafından gelen zahire yüklü arabaların durduğu istasyona uğrayan demiryolunun tek hatlı olduğunu da şundan anladım: hikâyenin sonlarına doğru iki aşık demiryolu makasına, yani bir katarın karşıdan gelen bir katara yol vermek için beklediği hatta doğru giderler. Bu bozkırda ve bu yüce dağlarda, yada kara dağlarda,insanlardan ayrı olarak, aygırları sonbaharda çayıra salınan kısrak sürüleri, yazın tepelere tırmanan koyun ve keçiler, yabani hayvanlar vardır. Fırtına kopunca ürküp ince uzun ayakları üstünde kaçışan cılız toy kuşları bulunduğunu da bir tesadüfle bir cümle parçasından öğrendim. Kırgızların yaşadıkları çadırların neden yapıldığını, çok sonra, yine bir tesadüfle, o fırtına sayesinde ve şu cümleden anladım: çadırın kopmuş keçesi, kanat çırpan bir kuş gibi, çarpıyordu.


âdetleri, manzarayı öğrenişim de buna benzer vesilelerle oldu. Bu hikâyede konuşan çocuk yani Seyyit kürsüye çıkıp bize ne ırk bilgisinden söz edecektir, ne de siyaset dersi verecektir. O burada doğmuştur, ona her şey tabi gelir, göçebelik günlerini görmemiştir. Seyyit doğmadan her halde iki üç yıl önce o günler sona ermiş olmalı. Ama, ilkbahar gelince, ana babanın gençliğinde kendi eli ile yaptığı, şimdi yerleşik konutlarının avlusunda bulunan göçebe çadırına göç eder, çadırı da mazı ile tütsüler. Burada herkes kolhoz şartları içinde yaşar. Kolhozun başkanı atların çayıra salınıp kaba yoncaları yemelerini yasak etmiştir. Bir bacağı sakat, koltuk değneği ile gezen Orozmat adlı bir onbaşı vardır, yetecek kadar zahire çıkarılmadı diye bize çıkışan kolhoz idaresi ile münasebet halindedir.

Bütün bunlar Büyük Savaş sırasında, erkekler yokken oluyor. Uzaklardaki bu savaşın asker karılarına, analarına ne kadar zor geldiğini gayet iyi anlıyorum. Hem kızların yüreklerine dehşet salan, hem de kırgızlık şeref ve namusunun canlı bir örneği olan yiğitler, yani seçkin süvariler üzengi şakırtıları ile yola düzülünce, kadınlar bunları uğurlamışlar, kahramanımız Manas'ın ruhu bunlara yardımcı olsun demişlerdir. Bu Manas destanı bize yazılı olarak kalmamış, yaldızlı yazmalarda anlatılmamıştır. Bu kahramanın gazaları, Tian-Şan dağlarında destancılar tarafından söylenip, ağızdan ağıza, kuşaktan kuşağa geçmiş ve büyük Manas, Semetey ve Seytek adlı üç destan ancak geçen yüzyılda tespit edilmeye başlanmıştır. Seyyit'in dülger olan babası her sabah işine gitmeden önce, namazını kılar. Ama, tamamıyle unutulmuş gibi görünen dini hayattan bütün öğrendiklerim, şu son günlerde Fransa'da yayınlanan Abai'nin hikâyesindeki Kazakistan'da, yada Sedriddin Aini'nin Buhara'sında gördüğümüz din adamlarına, imamlara burada rastlamıyoruz. Bununla birlikte Sovyet köyünde klan âdetleri halen yaşamaktadır: Cepheden gönderdiği mektubunda asker aile büyüklerini, aksakal'ları karısından önce anmak zorundadır. 1940 yıllarında, âdetler köyde erkeğe çok karı ile evlenmek hakkını tanımaktadır.


Meselâ okulda bir duvar gazetesi olduğuna şöyle bir dokunulup geçiliyor. O da, Seyyit bu gazeteye resim yaptığı için. Bununla birlikte, eski ile yeni arasındaki mücadele burada her şeyde görülüyor. Yalnız, bu mücadele temelinde bize ruhlar vasıtasiyle, ruhların içinde gösterilmiştir. hikâyenin büyüklüğü buradan geliyor.

Cemile hikâyesinin acaip başarısı şudur: yabancı bir memleket, göçebelerin pederşahi geleneklerine hala sıkı sıkıya bağlı, Sovyet devrine, kurumlarına hiç sarsıntısız geçmiş erkek ve kadınların hayatı üstüne bütün öğrendiklerimizi içten; bütün bunları tabiî gören hiçbir açıklama istemeyen varlıklar vasıtasıyle öğreniyoruz. Öyle ki bir röportaj hastalığına tutulup, her şeyi önceden fişlere geçirilmiş gibi gelen modern edebiyatlarda eksik olan o harikulâde gelişme kolaylığı burada bütün hikâyesi sarıveriyor.


Bu yerlerin atmosferi de şu: Buradaki tarlalarda ve bozkırda pıtraklar yuvarlanır. Neredeyse bunu bizim sihirli deve dikeni (halkımız bir destan hatası yaparak buna Deve dikeni Roland der) sanasım gelir. Bu memlekette yabani pelinler biter, yeşermiş mısırın o sıcak baharına rüzgâr, elmaların kokusunu katar. Yeni sağılmış sütte kuru gübrelerin ılık dumanı tüter gibi. Bu memleketin sözünü edebilmek için, insanda bu toprağın çilesini çekmiş bir erkek sesi, memleketine karşı beslediği o tabiî sevgiden uzun zaman yoksun kalmış bir erkek sesi, Daniyar'ın sesi olmalı.

Ama, işte bakın, her şey değişiyor, asım kendi rengine bürünüyor. O taklidi olan şey başlıyor. Ne yapsam, sen bunu anlatamam. Okul kitaplarından kopya edilmiş resimleri de, Ağustos gecesindeki Daniyar ile Cemile'yi de gayet iyi çizen, doğuştan ressam Seyyit'teki o kabiliyet bende yok. Seyyit'in hiç hazırlıksız, cahillikten gelme saf bir cüretle yapılmış resimlerini ah ne kadar görmek isterdim. Bu resimlerdeki kişiler kim bilir nasıl kolayca tanınır, asıllarına ne kadar benzer! Çizgi ve renklerdeki o Gümrükçü Roousseau'dan, hem de Manas destanından gelme sözlü üstünlüğü resim akademisi, Allah vere de, yok etmese, okul Seyyit'in elini berbat etmese. Yine bu üstünlük, batının artık kendini tüketmiş medeniyetlerindeki ressamların kaybolmuş cennet yolu gibi yeniden öğrenmeye çalıştıkları o hüner ve ustalıkla berbat edilmese.

İşte bakın, o paha biçilmez şey doğruyor, yükseliyor. İşte bakın, yazar, ruhun ve hayatın o gerçeğini, tıpkı Ağustos gecesindeki Daniyar gibi, birden gözümüzün önüne seriyor. Hayatın bu gerçeğine, Verona'da Troya'da olduğu gib Şeker'de de, Talas'ta da da aşk derler.


Her insanın bir hayatı vradır. Cengiz Aytmatov hayat yolunun henüz başındadır. Oysa, bakın, insanlığın o ulu deneyini, daha şimdiden, yüreğinde ve kucağında taşır gibidir. Çünkü, bu genç herkesten bambaşka bir şekilde aşkın sözünü ediyor. Ey, Alfred de Musset, Kırgğz boylarındaki bu Ağustos gecesini de, otuz yaşında hayatını ve gücünü hiç kaybetmediğini söyleyebilen bu genci de kıskanmalısın dostum!

*

En başta toprak sevgisi, yaşamak sevgisi geliyor. Hiç değilse öyle görünüyor. Kuş şakıyınca, yada gözalıcı tüyleriyle salınınca, oradan geçen biz, musikiden başka bir şey duymayız, renklerin ahenginden başka bir şey görmeyiz. Bu türkünün aşk türküsü olduğunu, bu türkünün tüylerin güzelliği gibi, bir yerde saklanmış, duyup gelecek dişi kuşa seslendiğini öğrenmemiz için bilginlerin incelemeleriyle bize bunu anlatmaları gerekti.

Yukarıda da söyledim. Cemile hikâyesini bize bir çocuk anlatıyor. Sevişen çiftin ruhunda olup bitenleri keşfetmek, çiftin henüz ne olduğu bilinmeyen dramı onca hem duygunun kendisini keşfetmek, hem de zekâyı tatlı tatlı konuşturmak demektir. Bu çocuk her şeyi yeniden icat edecektir. İşte bunun içindir ki, o bize aşkı, çok saf bir maden gibi, doğuş halinde gösteriyor.

Hemen de adını koyacak mı? Bazen “Cemile ile ikimiz” diyor o, “aynı ve tek bir duygu ile heyecanlanıyorduk gibi gelirdi bana.” Çocuk bu doğuşu seyrediyor: Cemile'nin Daniyar'ı sevmesini hem istiyor, hem istemiyor. Çünkü, memleket âdetlerine göre, o ağabeyinin karısın, yengesini gözetmek zorundadır. Çünkü, Ağustos gecesi söylenen bir türkü ondaki bütün iyilik ve kötülük duygusunu altüst etmiş, bozguna uğratmıştı. Cemile'yi sevmesini bilmeyor, Cemile'yi büsbütün kaybedince ancak bunu öğrenecektir. O çocuk masumluğu içinde de, Daniyar'la Cemile'nin aşkına yataklık edecektir.


Şimdilik, aşk nasıl şeydir? Diye kendi kendine soruyor. Onun ne olduğnu içindeki başk abir duygu ile, duyduğunu resimle başkalarına anlatmak arzusu ile iyice anlayabilecek ancak. Ressamın ilhamı gibi, şairin ilhamı gibi bir ilham değil mi aşk da? diye düşünüyor. Ağustos gecesi, on üç yaşındaki bu çocuğa önce ne olmak istediğini ifşa ediyor. Daniyar'ın türküsü, Daniyar'ın Cemile'ye söylediği aşk türküsü ona gerçeği öğretiyor.

Ne söylesek ya lâfı uzatmış oluruz, ya söylenecekleri söylememiş oluruz. Kitap önümüzde. Hem kısa, hem de engin bir hikâye bu. Ne yerli yerinde kullanılmış biricik kelimesi olan, ne de yürekte yankı yapmadık biricik cümlesi olan bir hikâye. Küçük Seyyit'in saf ve tabiî bir ressam olup olmadığını bilmiyorum, ama onun ağzı ile konuşana hiç kimse sanat dersi veremez. Rustaveli Kafkasya'da yada Armand Daniel Languedoc'ta yırladıkları sırada, Kırgızlar yazma kitaplar için özenip bezenilen minyatürler yapmıyorlardı. Yazı onlarda yeni ortaya çıkmış marifettir, kitabı kavuşalı şurada otuz yıl ya oldu, ya olmadı. Yeşillikler içinde mis kokan Talas'tan kopup bize gelen bu türkü, hem Ağustosu, hem sonbaharı söyleyen, aygırın ve ürperen toprağın çığlığı olan bu türkü, este âdetleri altüst edip, sevilen kadının adını her mektupta en başa, erkek kardeş, baba, ana ve ihtiyarlardan önceye alan bu türkü, aşkı kanunî evlenmeden, kadının askerdeki kocasına karşı olan ödevinden üstün tutup, köyün ikiyüzlülüğünü tarumar eden bu cüretli türkü. İşte bunun için, gönlüm razı olmadı, bu türkü, pelinlerle kaplı bozkırda, insanın gençken Cemile ile Daniyar'ın aşkından habersiz, üstünde yatıp uyuduğu samanların kokuları içinde kalsin; yine gönlümün razı olmadı. Kızgın gecelerinden yükselen bu türkü bizim bezgin eski dünyamızda yankılar uyandırmasın ve bu yankılar alıp götüren bulutlar, fırtınalar gidip Cengiz Aytmatov'a “sesin buralarda duyuluyor” demesin, “erkekle kadının birbirlerini tanıdıkları, çocuğun da ışığı hayal meyal keşfettiği o perili gece buraları da sarıyor” demesin.

Allah Allah, dünya hâlâ ne kadar genç, ne kadar güzelmiş meğer” Sanki hiç bir şey tükenmemiş gibi, sanki her şey insanların yüreğine hâlâ çarpıntı verirmiş gibi! Bilgin işi bir müzikle avunmalarını mazur göstermek isteyen birçok kimseler vardır. Müzik diye ne varsa bu müzikten sürüp çıkarılmış, bunu yapmakla müziğin özü bilindiği daha iyi gösterilmek istenmiştir. Birtakım kimseler vardır, ilmin öyle noktasına erişmişlerdi ki, bu noktada ilim artık oyundan başka bir şey değildir. Aynanın karşısına geçtiklerinde kendilerini tanımayacak kadar zayıf düşmüş kimseler vardır. Sonra, bakıyorsunuz, Çin'le Tacikeli arasında, Kurkureu nehri üstünde bir oğlan çıkıyor, gözlerini size çevirip konuşuyor. Susup bu çocuğu dinlemeye can atıyorsunuz.

Ey, inanmadığı Ulu Tanrım, aşka olan bütün imanımla inandığım o Ağustos gecesini bana bağışladığından ötürü sana şükrederim.

(Cengiz Aytmatov, Cemile, Deve Gözü, Selvi Boylum, Yeni Dünya Yayınları, Mayıs 1982 Fransızcadan Çeviren: Şerif Hulûsi)

*

ALINDIĞI KAYNAKTAKİ ASLINA SADIK KALINMIŞTIR.

50 görüntüleme2 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

2 Comments


Semihat KARADAĞLI
Semihat KARADAĞLI
Dec 20, 2020

Şerif Hulusi Kurbanoğlu bir meslektaşımın amcasıdır. Nazım Hikmet Külliyesi sahibidir. Nazım Hikmet ile ilgili çalışmalarını bitirmeden vefat etmiştir.

Like

Semihat KARADAĞLI
Semihat KARADAĞLI
Dec 20, 2020

Çeviriyi yapan Şerif Hulusi Kurbanoğlu

Şerif Hulusi Kurbanoğlu

(Bazı yazılarında Şerif Hulusi Sayman ismini kullanmıştır.)

(d. 1910 / ö. 4 Nisan 1971)

Yazar, Çevirmen

(Yeni Edebiyat / 20. Yüzyıl / Anadolu-Osmanlı-Türkiye)

Manisa’da dünyaya geldi. Babası Tesalya muhacirlerinden Muallim Ahmet Bey, annesi Manisa'nın Kapaklı köyünden Hatice Hanım'dır. İlk ve ortaokulu Manisa'da okudu. İzmir Erkek Lisesi'nde başladığı lise eğitimini Taksim İstiklal Lisesi'nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Öğrenciliği sırasında Babıâli'de çalıştı, Cumhuriyet gazetesinde düzeltmenlik yaptı. 1930'dan itibaren yoğun bir yazı hayatı içinde yer aldı. 1966'da Nâzım Hikmet'in Kurtuluş Savaşı Destanı'nın üzerine kaleme aldığı bir inceleme yazısı yüzünden hakkında açılan davadan beraat etti. Fakat çevirdiği eserler yüzünden 7,5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Çalışmalarını edebiyat araştırmaları, incelemeleri…

Like
1/684
bottom of page