top of page
Gökçe Güneş Yazıcı

Dünyanın Tavanından Mektup Var



Canım Babacığım,



Yanınızda olup elini öperek söylemek isterdim ki; armağan ettiğiniz hayatım için size minnettarım. Tüm yaşamımca, sık sık tekrarlayacağım bir hayat desturu bu benim için. Çocuğunuz olmaktan gurur duyuyorum; ömrümce de emeğinize lâyık olmaya çalışacağım.


Ben nasılım? Kendimi net görebilsem aynamda bunu bileceğim ama... Bu şimdilik zor, yine de aklıma gelenleri yazarsam kendimi de yansıtmış olmaz mıyım? Anadolu Yakup Kadri’’den bu yana çok değişmedi geliyor bana: Yabancısınız. Sen dönünce ilk algıladığım buydu; bir kuyuya düşmüşlük ve yabancılık hissi. O kadar karanlık bir derinlikte kaybolmuştum ki, artık çıkış yok, diye düşünüyordum. Yeni yeni başka türlü algılıyorum, belki ruhumun iyileşme belirtisi bu… Evet, burası bildiğim coğrafyalardan kopuk, geçişe kolay izin vermeyen bir yer, sanki gerçekdışı, ama eski dünyamdan da izler taşıyan, onu gören bir konumda, ama kuyu değil, belki çatı. Nuh Peygamber’in niye burayı seçtiğini şimdi anlıyorum. Burası dünyanın tavanı. Zayıf da olsa bir çıkış kapısı var; uçmak. Biz de uçakla gelmedik mi? İşte dünyanın tavanında geçirdiğim gurbet günlerimde sizin üniversitenizden mezun olmanın ayrıcalığını hissediyorum. Kitaplarda yazmayan çok şeyi buluyorum anlattıklarınızda. Öğrettiklerinizi yeniden yeniden gözden geçiriyorum belleğimde. Kaçırdıklarım vardır diye anımsadıklarımın ayrıntılarını sezmeye, sonuçlarını çıkarmaya, öğrenmeye çalışıyorum ve o kadar da öğretiyorum öğrencilerime.


Bazen fazla düşünmek ve fazla anlamak canımı yakmıyor değil. Ne var ki anlamazlığın kötülüğünü düşününce azalıyor iç sızım. O zaman keşke daha fazla ayırt edebilsem diyorum.


Günlerimin nasıl geçtiğini merak ettiğinizi tahmin ediyorum. Biçimsel olarak, sen buradayken nasılsa günlerimiz, gene öyle. Gidebileceğimiz yerler çok sınırlı. Bildiğin gibi sinema, tiyatro ya da büyük bir kitapçı yok. Okul çıkışı havalar soğuyuncaya değin parka uğruyorduk, edindiğim birkaç öğretmen arkadaşla. Sonra hani o batıdaki şehirleri anımsatan, senin bile o nedenle sevdiğini düşündüğüm pizzacıda yemeğe gidiyoruz. Müşterilerinin hemen hepsi dışarıdan gelenler. En uzun süren yemeklerimi yiyorum denilebilir, saatlerce bir pizzanın başında sohbet ediyoruz. Çoğu kez konumuz BATI… İçinde yaşarken bazen yakındığımız, şimdi ise bir sihirli güzelliğe bürünmüş, ulaşılmaz gelen kentlerimiz, üniversitelerimiz. Buradan bakınca, konuştukça daha bir güzelleşiyorlar. Sokaklarda gene kaygılıyız, giderek azalsa da. Somut bir nedeni yok bunun. Olaylı bir yer değil burası. Dışa açık yerel esnaf, memurların kent ekonomisine katkılarının farkında. Pansiyonlar, kafeler, lokantalar… gibi bir çok yatırım onlara yönelik. Olumsuz bir davranışa denk gelmedim, denilebilir. Ne var ki biz gene de giyimimizde kuşamımızda en göze çarpmayanı seçmeye çalışıyoruz, sanki fark edilmemek için uğraşıyoruz. Oysa bize okulda öğretilen Anadolu’ya uygarlığı taşıyacak, örnek olacaktık, böyle saklanarak nasıl yapacağız? Kimse bize bir şey demedi ama kendiliğinden oluşan bir otokontrol bu. Bunun Doğunun özel şartlarından kaynaklandığını düşündüm başta, ama orta Anadolu’da ya da Karadeniz’in kasabalarında olan arkadaşlarım da aynı psikolojide niyeyse? Aslında seziyorum; bir kültür çatışması bu. Öğrendiklerimiz ve kazanımlarımız Anadolu’ya fazla geliyor.


Her şeye rağmen baştaki yabancılığım kalmadı. Bu hızlı uyumu depremin yarattığı çaresizlik, belki yöre halkıyla paylaştığımız ortak kader sağladı, bilemiyorum. Deprem direk burayı vurmadı ama Van, Erciş buraya çok yakın, etkileri sarsıntılar gibi çok derin hissedildi. Okullarımız, kaldığımız öğretmenevi gibi daha birçok bina hasarlı, boşaltıldı. İnsanlar akrabalarını, tanıdıklarını kaybetti. Hepimiz, evlerimize girmeye korkarak, buz gibi soğukta çaresiz sokaklarda kalakaldık. Buraya ilk defa, hem de yalnız gelmişim gibi hissettim, çok korktum, size belli etmemeye çalışsam da. Ortama, farklı havaya, sokaklarda dolaşan ağır silâhlarla donatılmış resmi araçlara, akreplere -bak adını bile öğrendim-… alışmaya çalışırken birlikte yaşadığımız, evimizi kaybettiğimiz 1999 depremini bütün dehşetiyle anımsatan bu kabusu tek başıma yaşamak beni güçsüz düşürdü. Anladım ki siz varken korkular da küçükmüş. Ayrı olunca çok daha korkutucu gözüktü bana bu kez deprem. Ne zaman ki kendimi sizin yerinize koyup düşünmeye başladım, biraz sakinleşebildim. Siz olmadan kendi kendime yetmeyi öğreniyorum. Kendimden bir aile yaratıyorum. Zormuş büyümek. Yine de beni yıldıracak kadar büyük bir felâket yaşamasam başaracağım biliyorum, çünkü önümde bana model olacak siz varsınız. Bu benim için tarifsiz bir nimet. Teşekkür ederim babacığım, dünyalar kadar.


Boş zamanlarımın çoğu odamda ya kitap okuyarak ya okul hazırlığıyla geçiyor. Bazen odamızda yemek yapıyorum. Biliyorsun ben yapı olarak evcimen biriydim, şimdi oyalanmama yardımcı olsa da ev hasretimi artırıyor doğal olarak. Pazar kahvaltılarımızı, akşam yemeklerimizi, film saatlerini, kardeşlerimle didişmelerimizi, evin kokusunu, şimdi bana rehber olan konuşmalarımızı, terasımızdan Bursa manzarasını, pikniklerimizi, gezmelerimizi çok özledim. En çok da babaannemi özledim. İnsan uzaklarda elindekilerin ve de kaybettiklerinin değerini iyi anlıyor. Tuz gibi sevmek… deyişini babaannemden öğrenmiştim ilk, şimdi ne anlama geldiğini iyi biliyorum. Babaannem sanki kendisi okumuş, çalışmış, nimetlerini tatmış gibi ne çok isterdi okumamızı. Ne garip kader, onun ölümüyle aileden birinin okuyup uzaklara memur gitmesi aynı zamana denk geldi. O ise göremeden öldü. Çok isterdim bizimle olmasını, ona yaşadıklarımı, hissettiklerimi anlatmayı. Biliyor musun, sık sık elim telefona gidiyor, babaannemi arayıp konuşmak istiyorum. Artık olmadığını düşününce… Bazen odamda kitap okurken kaptırıyorum kendimi. Başımı kaldırdığım anlarda Bursa’da, evdeymişiz sandığım oluyor. Bazen bana seslendiğinizi sanıyorum, yanıt verecek gibi oluyorum, ayılıyorum, gülüyorum kendime.


Buraya alışmam gerektiğini de biliyorum. O yüzden hasreti yoğunlaştıkça ötelemeye çalışıyorum. Her zaman başardığım söylenemez, ama herhâlde öğreneceğim. Ama öğrendiğimi anlayarak öğrenmek istiyorum, irdelemem ondan.


Mesleğimde bir sorunum yok, öğrencilerime, okuluma alıştım sayılır. Şehir okulu olsak da öğrencilerimiz olanakları dar kenar mahallelerden, hatta yakın köylerden geliyor. Türkçeye sadece okulda gereksinme duyduklarından olsa gerek istenilen düzeyde kullanmakta zorlanıyorlar, ama öteki çocuklardan bir farkları yok, öyle sevimli, masum, yaramaz, tembel, çalışkan,… ama hepsi birer çocuk insan işte, ilgilerini çekerse öğrenme açlığı içindeler. Onlar da bazen geçmişteki umuda yelken açmış halimi görüyorum. Kim bilir yirmi yıl sonra nerde olacaklar? Biliyorum ki emek verirsem iyi bir yerde olacak, en azından birkaçı. Bu beni yüreklendiriyor.


Buradaki öğretmenlerin çoğu benim gibi yeni başlayanlar, uzun süre kalan pek olmuyor. Denilebilir ki hemen hepsi aynı durumda. Uyum, barınma, yeme içme sorunlarını aşma derdindeyiz hepimiz. Belki erkek öğretmenler için farklı, ama bayanların hayatı sosyal yönden zor. Yerli kadınların zorunluluklar dışında sokakta pek gözükmediği bu yerde sarı saçları, renkli gözleri, üniversiteli genç kız kıyafetleriyle rahat olmaları kolay değil. Fakültede alıştıkları giyim ve yaşam tarzını burada sürdüremeyeceklerini birkaç kez sokağa çıkınca algılıyor çoğu. Burasının memura alışkın, Anadolu’nun birçok yerine göre sorunsuz bir yer olması, rahatsız eden olmayışı, hatta ilgili, yardımsever olmaları bir şeyi değiştirmiyor, siz kendinizi uzaylı gibi algılayıp çözüm arıyorsunuz. Yeni başlayan öğretmenin bir elkitabı yok, olsaymış… Aslında fakültelerimizde çok gerekli olan bu konuda hiç eğitilmediğimizi şimdi fark ediyoruz. Milli eğitimde bunu ciddî bir sorun olarak görmüyor olsa gerek ki göstermelik birkaç öğüt dışında bu yönlü ciddî bir çalışma yok, öğretmenler çok zaman deneme yanılmayla uyum sağlıyor. Belki de kimse o uyumu sağlayamıyor, ama yakınmıyorsanız sorun bitmiş gibi görünüyor, ama beş yıldır burada olanlar bile, yerel halkla ilişkisiz soyutlanmış bir koloni gibi yaşıyor.


Devlet memuru olmayı devletin her yönüyle sahip çıktığı bir şey gibi algılardım, galiba değilmiş. Deprem sonrası hepimiz ortalarda kaldık günlerce, kız erkek bütün öğretmenler. Hatırlıyorum, sen Yalova’da deprem sonrası öğretmenlere özel çadırlar kurmuştun, ben de kardeşimle sözde yardım etmiştim. Öyle bir şeyler yaparlar, belki halimizi hatırımızı sorarlar, diye bekledim doğrusu. Belki safça bir beklenti, ama hissettiğim bu.


Ne yapalım, böylece yaşamın ve ülkemin gerçeğine adapte oluyorum.


Bu mektubu daha önce yazmak isterdim babacığım. Fakat yapamadım, beni anlayacağınızı umut ediyorum. Elime kalemi defalarca aldım, ama olmadı bir türlü. Sanki yazarsam çözüleceğim, kendimi daha da güçsüz kılacağım gibi geldi. Fazla duygusal olmak, dağılmak istemiyorum. Zamanla her şey düzelecektir diye umuyorum. Ummak ne, tabi ki düzelecek, mecbur, ben burada kötü bir şey yapmaya ya da sorumsuzca gezmeye gelmedim ki, bura çocuklarını eğitmeye, aynı anda da kendi yaşamımı da kurmaya geldim. Başlangıç için bura kısmetmiş.


Ellerinden saygıyla öperim, nice senelere babacığım.

Seni tuz kadar seven kızın.


31 Aralık 2011, 1 Ocak 2012, Ağrı

78 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page