top of page
Yazarın fotoğrafıŞenol YAZICI

Dost Diye Diye...

"Ulusların Dostu Yoktur; Çıkarları Vardır"

*





CUMHURİYETİN ilanından önce, Mart 1923'de Amerika'da bir dergi TİME'de geri kalmış bir ulusun liderinin resmi vardı.

Övgüyle söz ediyordu dergi.


Oysa ondan kısa süre önce A. Dulles’in ağzıyla; “Mustafa Kemal’e sert bir tavır takınılmalıdır(…) Eğer Türkiye hiçbir zarar görmeden devletlere kafa tutmaya devam eder, kapitülasyonları kaldırıp ve İstanbul’a yerleşirse bu yalnız Ortadoğu’da değil, Avrupa’da da barışı tehlikeye atacaktır,” diyorlardı.


İnsanın dostu yoktur, ulusların hiç. İnsanı bilmem ama bir ulusun ancak ortak çıkarları olan başka uluslar vardır.


İlle de birine güveneceksen, insansan kendine, ulussan halkına güveneceksin, kendinle barışacaksın, ailenle dost olacaksın.

Öyledir de en çok aranan, bulunmaya çalışılan yeniden yeniden denenen de yine de dışarıda olması olası dosttur.


Güzel sözdür; tarihten ders almayan sağlıklı gelecek kuramaz. Ders almak diyor ama… tarihi yinelemek, nehri tersine akıtmak, geçmişinde yaşamaya çalışmak olmasa gerek.


Çuval olayından bu yana Amerika, Ortadoğu politikasında kitaplardaki dostluğa pek uymayan, şaşırtan zora sokan öngöremediğimiz bir adımla öne çıkmayı alışkanlık edinmiş gibi, büyüklerimiz de anlamadıklarını belirtip sitem etmeyi. Oysa salt bugün değil, yakın tarihin her döneminde dost ve müttefik Amerika’dan yediğimiz her darbede sarsılmış, sesimizi çok yükseltmeden ince bir sitemle yaramızı sarmıştık.


Birleşmiş Milletler’e girişimiz üzerinden 15 yıl, ne kadar vefalı olduğumuzu göstermek için Kore’lere gitmemizin ve ödül olarak 1952’de ABD’nin başı çektiği Nato’ya kabulümüz üzerinden 10 yıl bile geçmeden, Rumların Kıbrıs’ta giriştikleri saldırılara yanıt vermek isteyen Türkiye engellenince “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye orada yerini alır…” demekle yetinmiş, belki de başka çıkış kapısı göremediğimizden gene olduğumuz yerde kalıp Pasifik ötesi dosta küs, ama hülyalı ve umutla bakar olmuştuk.


İyi baksak Amerika’dan alınacak çok dersler vardır, hele topu topu 250 yıl önce var olan bu yapay, ama muhteşem ülke halklarının, başlangıcında ulus olmanın, din, dil, ülkü birliği gibi… tek bir paydasını taşımadığı halde, kenetlenip ulus olması, ortak idealler yaratılıp dünyanın süper gücüne dönüşmesi bütün ülkeler için örnek bir vakadır.


Bu arada her yaptığı örnek olmasa da…


Olsun dünyaya ibretlikler de gerekir. Amerika bu yönlü de özgün bir ülkedir.


Yüzyıl önce Amerika’nın asıl sahipleri Kızılderililerin topraklarına el koyup imhasını bitirdiler. O en masum ve ari kavim, Tanrı inancını bayrak yapan Engizisyoncu Avrupalılarca, Tanrının gözü önünde toplu olarak yok edildi. Amerika’yı kuranların 1492’den bu yana en az 15 milyon Kızılderili’yi öldürdükleri tarihçiler tarafından kabul edilir.


Ya zenciler?..


19. Yüzyılda Amerika’da tarih içinde Afrika’dan zorla getirilen, tüm haklardan yoksun, hayvanların barınamayacağı koşullarda yaşamaya ve çalışmaya zorlanan, alınıp satılan dev bir köle kitle vardı; zenciler... Getirilen zenci kölelerin 16 milyonu 1492-1807 tarihleri arasında çeşitli şekillerde hayatını kaybetti. Düne kadar oy kullanamaz, beyazların olduğu yerlere giremez, onlarla eşit koşullarda yaşayamazlardı.


1861’de iç savaşın çıkmasına, başkan Linkoln de öldürülmesine neden olan zenci düşmanlığı, kölecilik geri gelsin diye faşist, yasadışı bir örgüt olan Klux Klan tam teçhizat nöbetini hala tutar.

İkinci kez seçilen, Trump öncesi Amerikan Cumhurbaşkanı, Müslümanlık olasılığıyla bize de hayli sevimli gözüken bir zenci Obama. Dedelerinin intikamını almayı düşündüğü oldu mu acaba? Ya da onu seçenler bu varsayımı aklından geçirir mi? Biz de olsaydı, bak ne defterler açardık. Gerçi Amerika’da 19. Yüzyılda göç etmiş 1200.000 Osmanlı torunu var diye iddia ediyor tarihçiler ama demek onlar da Amerikalı olup uyum sağlamışlar.


Bugün bu Çinli, Afrikalı, Japon, İrlandalı, Yahudi, İtalyan, Osmanlı… şaşırtıcı binbir gensel kökle 250 yıl önce bir devlet haline gelen karma ulus geleceğini planlamış, dünü kendi koşullarında anlamayı ve anlatmayı bilim adamlarına bırakmış, geçmişi sorun etmekten vazgeçmiş, fakat dünyayı, özellikle zengin doğal kaynakları olan azgelişmiş ülkeleri sorarsan adalet adına derin dert edinmiştir. Bu nedenle de herhalde caydırıcı yanı da olan bir Amerikalının kılına dokunulmayacağını, ama kendilerinin her yere dünyanın en mahrem yerine bile dokunabileceklerini tüm uluslara dikte ettiren bir anlayış, gıpta edilecek orijinal bir ulusçuluğu, milliyetçiliği geliştirmişlerdir.


Ya biz ne yapıyoruz?

En az bin yıldır bir arada yaşayan, her türlü yoksulluğa, ortak düşmana, onca savaşa, yıkıma ve zaman zaman başlarına geçen en basiretsiz yöneticilere karşın örnek bir dirençle yaşamayı ve var olmayı başaran, en zorunu Kurtuluş Savaşını veren ve zaferle çıkan ve bugüne gelen Türkiye halkları, en kolayını, bir ideal ve ülkü birlikteliğini başaramadık. Dünküler başarısızdı, hatta diyelim ki kötü niyetli ya biz?.. Çocuklarımız sorumsuzluğumuza uydurduğumuz gerekçelere kanacaklar mı dersiniz?


Şimdi iktidarın yönlendirmesiyle çözümü geçmişte arıyoruz.

Geçtiğimiz yollarda geleceğimizi bulacağımız doğruysa evrim teorisine göre süreç, itikat sahiplerine göre Tanrı, hiçbirine inanmayanlar göre doğa, gözlerimizi başımızın arkasına neden koymamış ki şaşmamak elde değil. En azından bizim?..


İlgisiz ama çok da merak ediyorum, tıpkı işleri kesat giden bakkalın veresiye defterlerini karıştırması gibi geçmişiyle bu denli uğraşarak ondan her defasında bilime ve akla aykırı sonuçlar elde etmek ve ters eğitimle gelecek kurmak hangi tür umarsızlığın adıdır, bu insana özgü bir halse toplumsal haline ne denir?


İnkar edilecek yanı yok, I. Dünya Savaşı’nda bize savaş ilan etmedi. Wilson Prensipleri'yle ulusların kendi kaderini tayin hakkını, parçalayıp yönetmek için az gelişmiş ulusların başına çok insani bir biçimde çuval gibi geçiren Amerika. Ne var ki Çanakkale’de itilaf devletlerinin bombalarını müttefik Amerikan gemileri taşıyordu.

Kendileri, ben bir şey istemem asaletinde dursa da, itilaf devletlerinin Türk ulusuna dayattığı, Anadolu’yu, kurulacak Büyük Ermenistan da dahil ne kadar parçalayıcı unsur varsa himayesine almaya hazır Amerika, Atatürk’ün başlattığı ulusal kongrenin tam bağımsızlık ilkesiyle “manda”sı reddedilince, Kurtuluş Savaşı’nda artık dostumuz olmayacaktı. Ne var ki tavrı, bildiğimiz kitaplardaki düşman tarzına da uymayacaktı.


Tarih kitaplarının yazmadığı Kurtuluş Savaşı sırasındaki Amerikan varlığına birkaç örnek göstermek onu daha net görmek için yeterli.

ABD, itilaf devletlerine Osmanlı’nın Anadolu’da kalan topraklarının işgalinde yardımcı oldu. İşgale yardımı lojistik destekle sınırlı kalmadı. İzmir’in işgaline USS Arizona ve diğer üç savaş gemisiyle koruma sağladı. 7 Haziran 1922’de aralarında Yunan savaş gemisi Averof zırhlı kravözörü olarak ABD savaş gemileri USS Sand, USS McFarland, USS Sturtevand Rum çetelerine destek olmak için Samsun ve Trabzon’u bombaladılar. Gemilerin Samsun’a 400 top atışı yapmalarına karşın Türkler tek bir topla sadece 25 atışla karşılık verebildi. Samsun’un bombalanmasında şehirde meydana gelen maddi hasarların yanında 4 yurttaşımız öldü ve 3' de yaralandı.


Mustafa Kemal’in çağının en donanımlı ordularının işgaline çok dayanamayacağını hesaplıyor, gerektiği zaman pastadan payına düşeni almak için ortalarda görünüyordu, ama gene de temkinliydi.

Tarihinde birilerinin dostu oldu mu, devletlerin dostu olur mu, o da başka bir konu kuşkusuz.


Neden açıktan dövüşmüyordu? Nasılsa birader İngiltere, Anglo Sakson dayatmaların nöbetçisi olarak ordaydı, diye değil elbette. Ortaya attığı Wilson Prensipleri’nin uygulanmasına gözkulak olmak için de değildi bu etkinliği. Başta ekonomik hesapları, Türkiye’deki misyoner kuruluşları, Amerikan Enstitüleri ve onların faaliyetlerinin savaş nedeniyle zarar görmemesi içindi.


Daha 1914 yılında bile Türkiye’de 627 Amerikan Okulu bulunmakta ve bu okullarda 34.000 kişi eğitim görmekteydi.

Çıkarları olan reji, yani tütün uygulamasına ve Merzifon’da ki okulunda ortaya çıkan Wilson Prensipleri’ni kendine göre yaşama geçirmeye çalışan Pontuscu gelişmelere pür dikkat kesilmiş, Karadeniz’e gemi göndermiş, kıyı kentlerini tıpkı İngiliz desteğindeki Yunanlıların yaptığı gibi topa tutacağını ima etmekten geri kalmıyordu. En çok kaygılandığı nokta bize maddi manevi her türlü yardımı yapan Sovyet Rusya ile yakınlaşmamızdı. İngiltere’nin Rusya ile aramıza bir duvar örmek düşüncesiyle 1918’lerde var gücüyle hayata geçirmeye çalıştığı Kafkaslarda başta Ermenistan olmak üzere küçük devletler ve yeni sınırlar oluşturma politikasında da baş destekçi oydu.


Türkiye Cumhuriyetini tek tanıyan ülke olarak görünen Sovyet Rusya adına Bakü’deki kongrede konuşan Lenin, sınıf hareketine dayanmasa da ulusal kurtuluş savaşlarının, yani burjuva devrimlerinin desteklenmesi gerektiğini işaret ederken, yakın dostu Türkiye’yi işaret ettiğini düşünmek iyimserlik gibi görünmemeli. O zamanki dünya gerçeğini düşünürsek devrim Rusya’sının batıya mesafeli, hatta düşman Türkiye’den başka şansı yoktu.


Unutmamalı, kısa bir süre önce Yunanlılar İngiltere’nin kuklası olarak tarih sahnesine çıkıp Anadolu’da Truvaya saldıran atalarının kemiklerini sızlatacak bir maceraya imza atmadan önce Çarlık Rusya’sı bir nolu düşmanımız olarak bilmem kaçıncı kez girdiği Anadolu’da bu kez itilaf devletlerinin kazanan tarafı olarak girmiş, gitmemeye kararlı yerleşmişti de. Ne var ki Rusya, 1917 ihtilalinden sonra İtilaf Devletleri grubundan ayrılıp savaştan çekildi. Ekim Devrimi çarlık Rusya’sının bitmeyen düşü sıcak denizlere inme amaçlı emperyalist heveslerini bitirecek, işgalden vazgeçip geri çekilecekler, bu kez Çarlık Rusya’sına ve Beyaz Orduya yardım etmeye niyetli batılıların önünü kesebilmek için de Türkiye ile dost olacaklardı. Sonuçta kazan kazandı yapılan ama din bir Arap kardeşlerimizden görmediğimiz dende hayırlı bir dost olacaktı. Bunun nedeni de anlaşılır bir şeydi. Önce Osmanlı, sonra da Türkiye, batılılarla anlaşır, boğazları açarsa Avrupa, köklenmeye çalışan, Almanya ve diğer sanayi ülkelerinden müjdeli haberler alıp dünya siyaseti olmayı amaçlayan Sovyet Devrimini bitirebilirdi. Denilebilir ki Atatürk ve Lenin’in görüp akılla idare ettiği bu politika Stalin’e kadar da sürecektir.

Ah Stalin! Amerika’ya karşı uydu devletler yaratma projesi hiç de akıllıca değildir. Zaten komünizm paranoyasıyla Yunanistan’daki iç savaşı gerekçe edip Truman Doktriniyle Rus etkisine açık ülkeleri Marşall yardımıyla desteklemeye karar verecekti.


Stalin’in Türkiye’den Kars Artvin ve Ardahan’ı ve Boğazlardan askeri üs istemesi üzerine Milli Şef İnönü, ABD’den askeri destek istemişti. Bu desteği vermeye hazır Amerika Truman Doktrini gözetiminde ve süt tozu katkısıyla yardıma başlamıştı ama kimi koşulları da vardı. Türkiye’den serbest seçimlere dayalı demokrasi düzeni, milli şeflik, 5 yıllık kalkınma planları ve Köy Enstitüleri gibi Sovyetlerden esinlenilmiş uygulamaların kaldırılmasını talep edecekti… ve bu anlaşmayı Milli Şef İsmet İnönü imzalayacaktı.


Haksızlık etmeyelim, ne İsmet İnönü ortanın solundaydı o zaman, ne de o CHP bugünküyle bir benzerlik taşıyordu.

Hem ulusların politikalarını ideolojilerden daha çok koşullar belirlemez mi? Öteki türlü akan zamana bir inattır ideoloji.


Arkası gelecekti, Truman Doktrini, Marşal Yardımları kanımıza kadar işleyince Komünizme karşı cansiparane yer almamız sağlanacak, ezeli düşmanlık, ulusal erkeklik gururumuzum tarihsel kanıtı Katerina konusu da dahil bütün geçmişiyle hortlayacaktı. Dünyanın komünizm paranoyasının yanında yer alarak uluslararası arenada Kore dahil sergilediğimiz kahramanlıklar yetmeyecek, bu anlayışın bir uzantısı olarak Amerikan’ın dünya güç savaşı, bütün olgularıyla bizim savaşımız olacak, yıllarca sürecek kanlı bir iç savaş başlayacaktı.

Biz ekmeğin özüne, güneşin gözüne… bakan üşengeç insanlarız, ne var ki bir işi üstlenmeyelim, yaptık mı tam yaparız; Bekçi Mürteza neymiş ki?

Bütün bunlara sebep olan Stalin ne mi yapmıştı? Kuşkusuz, yanlış anlaşıldım diyerek it kadar pişman ve nadim olmuştu, öyle de ölüp gitmişti, ne var ki fırsatı bulup dibine kadar giren Amerika bir daha asla geri gitmeyecekti.


Altmışlı yılların ortalarından başlayarak yetmişli yıllarda Rusya’ya ve Çin’e sataşmayı gözümüz kesmeyince, içimizdeki ayrıkotlarını temizlemeye verecektik kendimizi. Aramızda var olan komünistleri, hatta saç uzatarak, mini etek, İspanyol paça…Karadeniz'e bakarak iç geçirerek kendini belli eden potansiyelleri, kafatası ölçüleri standart Türk kafatasına uymayanları, mevcut Ortodoks mezhep ve anlayışına sıcak bakmayanları, elbette fırsatı bulmuşken bilumum zararlı haşaratı yok etmeye adanmış kutlu çalışma yıllarımız olacaktı o yıllar. Kimileri devlet elinden eğitim zayiatı, çoğu kim vurduya giden kayıtlı, çoğu üniversiteli 5000 kişi öldürülecekti. Çocuklarımızı ulusça elbirliğiyle, hiç ilgisi olmadığı halde saçıyla, şarkısıyla, okuduğu şiirle, bıyığıyla… vatan kurtaran / vatan düşmanı rollerine sokup katil ve maktul yapma potansiyelimizi tüm dünyaya iftiharla gösterecektik.


O devir, Anayasada bile yazılı, asli görevi vatanı koruyup kollamak olan ne var ki 10 yılı geçkin süredir bunu unutmuş görünen, daha önce yokmuş, bir yerlerde izinde, savaştaymışlar gibi birden ortaya çıkan orduya, günde elli kişiye varan ölümleri bir ıslıkla durduran “örfi idareye”, nasıl oldu diye bile sormadan sıraya geçip istisnasız hepimiz alkış tutacaktık, haksız da sayılmazdık, sokağa çıkamaz olmuştuk.

Darbenin yapılmasının ardından CIA Ankara Bürosu Şefi Paul Henze, Washington’daki Beyaz Saray’dan bir telefon alacak ve “Paul, senin çocuklar başardı,” denilecektir. 7 Kasım 1982 tarihinde yapılan referandumda yüzde 91.37'lik 'evet' oyuyla kabul ettiğimiz darbe anayasasını ve Evren’ın dayatmasını alkışlayacaktık ama, gün olacak o alkışları da külliyen inkar edecektik ayrı.


Burası Türkiye, elbette onun da rövanşı olacaktı. Gün olacak “Örfi İdare”nin çoğu gitmiş, kalanı elden ayaktan düşmüş, ahrete hazırlanan generallerine işledikleri günahların vebalini güya soracak, halkı avlayacak, bedavadan adalet kahramanı olacak, ondan sonraki tüm adaletsizliklerimizi örtecek bir unvana sahip olacaktık kolayından.

Evren'in 18 Haziran 2014’te Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nce anayasayı tebdil, tağyir ve ilga ile meşrû hükümeti devirme suçlarıyla yargılandığı dava sonucunda müebbet hapis cezasına, rütbesinin de orgenerallikten erliğe düşürülmesine karar verildi. Kararlar kesinleşmesi için Yargıtay’a gönderilmedi. Evren’in 9 Mayıs 2015’te ölümü üzerine Yargıtay sürecindeki dava düştü ve kararlar kesinleşmemiş oldu.


Tarih gariptir, rastlantılar olağanüstü sonuçlara yol açar.


İşte böyle bir sürecin başında, “Şenol Bey Tarihi” hiç hesapta yokken çok önce, kurtuluş yıllarında, Cumhuriyetin kuruluşundan birkaç ay önce, Amerika’da çıkan bir dergi TİMES, Atatürk’e kapaktan yer verir. Atatürk’ü ve yaptıklarını övmektedir.

Oysa daha dün “Avrupa´dan süpürülen Türklerin dünya siyaset sahnesinden de bir daha dönmemek üzere silinip gitmesi başlıca dileğimizdir.” diyordu 21 Ağustos 1920 tarihli The New York Times.

Wilson Prensipleri’de bu niyetin anayasası olacaktır.


A.DULLES’in ağzıyla “Mustafa Kemal’e sert bir tavır takınılmalıdır (…) Eğer Türkiye hiçbir zarar görmeden devletlere kafa tutmaya devam eder, kapitülasyonları kaldırıp ve İstanbul’a yerleşirse bu yalnız Ortadoğu’da değil, Avrupa’da da barışı tehlikeye atacaktır.” diyorlardı.


Times dergisi aradan 90 yıl geçtiğinde var olan kapaklarından seçtiklerini yeniden yayınladı. Başta gene Atatürk’ün resmi vardı.


Ne dersiniz, rastlantı mı, gazetecilerin konu bulamayışından kaynaklanan bir sonuç mu? Yoksa nihayet Amerika’nın bile teslim etmek zorunda kaldığı hakkı olan bir onurlandırma mı? İşin içinde Amerika olunca, hayırdır... demeden olmuyor.


Bence hiçbiri değil; “Ulusların dostu yoktur.”

VE ACIKLIDIR…

Bugün en büyük ihtiyacımız elbette BARIŞ. Elbette barış uzlaşmalardan geçer ve ödün gerektirir, zorumuza gitse de… Bunun yollarını bulacak ve uygulayacak olanlar sorumlu iktidarlardır.

Ne var ki, bugün Atatürk’ün kurduğu demokrasinin kazanımlarıyla rahat ortamda bizler, onun ilkeleriyle uzlaşmayı reddederek hatta rövanş alma anlayışında, Cumhuriyet’in takipçileri milyonları hiç hesaba katmadan, yani en başta ATATÜRK’le barışmadan,

BARIŞTAN söz ediyoruz…


Söven sövene...


Siz ağzınızı açıp cemaatler ve dindar kesim için bir yorum yapsanız troller anında linçe başlar, savcılar harekete geçer, tutuksuz yargılanmak mümkünken size yer bulunur hapiste, ne var ki Cumhuriyete, Atatürk'e hakaret edenin hakkında soruşturma bile açılmaz.

İnsan merak ediyor? Eksik ve bir ayağı topal bir barış mı isteniyor, yarın dünya siyasetini belirleyenlerin gerektiğinde kurcalamaları için?..


Şenol Yazıcı, 5 Mart 2013

22 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page