top of page
Sabahattin EYÜBOĞLU

Don Kişot, Romanların Romanı


Gustave Flaubert: “Ben ‘Don Kişot’u okumadan önce, ezbere biliyordum.” demişti. Bu büyük söze, Flaubert’i belki iyi anlamış olan Thibaudet’nin bile gereken önemi vermemesine şaşılır. İlk akla gelen, şüphesiz Flaubert’ in “Don Kişot”u çocukluğunda dinlemiş olmasıdır. Öyleyse, büyük romancı herkesin söyleyebileceği bir şeyi söylemiş oluyordu.


Bütün ünlü kitapların ortak kaderi “okunmadan bilinmek” değil midir? Kaç aydın “İlyada”yı, “Kutsal Kitap”ı, “Kur’an”ı, “İlahi Komedya”yı ya da “Leyla ile Mecnun”u okumuştur? Bununla birlikte bu kitapları “aşağı yukarı” bildiğini sanır herkes. En ünlü kitaplar en az okunan kitaplardır, diyeceğim geliyor. Sözle özetlenmeye elverişli bütün şaheserler toz tutmaya mahkûmdurlar. Onları biz; istemeden, özlemeden, zahmet çekmeden kitaplıklar dışında buluruz; hava gibi, su gibi, ekmek gibi. Bilinen şeyleri yeniden bulmanın tadını çıkarmak herkesten beklenemez. Dahası var: Ölümsüz olmak tam anlamıyla ölmek demektir!


Hesabı görülmüş şeylerden bize ne? Paris’te büyük adam heykellerinin önünden geçerken içimde tuhaf bir sıkıntı duyardım. Bir gün anladım ki bu sıkıntı bana o heykellerin mahkûm oldukları sonsuz yalnızlıktan geliyordu. Ne günahları vardı ki onları köşe başlarında zorla seyredilmeye, görmeden bakılmaya, okumadan bilinmeye mahkûm ettiler! Ne mutlu bana ki en çok sevdiğim sanatçıların heykellerine hiçbir yerde rastlamadım.


Ama Flaubert: “Ben ‘Don Kişot’u okumadan önce benliğimde, damarlarımda, bilinçaltımda buldum.” demek istiyordu. Ya da isterseniz böyle diyebilirdi Çünkü:

1. “Don Kişot” bütün insanların romanıdır.

2. “Don Kişot” bütün romanların romanıdır.

3. “Don Kişot” gerçekçilik çağının, yeni zamanların romanıdır.


Hiç şüphesiz, Don Kişot’a bu engin niteliği veren yalnız Cervantes değildir. Her şaheser gibi onu da az çok yüzyıllar yaratmış, daha doğrusu tamamlamıştır. Her şaheser gibi o da düşünce tarihini emmiş, bir “karmaşa” hâline gelmiştir. Aslında kolayca ispatlanabilir ki insani ve evrensel sayılan eserler bu niteliklerini çoğu zaman sonradan anlamışlardır. Her eser doğduktan sonra gittikçe büyüyen bir bağımsızlık ve kendi kendine zenginleşen “ikinci bir içerik” kazanır. Ama şimdiye kadar eleştiri, kötü bir alışkanlıkla bu ikinci içeriği hep sanatçının ruh sermayesine mal etmiştir. Sanki her güzelliğin bir sahibi olması şartmış gibi! Ben, sahiplerini gölgede bırakan birçok şaheser biliyorum.


Cervantes’ in kitabına isteyerek koyduğu şey, hiç olmazsa başlangıçta, şövalyeliğin yergisi idi. Tıpkı sonradan, Flaubert’in “Madame Bovary”sine burjuvalaşan romantizmin yergisini koyacağı gibi… Şu farkla ki güneyli Cervantes, esinini iyimser ve genç bir uygarlığın sabahından alıyordu, kuzeyli Flaubert ise kötümser ve yorgun bir uygarlığın akşamından. Eleştirinin kaynağı birisinde “sağduyu” öbüründe “hınç”tı.


Rönesans’ta şövalyelik, müspet bilim çağında romantizmin düşeceği akıbete uğramıştı. (…) Başta Amadis de Gaule olmak üzere şövalye romanlarının hiçbiri ve bu romanların hiçbir özelliği Don Kişot’ un yıkıcı alayından kurtulamayacaktı. Hatta Cervantes alayla yetinmeyerek Don Kişot’u baştan çıkaran bu romanları -bir kaçı dışında- birer birer ateşe attıracaktı. Aynı şekilde Flaubert de Madame Bovary’yi baştan çıkaran romanları birer birer mahkum etmeyecek mi? Şövalyelerin kutsama törenine bile kurtuluş yoktu. Don Kişot’un nasıl kutsandığını biliyorsunuz. Hiçbir devir, hiçbir moda bu kadar ezici bir yenilgiye uğramamıştır: Ne Molkre’de ne Voltaire’de ne Şaubert’de… Şüphesiz biz artık çağdaşların bu yenilgi karşısında duydukları hazzı duyamayız. Ama Don Kişot’un ilk başarısını bu hazza borçlu olduğu inkâr edilemez. Bunu zaten Cervantes’ in kendisi de söylüyor: “Kitabım, baştan başa şövalye romanlarının yergisidir.”


Gerçi, Don Kişot her şeyden önce, büyük bir karikatürdür ama öz hatlarına indirgenmiş, gözsüz, kulaksız, elbisesiz bir karikatür değil.. Don Kişot’u atından, uşağından, zırhından, miğferinden, hatta şato ve değirmenlerinden ayıramazsınız: Onu Harpagon gibi bir tip olarak düşünemezsiniz. Ama o hâlde bu canlı karikatür, bu Manşlı “Hidalgo” insani ve genel içeriğini nerden alıyor?

Don Kişot, Harpagon gibi insanlığın “stylise” edilmiş belli bir yönünü değil, bütün insanlığı, “insan”ı temsil etmektedir. Tipler birer parça, Don Kişot bir bütündür: Hamlet gibi, Faust gibi, Prens Muiskin gibi, Madame Bovary gibi…


Bakın, Don Kişot’un karikatürleşen her yönü nasıl en öz duyularına cevap veriyor:

1. Don Kişot (Madame Bovary gibi) romanların etkisi altında kalır:

2. Don Kişot (Madame Bovary gibi) yaşadığı hayatla yetinmez: “evasion, değişmek ihtiyacı.

3. Don Kişot (Madame Bovary gibi) dış dünyayı olduğu gibi değil, olmasını istediği gibi görür: idealizm.

4. Don Kişot. (Madame Bovary gibi) gerçeğin hapishanesinde kalmaya mahkûmdur: gerçekçilik.

Değişen yalnız şu ki Don Kişot’a: Etki altında kalış, bir hipnotizma;

Değişmek ihtiyacı, bir “paranoya” (kendini büyük adam sayma deliliği) idealizm, bir “sanrı”; Realizm, bir “yere yuvarlanma” biçiminde ortaya çıkar.

Zaten Don Kişot’ un bütün deliliği, bir “manie (mani)”ye indirgenebilir. Çünkü dikkat edilirse onun tek “zayıf nokta”sı şövalyeliktir. “Gezgin şövalye” olduğunu kabul ettiğiniz sürece, Don Kişot düşüncesi yerinde ve mantıklı bir adamdır. Normalin biraz üstüne çıkan her insana “manyak” teşhisi konulamaz mı? Hepimizin bilinçaltında bir Don Kişot uyumaktadır. Don Kişot’a çok candan gülüşümüz, ona çok benzediğimizden gelmiyor mu? Madame Bovary’ye acımamız, ona çok benzediğimizden değil mi? Flaubert: “Madame Bovary benim.” diyordu.


Ama Don Kişot’ u romanların romanı yapan yalnız ruhsal içeriği değildir. Bu kitabın gerçek serüveni, idealle gerçeğin savaşıdır. Diyeceksiniz ki bu bütün insanlık tarihinin serüvenidir. Ama “Don Kişot”ta ideal ile gerçek, yerle gök, Don Kişot’la Sanşo Panza, nihayet eşit güçlerle karşılaşıyorlardı. İlk olarak yeryüzü hayal gücüne karşı koyuyor, yel değirmenleri idealizmin kaburga kemiklerini kırıyordu. Eleştiri çağı başlamıştı artık. Ama iyimser Cervantes bu savaştan bir dram değil, bir denge, bir uyum yaratıyordu! Kitabın asıl mucizesi bu işte… Don Kişot’la Sanşo Panza birbirini yok etmiyor, tamamlıyorlar; ruhla beden, ışıkla gölge gibi.


İşte onlar, hayal ve gerçek, İspanya’nın güneşli bir yolundalar: Don Kişot önde, bir hayalet gibi uzun ve zayıf, gözleri uzaklarda… Sanşo arkada, şişman ve kırmızı, gözleri elindeki soğan ekmekte. Öndekinin aklı ileride, arkadakinin aklı geride, gidiyorlar. Onları yalnız ölüm ayıracak ruhla beden gibi yürüdükleri yol hayat yolu. Romanın bütün olayları âdeta bu sonsuz yürüyüşün gâh ideale çıkan, gâh gerçeğe inen bir grafiğini çizerler. Nasıl destan ve masallardaki bütün olaylar iyilikle kötülüğün, çirkinlikle güzelin, dünyevi ile ilahînin kavgalarına indirgenebilirse hayal ve gerçek karşıtlığı da “Don Kişot”un tek ve “her yerde hazır” temasıdır. Bu tema roman edebiyatlarına özgü bir açıklıkla olaylarda, görüntülerde hatta üslupta bile durmadan değişir, genişler, zenginleşir: Devler ve yel değirmenleri, şato ve han, ideal ve açlık, Don Kişot’un aşkı ve Rossinante’nin kısraklara saldırısı, hayalî sevgili . Marie Tornez, sihirli miğfer ve berber çanağı vb. her zaman aynı şey, hep aynı büyük karşıtlığın kırıntıları. Cervantes romanına sonsuzca devam edebilirdi. Don Kişot bitmeyen romanlardandır.


Don Kişot, Sanşo beraberliğini yüzyılların hayatında da görüyoruz: Tabii daha karmaşık, daha dengesiz biçiminde. Zamanın, çevrenin ve ruhun ihtiyaçlarına göre savaşı gâh hayal gâh gerçek kazanıyor. Sanat tarihinde durmadan devam ettiğini gördüğümüz “doğadan uzaklaşma” ve “doğaya yaklaşma” akımları aynı savaşın aşamaları değil midir? Klasik edebiyatta hayal gücünün dizginlerini tutan ünlü “sağduyu” bizim Sanşo değil midir? “Gerçekten başka güzellik yoktur.” sözü Sanşo’ nun “Güzellikten başka gerçek yoktur.” sözü de Don Kişot’undur. Ama, müspet bilim ilerledikçe hayalin tepkileri daha pahalıya mal olacak ve sonunda Madame Bovary gerçeğe karşı gelmesini hayatiyle ödeyecektir.


Romantizm Don Kişot’un yeni bir atılımı, bir isyanıdır. XIX. yüzyılda hayal ve gerçeğin savaşları artık barışla değil, “dram”la bitmeye başlıyor. Ruhları bu drama sahne olan kahramanlar saymakla bitmez: Werther, Faust, Don Juan, Julien Sorel, Eugnie Grandet, Madame Bovary, Raskolnikof. XIX. yüzyılda gerçekliği yenmiş hangi roman kahramanını tanıyorsunuz? Hangisi rüyasını kana kana içebilmiştir? Her savaşta kanatları kırılan “hayal” Don Kişot’ un atından düştüğü zaman söylediği sözü bir nakarat yaptı: “Yo soy el most desdichado caballero de la tierra” (Ben yeryüzünün en mutsuz şövalyesiyim.).


İdeal ve gerçeğin, romantizm ve realizm adları altında karşılaştıkları dramı en iyi Flaubert’ de seyredebilirsiniz. Don Kişot’ u okumadan bile ama Cervantes’e çok az benzeyen bu adamın hayatı iki kutup arasındaki zikzaklarla örülmüştür. Beş altı yıl arayla yazdığı romanlarının her biri kendinden öncekine bir tepki niteliğindedir. “Madame Bovary”de ölen hayal, “Salambo”da canlanır, “Education” da yeniden ölür. Bu, şunu gösterir ki Flaubert savaşmayı yalnız anlatmıyor, yaşıyordu da. Nitekim “Madame Bovary”i yazarken soğukkanlılığını tutamamış ve bu dış gerçekçi romancı, ansızın kendinden söz ettiğini anlayarak ürpermişti. Oysa Cervantes, kendine güvenli ve anlattığı serüveninin çok üstündeydi. O, dudaklarında sürekli bir gülümsemeyle kahramanlarını birer kukla gibi oynatabiliyordu. Zavallı Don Kişot’una karşı, çok çok, bir baba sevgisi duymuş olabilir; onu da her zaman değil. Çünkü Cervantes bütün kavgalarda bir barış, bütün düzensizliklerde bir düzen, bütün uyumsuzluklarda bir uyum seziyor; bir kelimeyle, hayatı bir “bütün” olarak görüyordu.


Hayatı bir bütün hâlinde, yani bir hayal ve gerçek, ruh ve beden karmaşığı olarak görmek ve göstermek; işte büyük romancıların sırrı bu olsa gerek. Bu bütünü görüş sayesindedir ki büyük romanlarda bir devrin, bir uygarlığın nabzını duyarsınız; bu görüş sayesindedir ki bütün roman kolayca bir destan niteliği kazanır. “Don Kişot” “dünya hayatı”nın destanıdır. Son üç yüzyıl içinde yazılan bütün romanlar, âdeta bu destanın çevresinde dönüşen yıldızlar gibidir. “Don Kişot”la “İlahî Komedya” bitiyor, “İnsani Komedya” başlıyordu. Nitekim, dünya romanının destan değerini çok iyi gören Balzac, sayısız, eserlerini bu ad altında toplayacaktı. Yazık ki Cervantes insani komedya adını Balzac’tan önce bulup kitabına koyamamıştı.

132 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 Comment


Nurten B. AKSOY
Nurten B. AKSOY
Dec 29, 2020

"Bütün ünlü kitapların ortak kaderi “okunmadan bilinmek” değil midir? Kaç aydın “İlyada”yı, “Kutsal Kitap”ı, “Kur’an”ı, “İlahi Komedya”yı ya da “Leyla ile Mecnun”u okumuştur? Bununla birlikte bu kitapları “aşağı yukarı” bildiğini sanır herkes. En ünlü kitaplar en az okunan kitaplardır, diyeceğim geliyor." Tam da günümüz entellektüellerini anlatan bir cümle. Okumayız ama -mış gibi yaparak ahkam kesebiliriz.

Like
1/706
bottom of page