top of page
Yazarın fotoğrafıNiyazi UYAR

Devrimciler Korkmaz

Güncelleme tarihi: 10 Oca 2022


Uludağ’ın pusu, evlerin bacasından çıkan kömürün iğrenç dumanı ile birlikte şehrin üstüne abanmış nefes aldırmıyor, halk zehir soluyordu.


Ne hikmetse, şehrin nefes borusu gündoğusundan esen rüzgâr da erken kesilmiş, bunaltıcı, insanı çıldırtan bir hava Bursa şehrini boğmak için, kinini, irinini kusmuştu.

Okulun üst yanından devrimci grup, alt yanından milliyetçi grup büyük bir disiplin içinde Bursa Eğitim Enstitüsü’ne doğru yürüyüşe geçmişti.


Devrimci grup: “Bağımsız Türkiye, Kahrolsun faşizm, kahrolsun Amerikan emperyalizmi… gibi sloganlar atarken,

Milliyetçi grup: “Komünistler Moskova’ya, Kırım, Kerkük, Türkistan kan kan… diye öfkelerinin en büyüğü ile haykırıyordu.


“Mavilim dediğim tek gamzelinin, aslında siyasi bir çizgisi yoktu. Kendini tam bağımsız Türkiye diyen grubun içinde bulmuştu. Gözümdeki kara gözlüğün üstünden bakan maviden kahveye çalan gözlerim yakıp yandırmış onu. Sonra da “bir türlü kurtaramadım, alamadım kendimi senden,” demişti.


O, “aman anam duymasın ha derken, ben de aman arkadaşlarımın haberi olmasın diye halden hale girerken kutsal bir ibadetin icabını bir huşu içinde yerine getirmeye çalışıyorduk. Adını anarken yüreğimin çarpıntısı göğüs kafesimi çatlatacak gibi oluyordu.


Başkan Kenan, “arkadaşlar, bizim ahlakımız devrimci ahlaktır, kız arkadaşlarımız devrimci bacılarımızdır, ahlaksız gözü affetmeyiz,” demişti. Emir demiri kıyık kıyık kıyarken sen ol da sevini yüreğine gömme!


Okulun üst yanından devrimci grup, alt yanından milliyetçi grup yürüyüşüne devam ederken karşılıklı sloganlar, birbirine karışıyordu.


“Faşizme geçit yok!

“Komünistler Moskova’ya!”

“Kahrolsun Amerikan emperyalizmi!”

“Milliyetçi Türkiye!”

“Bağımsız Türkiye!”


Sloganlar çarpışırken, yürüyüşümüz devam ediyordu. Polis giriş kapısına mevzilenmiş, tetikte bekliyordu. İki katlı, üç katlı Ortabağlar Mahallesi sakinleri az sonra başlayacak meydan savaşını izlemek için evlerinin balkonlarında kaş kaş olmuş seyir vaziyeti almışlardı. Diğer yandan balkondan balkona değerlendirmeler yapıyor, üzüntülerini dile getiriyorlardı. Özellikle kadınlar çok etkileniyor, çok üzülüyorlardı:


“Yazık bu gençlere, anadan babadan uzak, güya okumaya gelmişler!”

“Yazık tabi ki çok yazık, birbirlerini öldürmek istiyorlar!”

“Yazık, çok yazık gözlerini kırpmadan birbirlerini öldürüyorlar!”

“Bu gençleri bu hale getirenlerin Allah bin türlü belasını versin!”

“Yukarıdakiler koltuk, bu çocuklar memleket derdinde!”

“Polisin de gücü yetmiyor!”

“Yeter mi, yirmi, otuz polisle olur mu bu iş, bin, iki bin genç var!”

“Hepsi de zıpkın gibi, polis hayatta yakalayamaz!”

“…”


Maviliyle yan yana yürürken, dirseklerimiz, kollarımız birbirine temas edince bir hoş oluyordum. Sıcak nefesi yüzümde, dudaklarımdaydı. Göz göze geldiğimizde tek gamzesinin içinde kaybolup gidiyordum. O bağırış çağırış içinde kulağına:


“Mavilim, Mavişelim,

Tenhada buluşalım, (Mavilim!)

Kurban olduğum Allah

Tez gönder kavuşalım!”


Diyen halk türküsünü mırıldanırdım sıkça. Çok severdi bu türküyü “hadi bir daha, bir daha” deyince sesinin sihri Ortabağlar’dan alır beni, Uludağ’ın yamacındaki ucu bucağı görünmez hem yemişinden, hem odunundan faydalandığımız kestane ağaçlarının altına bırakıveriyordu. “Hadi bir daha, hadi bir daha!”


“Mavilim, Mavişelim,

Tenhada buluşalım, (Mavilim!)

Kurban olduğum Allah

Tez gönder kavuşalım!”


Hava çelik gibi buz kesiyordu adeta. Ağzımızdan çıkan buhar havada donuyor, buz zerrecikleri olarak parça parça yere düşüyordu. Bir mecburiyet yoksa insanlar dışarı çıkmadığından Hürriyet - Mesken minibüsleri boş gidip geliyordu.


Okula doğru slogan ata ata yavaş yavaş ilerlemeye devam ediyorduk. Bağırmaktan boğazlarımız acımaya başlamıştı. Slogan atar gibi yapanları da acımasızca eleştiriyorduk. “Bağır bağır,” diye kızıyorduk. Bugün kararlıydık, okulu kurtaracak, -güya- işgali bitirecektik.

Gökyüzünün grisi yavaş yavaş siyaha dönüyordu. Gruplar birbirine yaklaştıkça, heyecan daha çok artıyordu.


“Kahrolsun faşizm!”

“Komünistler Moskova'ya!”


Okulun ana giriş kapısında karşılaştık. Polis, grupların önünü kesmiş, yürümelerine izin vermiyordu. Bu ara sloganların dozu da artıkça artıyordu. Slogan savaşını kazanan grup sanki karşı grubu yenmiş olacaktı.


Grup liderleri, Sarper, Niyazi Şafak, Kenan arkadaşlarını sükûnete çağırırken, aniden patlayan üç el silah sesi gençleri öfkelendirmiş, kurt dumanlı havayı sever misali birilerinin atının alnına gün doğmuştu. Bu durum iki grubun birbirini boğazlamasının işaret fişeği olmuştu. Öyle bir atılmışlardı ki ileriye Uludağ’ın yamacından boşanan sel gibi. Timur’un askerleri ile Yıldırım’ın askerleri Ankara önlerinde bir savaşa tutuşmuş gibi, kafa, kol, bacak demeden vuruyorlardı birbirlerine.


Bir silahtan çıkan kurşun Mavili’min şakağına isabet etmiş, oracığa yatırmıştı onu. Ana kuzusu Mavili, bir mecburiyetle siyasi grubun içinde bulunmuş, bir mecburiyetle de ara ara eylemlerin içinde yer almıştı. Artık yoktu, onun adı da eğitim enstitülerinin isimsiz şehitleri arasına yazılmıştı…

Okula gitmek istemiyordum, bir haftadır kimseyi gördüğüm yoktu, görmek de istemiyordum. Bir kararın eşiğindeydim. Evden çıkıyor, kimseye bir şey söylemeden, Setbaşı, Heykel, Altıparmak, Kültürpark… dolaşıyordum. Setbaşı köprüsünden derenin çeşit çeşit bitkilerine bakarken dalıp gittim. Bir zaman öyle kaldım, neden sonra kendimi rahatlamış hissettim. Yarın, teleferiğe binip Uludağ’a çıkacaktım.


“Tamam, tamam Uludağ’a gitmek doğru bir karar, yarın Uludağ’a gideceğim!”


Evimiz Uludağ’a yaslanıyordu. Teferrüç Mahallesi’nin son eviydi. Evin hemen arkasından çam ağaçları başlıyordu. Yakacağımızı Uludağ’ın kestane ağaçlarından karşılıyorduk. Uludağ hem nefes borumuz, hem yaşam kaynağımızdı. İbrahim, Pirağa ile birlikte kalıyorduk. Yarın teleferikle giderken el sallayacaktım onlara, teleferik hattı evimizin tam üstünden geçiyordu...


“Tamam, yarın Uludağ’a…”


Sarıalan’dan aktarmalı yolcularını alan teleferikle oteller bölgesine geldiğimde dağın zirvesinin biraz yukarıda olduğunu konuşulanlardan duydum, hiçbir şey görünmüyordu çünkü. Şehrin üstünü örten gri hava yerini kopkoyu bir sise bırakmıştı. Havanın soğuğu öyle bir çarpıyordu ki kırbaç gibi şaklıyordu insanın suratında. Soğuğun tesiri rüzgârla daha bir yakıcı oluyordu.


Esen rüzgâra, soğuğa bana mısın demeden, hızlı adımlarla yukarıya doğru yürümeye başladım. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Sonra, rüzgârın soğuğu yetmezmiş gibi bir de tipi başlayınca göz gözü görmez olmuştu. Az önce ayrıldığım istasyon aşağıda kalmıştı. Tipi şiddetini artırdıkça, telaşım, korkum artmaya başladı. Nerden, hangi yönden geldiğimi şaşırmıştım. Tipiyi önüne katan rüzgar, “vuuu vuuu” diye türkü çağırıyordu. Güneş daha batmamış, fakat ortalığı zifiri bir karanlık kaplamıştı. İnsan önünü göremiyordu. “Ne yapacağım ben, ya sekiz on aç kurt inlerinden çıkıp avlanmaya çıkmışsa, ya hepsi aynı anda saldırırlarsa… Çevrede kendimi koruyacak, ne bir taş var, ne de bir sopa vardı!


Bağırmaya, avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. Korkuyordum, bu dağ başında, hiçbir iz yok, yol yok, gidebileceğin yeri gösteren en küçük bir işaret yok. Korkum da büyüdükçe büyüyor, o büyüdükçe kalbim duracak gibi oluyordu. Biraz sonra aç kurtlar tarafından paramparça olacağımı düşündükçe korkum titremeye döndü.


“İmdatttt, imdatttttt, imdatttttttttt!”


Sesim Uludağ’ın zirvesinde yankılanıyordu. Birden zıngadak diye bulunduğum yere çakıldım kaldım. Sanki aynada görmüş gibi oldum kendimi. Gözlerim kıpkızıl, korku bütün bedenimi esir almış, yüzüm ateş topuna dönmüş! Utandım kendimden, “devrimciler korkmaz, devrimciler teslim olmaz!” Mavili beş gün önce eğitim enstitüleri şehitleri tarihine ismi kazınmışken, ben korkudan it gibi titriyordum. Utandım kendimden, utandım Mavili’den, utandım Denizlerden…


Bir zaman öylece kaldıktan sonra yamaca aşağı koşmaya başladım. İçimden de dua ediyordum, teleferik istasyonuna ulaşmayı diliyordum. Koştukça koştum; koştukça koştum. Ne kadar koştum, onca yağan tipiye aldırmadan istasyon önünde soğuğun tadına bakmak isteyenlerin konuşmalarını duyunca yavaşladım…

Üst yoldan devrimci grup, alt yoldan milliyetçi grup okula gidip gelmeye devam etti. Mümkün olduğunca ortalıkta görünmemeye çalıştım. Artık fırsat buldukça hem onun için, hem de kendim için ders çalışıyordum. Söz vermiştik birbirimize, ant içmiştik; çok iyi öğretmen olacaktık. Yüküm daha da artmıştı, iki kişilik ders çalışıyor, iki kişilik yaşamaya çalışıyordum.


Verdim çalıştım, verdim çalıştım. Hem onun için, hem kendim için öğretmen oldum.


Ve o günden sonra, sevginin kutsiyeti Uludağ’a, Teferrüç’ten, Sarıalan’a, zirveye kutsal aşkları taşıdı, dört mevsim! Tipili günlerde Uludağ’ın zirvesinde yankılan sesimi duyar gibi olurum…


118 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page