DELİ MÜDÜR
- Niyazi UYAR
- 2 gün önce
- 8 dakikada okunur

Niyazi UYAR*
Türkiye henüz çağ atlamamış(!) ortaokulları köylere kadar yaygınlaşmamış, ilköğretim sekiz yıla çıkarılmamıştı.
Kerem okumak için ilçesi Demirci'ye gittiğinde henüz on bir yaşındaydı. Birkaç arkadaş birleşip ev kiralamışlardı. Bir başına hiçbir ailenin gücü yetmezdi çünkü ev kiralamaya. Ev sahipleri de insafsız olduğundan dayıyorlardı iki misli kirayı, “canın isterse tut," diyorlardı, biliyorlardı ki öğrenci çok, ev az. O nedenle sümüklerini çeke çeke, kasım kasım kasılıyorlardı. Hele bir de imam hatipte değil de öğretmen okulunda okuyorsa… Öğretmen okulunu oldum olası sevememişlerdi. "Bu okuldan çıksa çıksa ... çıkar" diyorlardı.
Saraçlar'ın evinin alt katında oturuyorlardı: İki odalı bir evdi bu. Abisiyle birlikte dört arkadaş daha vardı. Hala oğlu Hasan, yaşça hepsinden büyük olduğundan; "bu evde ben ne dersem, o olur, ben yokken Muzaffer sen ilgileneceksin" diyerek, kendini sultan ilan etmişti bile bu anasız babasız aileye...
Yemek pişirmek, bulaşıkları yıkamak ortalığı silip süpürmek kendi işleriydi. Sonra da ders çalışmak, sınavlara hazırlanmak... En zoru işte buydu. Altı köy çocuğu: İkisi Demirci Ortaokulu birinci sınıfa, ikisi öğretmen okulu dördüncü sınıfa, en büyükleri olan Hala oğlu Hasan altıya, Abi Muzaffer beşinci sınıfa gidiyordu. O, aşk işleriyle fazla alakalı olduğundan çakmıştı geçen yıl. Tabi köyde kızları uzaktan görüyordu. Nede olsa koskoca Demirci şehrine gelmiş, kızlara bir soluk mesafesine kadar yaklaşabilmişti. Hala oğlu Hasan, bu yıl; seneye de Abi Muzaffer öğretmen olacaktı. Yemeyi, bulaşığı, temizliği sıraya koymuşlardı. Yemekleri de neydi ki bulup buluşturmak, denkleştirip kaynatmaktı. Ama mutlak kaynatıyorlardı. Hiç bulamazlarsa, patates onu da bulamazlarsa bir çay kaynatıp doyuruyorlardı karıncıklarını. Bir seferinde Kerem tencereye suyu doldurmuş, içine tuzu atıp tarhana çorbasını pişirmek için pompalı gaz ocağını yakmıştı. Su tarhanayı atıp karıştırma sıcaklığına ulaşmıştı. Tam tarhanayı atıp karıştıracakken, Hala oğlu Hasan:
"Şunu çaydanlığa doldur çay pişir, sormadan iş yapıyorsun, tarhana çorbası istemiyor canım, acı zehir gibi bu tarhana midemi delecek! Kimin tarhanası bu? Muzaffer, geçmişine, ciğerine başlarım, böyle acı şeyi getirme, getirirsen kendin yersin, yemem böylesini ben,” diyerek öfkesini ortaya koymuştu.
"Hasan ezbere konuşuyorsun, kimin tarhanası olduğunu bilip bilmeden gürültü yapıyorsun! Ben de senin geçmişine başlarım,” demesiyle yerinden doğrulması bir oldu. Zaten morali bozuktu, dersleri bu yıl da kötü gidiyordu, sırılsıklam âşık olmuştu yine. Çalışıyor çalışıyor, bir türlü anlamıyordu. Bu halde bir de Halaoğlu Hasan’ı çekemezdi.
"Tamam Muzaffer, pes, ayı gibi üstüme çöker, bir tarafımı kırarsın şimdi!"
Kerem, suyu kaynatmış, çayı içine doldurmuş, diğer kahvaltılıklar odaya serdikleri sofra altını üstüne koymuştu.
"Her şey hazır,"diyerek seslendi. Sofra altının çevresine bağdaş kurup oturdular. "Ben bağdaş kuramıyorum Hasan Abi" dedi Necdet, "şöyle diz gelsem."
"Olmaz Nejdet, geçmişinden, ciğerinden başlatma, şeytan yediklerini çeker altından, soframızın betini bereketini kaçırırsın."
Bardakları sıraya dizdi Kerem. Çaydan kararmış süzgeci ilk bardağın üstüne koyup doldurmaya başladı. Kıpkırmızı ne de güzel demini almıştı çay. "Oh be "dedi biri çay değil, tavşan kanı mübarek."Benimki keklik kanı" dedi Halaoğlu Hasan. Demesiyle de ince belli bardağı ağzına götürdü, ilk yudumu höpürdeterek içti. Sonra,"senin geçmişini, ciğerini" diyerek lavaboya yöneldi ve boşalttı ağzındakileri. Kerem senin yapacağın işin, pişireceğin çayın, ta lades kemiğini... Ulan çaya tuz atmışsın, senin lades kemiğini…"
"Abi, tenceredeki suyu çaydanlığa sen doldurdun. Kerem bunu dedi ve demesiyle sokağa kaçtı. Kaçmasa ne yapacağı belli olmazdı Halaoğlu Hasan'ın...
Kerem o gün öğleye kadar aç aç dolaştı sokakta. Öğleden sonra eve geldiğinde Dayıoğlunu evde bir başına oturur buldu. Kocaman köy ekmeğinden bir dilim kesti, salçayı sıvamaca sürdü üstüne. Isıra ısıra kocaman kocaman parçalaya parçalaya, ağzının suyunu akıta akıta, nefes almadan yiyordu; müthiş acıkmıştı. Gitti mutfaktan bir de pırasa aldı, tuza bana bana... Adamakıllı doyurdu karnını, dışarı çıkıp top oynayabilirdi. Kara lastikten pabuçlarını giydi. "Bu pabuçlar da hiç dayanmıyor yahu, her ay bir pabuç eskitiyorum. Her pabuç alınışta da Abi Muzaffer'den çuvalla küfür yiyorum."
Kerem, her şeyde hırslı olduğu gibi top oyununda da hırslıydı, yenilmeyi katiyen içine sindiremezdi. Her maçta canını dişine takarak oynardı. Çok sessiz bir çocuktu aslında; ama oyunda sessizliği falan kalmazdı. Kavgasına kavga, güreşine güreş. "Benim babam pehlivan, hepinizin bacaklarını havaya getiririm sizin," diyerek hava atardı oynarken.
Oyunda öldüresiye girmeye başlamışlardı yine birbirlerine. Her şeyi unutmuş, kendilerinden geçmişlerdi. Top sahalarını bile kendileri yapmışlardı Orman İşletme Şefliği'nin karşısındaki boş arsaya. Öğretmen Okulundan çarşıya giden yol da hemen yanlarından geçiyordu. Kara taş döşemeli bir yoldu. Nadiren geçerdi araba. Şoförünün keyfi yerindeyse her yarım saatte belediyenin yeşil otobüsü çarşıya gidecekleri götürürdü. "Posta beygiri" diyordu Kerem belediye otobüsüne.
Top yola kaçmıştı, hep kaçıyordu zaten. Kerem koştu gitti, ok gibi. Nasıl koşmasın ki takımı yeniliyordu. Bir klakson, sonra acı bir fren sesiyle çakıldı kaldı. Tek kapılı çağla yeşili anadol "zınk" diye durdu. İçindeki adam bağıra bağıra indi çağla yeşili tek kapılı anadolundan. Korkmuştu Kerem, çok korkmuştu. Hemencecik kendine geldi. Baktı, oydu: Deli Müdür. Onun arabasını herkes tanıyordu. Kerem, adamın üstüne doğru geldiğini görünce, dilini çıkarıp kaçtı önünden. Tepetarla'nın bayırına vurdu. Fişek gibi gidiyordu... Lakin, Kerem bunu neye yaptı, o anda ne düşündü, kendini kanıtlamayı mı, ya da anlatılanlardan ona karşı bir öfkeye mi kesmişti, kimse anlayamamıştı. "Allah, Allah, hayret yahu!" demişlerdi. Deli Müdür'ün ona yetişmesi mümkün değildi, birkaç adım koştu; vazgeçti takipten. Öteki çocuklara yöneldi. Sordu, soruşturdu. Vakit geçirmeden atladı arabasına, sürdü Kerem'in saklandığı eve doğru. Tek kapılı araba yerinden kalkarken acayip sesler çıkardı, tekerleklerin biri öne doğru dönerken, diğeri arkaya dönüyordu. Öfke, ama ne öfke! Lastiklerin iki aylık ömrünü bir dakikada bitirtmişti, hani baba parasıyla hava atan, baba parasıyla araba süren şımarıklar gibiydi. Bu adam koskocaman bir okulun müdürü değildi şimdi, bu adam...
Evin arka tarafına park etti arabasını. Merdivenleri koşarak indi, Kerem iki katlı evin alt katına saklanmıştı, biliyordu bunu. Mavi boyalı demir kapıyı yumruklamaya başladı. Fakat bir türlü ses veren olmadı, kapı açılmayınca öfkesi arttıkça artıyordu. Kapıyı kıracakmış gibi gümbürdetiyordu. Vurmayı bırakmış; sallamaya, yerinden söküp atmaya çalışıyordu. Ama nafile kapı açılmıyordu, açılmadığı gibi kıpırdamıyordu bile. Bereket evde kimsecikler yoktu. Amcasının oğlu oturuyordu bu evde. O da öğretmen okulu dördüncü sınıfındaydı, O da öğretmen adayıydı. Kerem, banyoda termosifonun arkasına sinmiş, nefes almadan duruyordu. “Ya Deli Müdür kapıyı kırarsa, ya Deli Müdür, kapının önünden hiç ayrılmazsa, ya Deli Müdür..." Kerem korkusundan dayanamadı, bırakıverdi altına...
Aradan bir zaman geçince top oynadığı arkadaşları kapıya gelip" Deli Müdür gitti, Deli Müdür gitti"diye, bu muştulu haberi verdiler. Kerem inanamıyor, pustuğu yerden çıkamıyordu bir türlü. Başını yavaşça banyonun camına dayadı; fakat buzlu camdan tam olarak seçilmiyordu dışarısı. Kapı da demin olduğu gibi yumruklanmıyordu artık. "Ya bu kapı köydeki samanlık kapısı gibi tahtadan olsaydı, ya da evlerinin kapısı gibi tahtadan olsaydı! On sefer kırmıştı Deli Müdür kapıyı; kırmıştı, hem de çıkarmış, boğazına bile yapışmıştı çoktan. Kerem içinden şükrediyordu, “Allah'tan kapı demirdenmiş, diyordu, Allah'tan bu kapı demirdenmiş, Allah'tan..."
Kerem kapıyı kimseye açmadı, açmak şöyle dursun, dışarıya bile bakmadı. Banyonun karanlığıyla korkusu, elini yüzünü çaput gibi soldurmuş, kanını kurutmuştu. Ortalıktan el ayak çekilinceye kadar, çıldırdamadan böğürtlene giren güneş gibi, ayaklarının ucuna basa basa pencerenin önüne geldi. Gerçekten kimsecikler görünmüyordu, herkes evine çekilmişti. Abisi eve gelmiş olabilir miydi? “İnşallah gelmemiştir" dedi kendi kendine. Yoksa bir temiz döverdi yine. Geçenlerde bir şey demiş, o da kulaktan geçiriverince; abisi de onu... Çünkü ona emanetti, her şeyinden o sorumluydu. Oh be! daha gelmemiş; hiç kimse gelmemiş, hiç kimseye söylemeyeceğim, hiçbir kimseye anlatmayacağım bugünü. Öğrenirler; ama ne yapayım, sonra öğrensinler, sıcağı sıcağına öğrenmesinler de" dedi.
Deli Müdür'ün o gece sabaha kadar uyku girmedi gözüne. Dünkü velet onun karşısına geçip delini çıkaracak ha, hem de koskocaman bir okul müdürüne ha! Olamaz, katiyen olamazdı, bunu bir türlü içine sindiremezdi. Onca çocuk, bu olaya tanık olmuştu. Sonra ne olurdu, onlara rezil olmuş olmaz mıydı, itibarı beş paralık olmuş olmaz mıydı? Olamaz, dedi, ben bunu kabul edemem, ben bunu kesinlikle kabul edemem," deyip dört dönüyordu evin içinde. Öfkesinden üstündeki atletin cılığı çıkmıştı terden. Saatin kalk sesini duymadan bedava duşunu aldı, bedava elektrikle tıraşını da oldu. Ne olacaktı ki, "bu devlete hizmet ediyorum, o kadarlık da olsun" diyordu. Devletin lojmanında oturuyordu, evet. Ama karşılığında da bu devletin çocuklarını okutuyordu ya, hakkı yok muydu? Giyindi, kravatını boğazında bağladı, aynanın karşısına geçip kendine baktı bir kez daha: Gözleri uykusuzluktan kan çanağına dönmüş, öfkeden kan kusuyordu adeta."Ulan velet, nereden çıktın karşıma, zehir ettin gecemi benim?"
Demirci Lisesi'nin yolunu tuttu erkenden. Kapıda hizmetlilerle göz göze geldi, öfke dolu birer bakışla selamladıktan sonra, uçarcasına tırmandı merdivenleri. Lisenin Müdürü yerindeydi, hoş beşten sonra olayı anlattı ayrıntılı. Lise Müdürü babacan bir adamdı. "Olur böyle şeyler müdürüm, ben olayı halleder, sizi bilgilendiririm, siz canınızı sıkmayın. Bunu diğer öğrencilerin önünde çözemeyiz, sonra bize gülerler, gel etme, bana güven"diyordu, o ikna olmuyordu bir türlü. "Bak müdürüm, dedi Lise Müdürü, madem çok istiyorsunuz, şu velete haddini bildirmeyi o zaman kimseye bir şey söylemeden, öğrencileri içeri alırken, birlikte dururuz kapının önünde. Siz "şu!" dersiniz, ben de o öğrenciyi odama çağırır, konuşuruz. Bir fiske vurdurmam bilmiş olun."
Öyle de yaptılar. Öğrenciler tek tek önlerinden geçiyordu başları şapkalı. Şapkaları sarı kuşaklı, koyu lacivert zeminliydi. Öğretmen Okulununki eflatun; İmam hatibinki, beyaz kuşaklıydı. Okul müdürleri her sabah şapka kontrolü yaparlardı. Çünkü, eğitim mükemmeldi(!) sıra şapkalardaydı, şapkasız okula gelen öğrenci kesinlikle kapıdan çevrilirdi. Kimsenin şapka giymeme diye bir lüksü olamazdı hiçbir zaman. Bir bir geçtiler önlerinden. Deli Müdür benzetemedi mi, tanıyamadı mı, ya da o çocuk okula mı gelmemişti... "Olmaz böyle şey müdürüm,” diyordu Deli Müdür. Ben bu çocuğu ne pahasına olursa olsun bulmalıyım ve de haddini bildirmeliyim.
Deli Müdür, iki üç gün daha Demirci Li
sesi'ni sabah sabah ziyaret etti. İki üç gün daha öğrencileri tek tek taradı; fakat bilemedi, tanıyamadı. Kerem ayakları titreyerek geçti önlerinden her sabah," bir tanırsa kovarlar beni bu okuldan" diyordu. Çok korkmuştu, bunu abi Muzaffer'e Hala oğlu Hasan'a da söylememişti, söylemeyi de düşünmemişti zaten; yoksa Abi Muzaffer top oynamasına izin vermezdi bir daha.
Geceleri sıçrayarak uyanıyordu Kerem. Her gece rüyasında Deli Müdür yeşil anadoluyla peşinden geliyordu, Deli Müdür sınıfları dolaşıyordu bir bir. Deli Müdür, tek tek çocukları sorguya çekiyordu bir bir. Gözünü yumdu mu karşısında bitiyordu hemen. Her akşamın gecesi kabus oluyordu, o nedenle gece olsun istemiyordu hiç. Abi Muzaffer'le birlikte yatıyorlardı. Bir yatak, iki yorgan getirmişlerdi. Yorganlarını anaları yünden dikmişti, yataklarını da en has yünlerden,"yavrularım sıcak sıcak yatsınlar "demişti de öyle dolduruvermişti. Yatakta dönmeye başlamıştı; dayanamıyordu, bu sıkıntıyı bir başına çekmek gittikçe zorlaşmıştı. Kapanıyordu karanlık bir yere, banyoya, tuvalete için için durmadan ağlıyordu. Şimdi babası olsa korkar mıydı Deli Müdür'den falan, şimdi Seyyah abisi olsa korkar mıydı Deli Müdür'den? Çekip gitmek, kaçıp kurtulmak geliyordu içinden. Ama olmazdı, dosta düşmana karşı,"okuyamamış da köye geri gelmiş Kerem dedirtemezdi. Hem ne demişti Cavdan Hüseyin, kamyonun başında Demirci'ye gelirken: "Sen okursan tavuklar bile okur, yazık olacak babanın emeklerine. Baban ip sarsın sarsın, parasını sana yollasın; sen ye..." Öyle bir zoruna gitmiş, öyle bir zoruna gitmiş ki... Ulan sana ne be, sarıyorsa, benim babam sarıyor, senden bir kuruş isteyen mi var, demişti içinden. Daha o gün daha o saat yemin billah etmişti okumaya, çok çalışmaya. Gözlerinin yaşını elinin tersiyle sildi, yavaşça yataktan kalktı, kimseyi uyandırmaması gerekiyordu, mutfağa geçti kitaplarını önüne aldı başladı çalışmaya...
Demirci'nin geceleri ayaz oluyordu. Tıpırtı yapmadan Abi Muzaffer'in yattığı odaya gitti, uyuyordu; ötekiler de uyuyordu. Yorganın birini üstünden aldı, yine tıpırdamadan mutfağa döndü. Fen bilgisi kitabını bankonun üstüne açtı, tahta sandalyeye oturmadan yorganını büründü okumaya başladı. Lakin anlamak ne mümkün, dalıp dalıp gidiyordu. Bir paragrafı okumadan Deli Müdür gözünün önünde bitiyordu.
Kolları mutfak tezgâhının üstündeydi, başını üstüne koyarak kapattı gözlerini. Göz pınarları yüreği gibi doluydu, şıpır şıpır damlamaya başladı. “Aman Allah'ım, olmayacak bu, yapamayacağım, dayanamayacağım, çekip gitmeliyim." Ağladıkça ağlayası geliyordu. Yüreği de şiştikçe şişiyordu. Sesi çıkmasın diye dudaklarını ısırıyordu boyuna. Kararı karardı artık, köye dönecekti, okuyamayacaktı.
Sonra birden çocukluk sevdalısı düştü aklına. "Seni seviyorum” demişti daha ilkokulun dördüncü sınıfında."Seni alacağım" demişti. Oda "ben de sana varacağım; ama sen okuyup adam olacaksın" demişti."Beni okutmazlar biliyorsun demişti. Okutmazlardı tabi bu köyün babaları kızlarını. Onlar Tanrı'dan neden kız evlat isterler, kızlar halı dokur, eve para kazandırır da ondan. Hem ne demişti aklı evvel(!)büyükleri,"kız kısmı da okur muymuş?"
"Okumalıyım dedi Kerem, birlikte kavilleşmiştik. Ben okuyup adam olacaktım; sonra da onu alacaktım." Yerinden doğruldu, hemen yanı başındaki musluğa uzanıp yüzüne su çarptı, sonra musluğa dayadı ağzını, kana kana bir güzel içti. Sonra birden başını sağa sola çevirmeye başladı, duvarların kireç badanasının ışığı kutsal bir ışık gibi parlamaya başlamıştı. O ışık, alıp götürmüştü yüreğinin korkusunu, beyninin çelişkisini. Okuyacaktı, hem de çok okuyacaktı. Okudu da. O günden sonra Deli Müdür'ü de hiç takmadı kafasına...
Comments