top of page
Yazarın fotoğrafıZeliha AYDOĞMUŞ

ÇİÇEKLER

Güncelleme tarihi: 15 Eyl 2021

VE

ÖYKÜLERİ

*

AŞK dedikleri ne değerli, bir o kadar da güç anlaşılması...buna karşın, yaşamın etrafında konumlandığını bildiğimiz bir duygu...O olmazsa, sanki bunca çıkmaz ve açmazın içinde boğulacak gibi olduğumuz, kıyamet kopacakmış gibi bir ağırlığı ruhumuzda duyumsadığımız, en güçlü ruhsal dürtümüz. Halbuki kalbimizde yeşermişse aşk denilen o duygu, nasılda her mevsim uçuş uçuş, renk renk bahara uyanırız sabahlarda, nasıl da dünyanın tüm sorunlarını yığsalar önümüze, çözümsüzlüğü tanımazmış gibi oluruz...


Doğal olarak, insanlığın tarihsel yolculuğunda çiçekler dediğimizde, varlığımızda oluşan ilk yankısıdır aşk. Çünkü, herkes bilir ki çiçekler de aşktan ve ona imge olmaktan en çok nasibini alan canlılardan biridir. Öyle ki açıp baktığınızda, hemen hemen tüm çiçeklerin, mitolojik çağlara dayanan hikayesinde, göreceğimiz tek ve gücü inkar edilemez duygu olmuştur aşk. Sonra hepimizin bildiği, dil dediğimiz beceriksizleşir ya bazen, o zamanlarda aşkımızı ve söze dökmekte zorlandığımız duygularımızı, korkusuzca bağıra bağıra söyleyiverirler bizim yerimize.


İşte bugün ruhlarımızda sürekli devinim halinde bulunan duygularımızı, sessiz fakat bir o kadar da etkili ve zarif bir dille aktaran çiçeklerden, anlamlarından bahsedeceğiz. Tabii ki bu anlatının ilk konuğu belli...renk renk ve katmer katmer açan güzeller güzeli Gül.


GÜL


Hangi çağda, her nerede aşk denmişse ilk akla gelen hep o olmuştur; GÜL! En çok kırmızı, pembe, mor, sarı, mavi, bordo, vb...renk renk, çeşit çeşit Gül. Bildiğimizdir; en çok tanınan ve en çok sevilen, hatta en çok sembolleşmiş olmakla birlikte, şarkılarda, edebiyatta, özellikle şiir alanında en çok yer edinmiş olan çiçektir. O kadar ki şiirlerde, bülbülü tutkun eder kendine de dile getirir, söyletir de söyletir yazan şairin eliyle... Öyle ya, ben de yârime gül demezdim, gülün ömrü az oluyor diye. Ya da şöyle bir demet gül vermek sevgiliye ve Ümit Yaşar Oğuzcan'ın, ''Islak Gül'' isimli şiirindeki gibi seslenebilmek, sayısız sözcüğün yerini tutabilen olabilirdi kesinlikle;


''Seninle paylaşmak uykularda en büyük günahları

Seninle uyanmak nice çılgın gecelerden sonra

Alır götürür beni kokun uzaklara en uzaklara

Ağzın dudaklarımda ıslak bir güldür sabahları''


Gülün oluşum hikayesi, Yunan Mitolojisine dayanmaktadır ve bu hikaye şu şekilde anlatılagelir;


Günlerden bir gün çiçek tanrıçası Chloris ormanda ölü bir orman perisi bulmuş ve onu hemen bir çiçeğe dönüştürmüştür. Aşk tanrıçası Afrodit, Chloris’in dönüştürdüğü çiçeğe eşsiz bir güzellik vermiş, Dionysos güzel ve hoş kokması için üzerine aroma sürmüştür. Sonra, batı rüzgarı tanrısı Zefirus, gökyüzünden bulutları dağıtmış ve güneş tanrısı Apollon da güneşi parlatarak çiçeğin doğmasını, anında tüm yapraklarını açmasını sağlamıştır. Böylelikle de tüm güzelliği ile Gül, dünyadaki bin yılları bulacak yolculuğuna çıkmıştır.


KARA (SİYAH) GÜL

Doğru ya, çiçeklerin kraliçesi olarak anılan güllerden söz açmışken, son zamanlarda oldukça fazla dikkat çeken "kara gül" ve öyküsüne ayrıca değinmezsek olmazdı. Çünkü hepimizin bildiği ve kabul ettiğidir; ''Farklılıklardır, hayatı daha güzel ve anlamlı kılan''.


Birazdan paylaşacağım kara gülün hikayesi, ne kadar hüzünlü olsa da anlamı, bir o kadar umutlu ve derin...Çünkü siyah gül, o kadife teninin rengiyle bizlere; 'Yeni başlangıçlardan' söz eder. Bu yüzden bir gün, birisi size, kucağında siyah güllerle gelirse, şaşırıp renginden ötürü sakın kötüye yormayın.


Kara Gül, sebebi net olarak bilinmemekle birlikte, bilim insanlarına göre iklim koşullarının etkisiyle, Dünya üzerinde yalnızca Şanlıurfa'nın Halfeti ilçesinde yetişmekte. Kara Gülün renginin oluşumunu anlatan öyküsü ise kaynaklarda şu şekilde geçmekte:


Eski devirlerden birinde, Ermeni bir ustanın Vartuhi adında çok güzel bir kızı varmış. Vartuhi, Ermenicede gül demekmiş. Kız, evlerinin bahçesinde kırmızı güller yetiştirir, her gün onlarla konuşurmuş. Ermeni usta kızını çok sever, gözünden bile sakınırmış ve O'nu kimselere vermek istemezmiş. Vartuhi ve babasının yaşadığı yerde, Fırat isminde, güvercin ve keklik yetiştiren yakışıklı bir genç yaşarmış. Vartuhi'nin güllerle ilgilenmesi gibi, Fırat’ta güvercin ve kekliklerle ilgilenirmiş. Günlerden bir gün Fırat’ın güvercinleri, Vartuhi’nin bahçesine konmuş. Fırat, güvercinlerin peşinden bahçeye dalmış, sonrasında Vartuhi’yle gözgöze gelmeleriyle birlikte birbirlerine aşık olmuşlar. O günden sonra Fırat, Vartuhi’yi görmek için sık sık güvercinlerini bahçeye gönderirmiş. Sonunda bıçak kemiğe dayanmış ve Vartuhi'yi görmek için artık bahaneler üretmek istemeyen Fırat, Vartuhi ile evlenmek istediğini Ermeni ustaya açıklamış.

Usta, kızını Fırat’a vermeyeceğini söylemiş ve reddetmiş. Bunun üzerine iki aşık, bir süre daha gizli gizli buluşmaya devam etmiş. Ermeni ustayı bir türlü ikna edemeyeceklerini anladıkları zaman, oralardan kaçmaya karar vermişler. Kaçmak için anlaşan iki aşık, vakit kaybetmeden kuytu bir saatte yola çıkmış. Beraber yeni bir hayata başlayacaklarına inanan sevgililer, Halfeti'den uzaklaşmaya çalışırken, aslında Ermeni usta durumu kısa zamanda fark etmiştir bile...Aşıklar yaşadıkları yerden çok fazla uzaklaşmadan, Vartuhi'nin babası çevrede yaşayanların da yardımıyla, çiftin etrafını sarmış.

İki sevgilinin etrafı, Fırat nehrinin kıyısında sarıldığında tek düşündükleri; teslim olurlarsa bir daha kavuşamayacakları olduğu için, el ele nehre atlayarak gözden kaybolmuşlar. O günden sonra, Vartuhi’nin bahçesinde yetişen kırmızı gül siyaha dönüşmüş. Sadece Vartuhi’nin yetiştirdiği değil, Halfeti'de açan tüm kırmızı güller siyaha dönüşmeye başlamış. O günden bugüne siyah gül sadece Halfeti üzerinde açmış.


LALE


Ölümü, ömrün kısalığını tatlı bir kederle düşünerek

Şarap içmek lâle bahçesinde, ayın altında...

Bu tatlı keder doğduk doğalı nasip olmadı bize;

Bir kenar mahallede, simsiyah bir evde, zemin katında...


Nazım Hikmet RAN'ın bu rubaisiyle, yoksulluk içinde yaşanan çelişkili görkemli hayata taşlamada bulunduğu, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde bir devre adını veren Lale! Bu çok bilinen ve görkemli çiçek genel anlamda; 'Asaleti, İçsel ve Dışsal Bağlamda Bütüne Ulaşmış Aşkı' ifade etmektedir.


Lalenin içindeki siyah lekelerin, lalenin “bağrı yanık aşık” olarak isimlendirilmesinde ve aşkla özdeşleştirilmesinde etkili olduğu söylenir. Bu durum tasavvufta kara sevda olarak görülür. Yine tasavvufta, Allah, lale ve hilal sözcükleri ebced hesabıyla aynı değeri, 66 sayısını verir, aynı harflerle yazılıp tersten okunduğunda yine hilal kelimesi ortaya çıkar...Lalenin, bir sap üzerinden yalnızca tek çiçek vermesi de, Tanrı’nın birliğine işaret eden bir unsur olarak değerlendirilmektedir.


Lale, divan şiirinde ve halk şiirinde de güçlü bir esin kaynağı olarak sevgiliyi, güzelliği arzulamayı, ona uzanmayı, kırmızı rengi ve baharı ifade etmektedir.

Günümüzde, Hollanda'da yoğun olarak yetiştirilen ve adeta Dünya starı olan Lale'nin anavatanı Orta Asya olup, Türk boylarının göçleri ile önce Anadolu topraklarında yaygınlaşmış, sonrasında da Osmanlı Hükümdarlarının, hediye olarak diğer ülke yöneticilerine lale soğanı yollaması ile Avrupa'da da çoğaltılmıştır.


Lale, desen olarak Türk Kültüründe önemli bir yere sahip olmuştur... çini gibi, seramik, takı tasarımı, minyatür, cam işleme, ebru, halı ve kilim dokuma, vb. gibi el sanatlarında çok fazla kullanılmış, hala da kullanılmaktadır.



ZAMBAK


''Zambaklar en ıssız yerlerde açar,

Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.

Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,

Işıksız ruhumu sallar da durur,

Zambaklar en ıssız yerlerde açar.''


En sevdiğim şiirlerden...Sezai KARAKOÇ, Mona Rosa isimli şiirinin bir dörtlüğünde, böyle söz açıyor zambaklardan.


Sonra, sonra 'Grigory Petrov' tarafından kaleme alınan 'Beyaz Zambaklar Ülkesinde' isimli, toplumsal içerikli, hatta bir zamanlar Atatürk'ün emriyle okul müfredatına alınan bir eser...


Demek ki zambaklar önemli... Değerli zambaklar, hepimizin bildiği; sarısı kırmızısı, beyazı turuncusu, moru bordosuyla pek çok renge sahip olmanın yanında, yine halk tarafından en çok tanınan, yetiştirilen ve ilgi gören çiçeklerden biridir.


Dünya üzerindeki kültürlerdeki anlamları değişiklik gösterse de bütünsel açıdan bakıldığında kulağımıza iyiye güzele dair şeyler fısıldar zambaklar. Örneğin eski Mısır'da ve Hindistan'da yeniden uyanışla birlikte gerçeklik anlamını yüklenmiş, İngiltere'de en güzel kadınlara takılırken, Çin'de ruhsal acıyı azalttığına inanıldığı için yakınını kaybedenlere armağan olunurmuş... Bosnalılar ise zambağa mücadele etme, yenilenme anlamlarını yükleyerek bayraklarında yer vermişlerdir... Fransızlar zambağı kutsal saydığı için olsa gerek, bu çiçeğin izlerine tarihi geçmişlerinde sıkça rastlamak mümkündür.


Zambak geçmişten bu güne doğumun ve anneliğin sembolü olmuş bir çiçektir. Meryem Ana'nın çiçekleri olarak pek çok yazılı eserde de yer almış olan zambak, doğallığın, saflığın ve bekaretin sembolü olagelmiş bir çiçektir.


Ülkemizde bahsettiğim anlamlarından farklı olarak, asaleti de simgeleyen zambağın yaratılış hikayesi, Yunan Mitolojisinde şu şekilde geçmekte:


Efsaneye göre Zeus, bebek Herkül’ün karısı Hera’nın sütünü içmesini istemiştir. Herkül başka bir kadından doğduğu için Hera buna karşı çıkmıştır. Buna karşın Zeus, Herkül’ü uyurken sütünü içmesi için Hera’ya getirmiş fakat o sırada Hera uyanmış, sonrasında derhal Herkül'ü yanından uzaklaştırmıştır. Bu sırada, göğsünden yere dökülen süt damlaları zambak çiçeğine dönüşmüştür.

KARDELEN



Bir canlı düşünün ki, felsefesinde anka kuşu misali küllerinden doğmayı barındırsın, gövdesinde ise çeşit çeşit renk renk incelikli görseli...bunca özelliğinin yanında boynu bükük duruşu ile alçak gönüllülüğü benimseyen bir asaleti olsun.


Vardır hayatımıza girmiş, yer etmişlerdir de... Birileri vardır ki yaşam öykümüzde can buluşları kardelenlerin dengidir.


Tabii ya, şanına yaraşır ne hikayeleri ne öyküleriyle bilmeyeni yok gibidir... Severiz kardelenleri şiirlerimize, öykülerimize, hatta sosyal sorumluluk projelerimize konuk etmeyi ve hayati önem taşır bizlere usulca söylediği; ''kış bitti!''derler.


Kardelenlerin yaradılış hikayesi ise iki farklı şekilde anılır. Bunlardan ilki, Adem ile Havva'nın Dünyaya gönderildiği zamana dayanır. Şöyle ki; yaygın bir inanışa göre Havva dünyaya düştüğünde iklim şartlarının çok kötü olduğunu görür ve karlarla kaplı bu dünyadan ümidini keserek ağlamaya başlar. Tam bu sırada Havva’nın yanına bir melek iner ve eline bir kar tanesi alarak bunu kardelen çiçeğine dönüştürür. Bu sayede Havva’nın ümitleri yeniden canlanır ve kendini yeniden doğmuş gibi hisseder. Belki de geçmişten günümüze bu yüzden kardelen çiçeğinin anlamına ilişkin yaygın inanç, umut ve saflık olagelmiştir.


İkinci bir yaratılış öyküsü daha vardır ki, o da şu şekildedir; birçok efsanede kış ile ilkbahar mevsiminin, güneş ve karın savaşı betimlenmiştir. Olduğuna inanılan bu savaşlarda her zaman bahar ve güneş galip gelmiştir. Bu savaşlar sırasında yere düşen kan damlalarından kardelen çiçekleri meydana geldiği söylenir.


UNUTMABENİ ÇİÇEĞİ

"Derenin küçük çiçeklerinin bu mavi ve parlak gözleri

Umut'un zarif mücevheri, tatlı unutmabeni çiçeği"


Yukarıda iki dizesini paylaştığım anma şiirini; 1802 yılında, İngiliz asıllı romantik şair Taylor Coleridge yazmıştır.

Alman yazar Gothe'nin 'Zariflerin en zarifi' diye tanımladığı çiçek; Unutmabeni Çiçeği, en yaygın görülen rengi mavi olmakla birlikte pembe ve beyaz renkte açanları da bulunmaktadır. Günümüzde ifade ettiği anlam; 'Gerçek aşk ve Hatıra' olarak bilinen, Unutmabeni Çiçeğinin ortaçağda geçtiği rivayet olunan pek çok öyküsünden ilki, oldukça hazin ve ilginçtir.


Evlendikleri günün akşamında Tuna boyunda yürüyüşe çıkmış bir şövalye ve eşi, nehrin azgın sularına kapılıp gitmek üzere olan bir mavi çiçek görürler. Şövalye, eşinin onun güzelliğinden etkilendiğini ve arzu ettiğini görünce, nehrin azgın sularına eğilerek çiçeği almaya çalışır. Bir anlık boş bulunması ve zırhının ağırlığıyla nehrin sularına kapılan şövalye, son bir hamleyle çiçeği sevgilisine doğru atar, "Unutma beni!" diye haykırır.


Unutmabeni Çiçeğinin oluşum hikayesi, Hristiyanların kutsal saydığı kitaplardan Yeni Ahit'te ise şu şekilde yer almıştır: Bakire Meryem'in kucağında oturan İsa Bebek annesine şöyle seslenir: "Anne, gözlerin o kadar güzel ki herkes onlara hayranlıkla bakıyor. Gelecek kuşaklarda doğacak olanların bunu göremeyecek olmaları ne yazık!. Oysa gözlerine bakanlar, benim cennetimi görebilirdi." Onun gözkapaklarına dokunduğu anda ise birden yere tohumlar saçılır. Sonrasında, annesinin gözlerini anımsatan ve o saflıkla bakan yüzlerce küçük mavi göz, yani unutmabeni çiçeği açmaya başlar.


Anma çiçeği, cennet çiçeği, cennetin krallığına giren ruhun kurtuluşu... Unutmabeni Çiçeği, yüklenen bu anlamlarla, 15. yüzyıl ve 16. yüzyılın başında yazılan, süslemeli elyazması dua kitaplarına da girmiştir.


Unutmabeni Çiçeği, 1940'ların başında Naziler Avrupa'yı işgal ettiğinde, üyelerin ifşa olarak ceza almalarını engellemek ve birbirlerini tanıyabilmeleri için bir zaman, masonların sembolü gönye ve pergelin yerine kullanılmıştır. Savaş sonrası Nazi döneminde ise, zulüm gören tüm insanları anmak için posterlerde kullanılmıştır.

İnsanoğlu tarafından oldukça fazla anlam yüklenen ve pek çok hikayesi olan Unutmabeni Çiçeği, aynı zamanda günümüzde Alzheimer Topluluğu'nun logosu olarak da kullanılmaktadır.


Sanırım bunları okuduktan sonra, bu çiçeklerden birini nerede görürsek görelim, daha alıcı bir gözle ve anlamlarının farkında olarak bakmamız kaçınılmaz olacak.


Renginizle, kokunuz ve zerafetinizle çiçek olun, bahar kalın...


Derleyen : Aysu AFYONLU

Etiketler:

77 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page