
NİYAZİ UYAR
*
“Ramazan Öğretmen gelmiş, Muhtar Emmi!”
“Ne olmuş gelmişse; hac’dan mı gelmiş?”
“Öyle deme Muhtar Emmi, öyle deme!”
“Neden demeyecekmişim, sadrazam dölü mü Koyuncu Cafer’in oğlu?”
“Kasabanın gelişimi için çırpınıp durur Ramazan Öğretmen! Kasabamız ileri gidecek, kalkınacak, kooperatifleşeceğiz, diye gece gündüz çalışır!”
“Kooperatif, mooperatif ben anlamam, o dediklerin komünist işi, komünist! Ramazan’ın amacı, bizi Rusya’ya satmak! Memleketin kalkınması falan, hepsi palavra, palavra! Kendine inanan birkaç zibidi bulmuş, anlatıp durur!”
“Muhtar Emmi, senin de bu sessiz çoğunluktan hiçbir farkın yok! Yazık, vallahi çok yazık! Cumhuriyetin kalkınmada üçayağı vardır. Bu söylem, özellikle köyler için o kadar önemlidir ki anlatamam! Biri öğretmen, biri imam, biri de muhtar! Sen Cumhuriyet için ne kadar önemli olduğunu bilmiyorsun! Senden muhtar, Kenan’dan hoca olunca vay bu memleketin haline!”
“Yürü git lan düşük donlu adamın oğlu senden mi akıl alcağız? Bugüne bugün, karşında partinin en has adamı duruyor! Koca koca partililer güvenmiş, sen kim oluyorsun, zilli deyyus!”
“Muhtar Emmi, aha bu dediklerin ağzına yakışıyor mu hiç?”
“Kerim, boyundan büyük lafla ediyon sen, ettiğin lafların altında galırsın benden söylemesi!”
Kasabanın nüfusu, her gün biraz daha azalıyordu. Sanayiyi bozkıra taşımayan devlet, bozkırdaki köylerin dengelerini bozduğu gibi, şehrin de dengelerini alt üst edecek! Şehirde aş, iş çok diyen insanlar, tarımı bırakıp şehre koşacak. Şehir aşkı, köyü tüketecek, tarımı bitirecek. Bizi muhannete muhtaç edecek!
Ramazan Öğretmenler “bozkırın çiçekleriydi,” köy enstitülerinde öğrendiklerini tatbik etmek için büyük bir aşkla Anadolu’ya koştular. Ancak koca göbekli partililerin, ağa tayfasının kurdukları tuzakları aşamadılar. Milli Şef de onlara teslim olunca, Anadolu bozkırında,” bozkırın çiçekleri” yalnız, yapayalnız kaldılar.
“Ramazan Öğretmen Rus uşağıymış, duydun mu muhtar?”
“Kimden duydun Topal Tahir, kim diyor?”
“Kim diyecek kahvede söylediler!”
“Sakallı Şakir mi dedi?”
“Sakallı dedi!”
“Şu bizim Sakallı Şakir!”
“Evet o!”
“Doğruya doğru Topal, doğruya doğru!”
Kırdan bayırdan gelen kafaları şeytanlıktan başka bir şeye çalışmayan bu adamlar, yıllardan beri kasabayı yerinde saydırıp durur böyle! Adamların bir dediğini iki etmeyen Kasabalı yıllarca biriktirdiklerini:
“Hacı benim paralar sende dursun, traktör alacağım o zaman verirsin!”
“Verin Halil İbram, verin! Paralan bende dusun, ben seni gözetin. Gö sene nele yaparın, nele. En başta aşlığı tişliği beleş verin. Tufanda sebzeyi, Kasabalı dahmadan, sen tadasın! eyi olu, çok eyi olu, Hele hele en çok kıstıma lokumla sene yedirin… Şunu çok eyi bil, ben pankadan mankadan daha güvenliyin. Yarın devlet bir kanun çıkadı mı, parana puluna el koya; sonra da daha va mı deye soguya çeke. Benden istediğin zaman alısın. Ben demir kasaya sahladım mı, şeytan bile alamaz benden!”
Kenan Hoca cuma hutbesinde:
“Faiz haramdır, kim ki alın teri olmayan şeyi yerse, katran kazanlarında kırk gün yanar, faiz haramdır mümin kardeşim, faiz haramdır! Kim ki faiz alır iki dünyada da yeri yoktur onun; benden söylemesi, benden haber vermesi!”
“Selam Muhtar Emmi, nasılsın?”
“Aleykümselâm Ahmet! Selamı da kuşa çevirdiniz, sen böyle mi öğrendin? Selamünaleyküm denmeli, unutma! ”
“Tamam, bundan sonra öyle derim! Duydun mu Muhtar Emmi, Ramazan Öğretmen geldi, dün!”
“Ramazan Öğretmen her zaman geliyo Ahmet! He geldiğinde de ya ortaokul yapam deyo; ya da kooperatif guram diyor! Sana mı galmış, bizim kasabaya ortaokul yapmak, sana mı galmış kooperatif gurmak? İnşallah bu yıl yine rahatımızı gaçırmaz! Sana ne gadeşim, biz halimizden memnonuz! Sen bi güne bi gün, cami yapam dedin mi, Guran gursu yapam dedin mi? Demez bu zındıkla demez! Sen hiç Kabei Şerif-i tavaf ettin mi, Mekke-i Münevver’i ziyeret ettin mi? Sen hiç zemzem suyunu kana kana içtin mi, sen hiç otuz ıramazan tuttun mu?"
“Muhtar Emmi, bu söylediklerini sahiden mi söylüyorsun; yoksa beni kızdırmaya mı çalışıyorsun?”
“Seni neden gızdıcemişim, sen kim oluyon? Teres, aklın sıra beni mat etcen öle mi?”
“Cumhuriyet neden yerinde sayıyor, şimdi daha iyi anladım! Ona inanmayan bir yönetici, ona karşı bir imam! Böyle giderse, varamayız biz menzile. Hem gidiş de o gidiş zaten! Biz dünyada varamayız hedefe! Yarın, aydınlanmanın öteki ayağı öğretmenler böyle düşünmeye başladı mı… İşte o zaman yandı gülüm keten helva!”
O gün hiç kimseyi görmek istemedi Ahmet, içinde bir kasvet vardı, Muhtar’ın söyledikleri canını sıkmıştı. Kasabada en iyi anlaştığı Kerem’di, o da olmazsa çatlardı. Onunla bir araya gelince rahatlıyordu. Ne demişti Muhtar:
“Sana ne gadeşim demişti, biz halimizden memnonuz, sen hiç guran gursu yapam dedin mi, vasa yoksa okul, vasa yoksa kooperatif...”
Kendi kendine, boyuna söylendi durdu:
“Aslında karışmayacaksın, ne ederler ederler, nasıl yaşarlar yaşarlar, onlar salyangoz gibi, kertenkele gibi, yaşamaktan memnunlar, sana mı kaldı? Kula kul olmaktan utanmıyorlarsa, onların hayatlarını iyileştirmek sana mı kalmış?”
Muhtar, Kör Salim’e, Arif Bayram’a, Muşmula Mehmet’e, Tahir Kanat’a, Osman Zeybek’e… Ahmet’le olan konuşmalarının yanına yan, kıçına çan takarak bir bir anlattı.
“Len sen kim oluyon sümsük velet, geçmiş gaşıma ötüp duruyon! Ben, bugüne bugün, bu kasabanın en önemli adamıyım! Sen kimsin ülen seseri? Ben bu kasabanın şehirdeki temsilcisi, partinin has adamıyın!”
“Gerçekten Muhtar, sen kasabamızın en büyüğü ve de en mühimisin!”
Muhtar dediklerini ikiletmeden yerine getiren, aza arkadaşlarının çocuklarını dükkânına çağırttı. İşini bilen adamdı Muhtar, ‘Algül’ yazan bisküvi kutusunu ve lokum kasasını tezgâhın üstüne indirip birer kıstırma hazırladı hepsine.
“Alın ülen teresle, kendi ellemle hazıladım, bir güzel yiyin! Babanız yapmaz size bunu babanız! Söyle bakalım len Şerif Ali, baban sana böyle bir şey hazıladı mı?”
“Yok, emmi neden olacak, o buldu mu kendi ye!”
“Bilin ben, hazılamaz o düzü, hazırla desen bile inanmam!”
“Sen söyle len babanın elinden hiç kıstıma yedin mi, doğru söyle; ama dosdoğru söyle!”
“Neden olacak emmi, o kim ki?”
“Sen söyle len Uma, gumacı baban sana hiç kıstıma yedidi mi?”
“Yedirmedi emmi; istese bile yediremez! Onun cebinde hiç para olmaz ki! Bereket anam işini biliyo da midemize bir şeyle giriyo!”
“Sevildiğinizi bilin teresler, size ellemle hazırlayıp kıstımalar yididim. Şimdi diyeceklemi iyi dinleyin! Kulağınızı eyi açın, eyi dinleyin! Diyeceksiniz ki bu devletin mühim şahsiyeti bizden bir şey istedi mi, onu yapmak fazdır! Faz mıdır len Şerif Ali?“
“Fazdır emmi, hem de ne faz!”
“Bakın size ne deyon, şu Ahmet’in bununun ganını yalatmaz, sıtını garnından yumşak yapmazsanız, bir daha görünmeyin gözüme! Hem de ekeğim diye de kasabanın içinde dolaşayım demen! Dediklemi yapmazsanız köpekten irezil ederin sizi! Kasabanın içine fotoğraflanızı yapışdırın! Dem ki, bu adamla ekek gılığına gimiş gala derin! Derin değil mi ülen Şeytan, bu dediklemi yaparın?”
“Desin, hem de daha fazlasını bile yapasın emmi, ne yapsan yerden göğe gada hakkın olur, bize ne desen hakkın olur!”
“Sen hiç meraklanma Muhtar Emmi!”
“Sen gönlünü ferah tut, Muhtar Emmi!”
“Bu gece Ahmet’i anasından doğduğuna pişman etmezsek, eşek olup anırcez kasabanın meydanında!”
“Sen bize güven Muhtar Emmi, he bir şeyi tas tamam yapcez, Gurana el basarız ki yapcez!”
“Sen bize güven Muhtar Emmi, biz söz dedik mi, yarın dünya batacak desele de sözümüzü yerine geticez!”
“Aferin, güveniyom size, kıstımaları halal ediyon!”
Böyle deyip yemin üstüne yemin içtiler. Ahmet, bu akşam kesin olarak Ramazan Öğretmen’in evine gidecektir!
Köy Enstitüsünü Kızılçullu’da bitiren Ramazan Öğretmen, tam bir cumhuriyet neferi cumhuriyet öğretmeniydi: Atatürk, devrimler, çağdaşlık, aydınlık yarınlar, kalkınma, hak, adalet, cumhuriyet… Gibi kavramlar onun amentüsüydü. O tarlada rençper, okulda öğretmendi...
Ramazan Öğretmen’in uzun boyu, kara kuru fiziği, sigara içmekten yorulmuş, avurtları, duruşuna müthiş bir ciddiyet veriyordu. Montu çağrıştıran bir gömleği vardı, Albert Einstein giyimde hep siyahı tercih edermiş ya Ramazan Öğretmen’de genellikle kahverengiyi tercih ederdi. Esvapları her zaman tertemizdir…
Ramazan Öğretmen derslerinde Kızılçullu’daki öğretmenlerinin anlattıklarını yaşayarak anlatırdı, neler demişti öğretmenleri?
“Siz Cumhuriyet aydınlamasının temel direğisiniz, insan olmanın, aydın olmanın yüceliğini Anadolu’nun taşına toprağına nakış gibi işleyeceksiniz!”
Salih Öğretmen tarım dersine başlamadan:
“Bıraksın peşimizi kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!”
Talip Öğretmen çocuk edebiyatı dersinde:
“Tembellik yok, yılmak yok, korkaklık yok! Bu savaş medeniyet savaşı, bu savaş insan olma savaşı!”
Öğretmen İzzet Yolasığmaz:
“Okuyun çocuklar, durmadan okuyun!”
Birsen Öğretmen:
“Dünya dönüyor çocuklar; fakat dönerken içinde ne dolaplar dönüyor, onu da anlatın derslerinizde! Sen Ramazan, senden çok şeyler bekliyorum, senden çok şeyler bekliyorum!”
Beden Eğitimi Öğretmeni Deli İhsan:
“Beden sağlığı yerinde olmayanların, akıl sağlığı da yerinde olmaz!”
…
Kızılçullu günlerini en ince ayrıntısına kadar anlatıyordu Ahmet’e!
Ahmet, Ramazan Öğretmen’den bunları duydukça, daha bir göneniyor, güneş gibi ışıyordu. Düşünceleri kayadan kayaya; kaleden kaleye uçuşuyordu. Kararım karar demişti Ahmet. “Ben de öğretmen olacağım!”,
O da bir Ramazan Öğretmen olacaktır! Hele Nazım şiirlerini Ramazan Öğretmen’in sesinden duydu mu tüyleri diken diken oluyordu.
“Memleketimin en talihsiz günü, ana rahmine düştüğünüz gündür!”
Ramazan Öğretmen, her seferinde başka başka şeyler anlatıyordu Ahmet’e, dağarcığı doluydu, anlattıkça anlatıyor; anlattıkça coşuyordu:
“Benim köylüm kula kul olmayacak! Benim köylümün topraktan aldığı, bire elli, bire yüz olacak! Ve de onları kargalara kaptırmayacak, kemirgenlere yedirmeyecek! O topraktan öğrendiğini kitapsız bilen yurdum insanı, bundan sonra gerçekten bu memleketin efendisi olacak! Sen rahat uyu Kemal Paşa, yarın sabahın olacağına nasıl inanıyorsam, buna da aynen öyle inanıyorum. Unutma Ahmet, gecenin zifiri karanlığı, aydınlığa en yakın olan zamandır!”
“İnanayım mı Ramazan Öğretmen, inanayım mı?”
“İnan, o gün her zamandan daha yakın, güneş kızaran ufuklardan daha bir güzel doğacak!”
O gece de iki vakit horoz ötümüne kadar konuştular. Ramazan Öğretmen çay sigara ile uykusunu dağıtmış; anlattıkça anlatıyor, konuştukça konuşuyor, konuştukça açılıyordu. Ramazan Öğretmen’in dediklerini kaçırmak istemeyen Ahmet de pür dikkat onu dinliyordu.
“Bugün bu kadar yeter Ahmet, yarın devam ederiz. İyi geceler, dikkatli ol yalnız, kasabanın son aylardaki durumu beni ürkütüyor. Ona göre çok dikkatli olmalısın!”
Ahmet’in elinde ne fener, ne çıra, ne lamba; hiçbir şey yoktu. Zaten olmasına gerek de yoktu. O nerede taş, nerede çalı çırpı var karış karış biliyordu...
“Furun, Allah yarattı demen, nesine gelirse gesin, furun!”
“Furun, sırtını ganından yumşak edince gada furun!”
“Bunu öldüsek etini köpekle bile yimez pis gomünistin!”
“Ne köpeği, ne köpeği, bunun leşini toprak bile kabul etmez!”
“Gebetinceye gada dövem leşini de Kirezlik omanlana atıverem. Bunu yise yise alıcı kuşla yer, andıklar, çakalla yir! Yise yise gurhla yir!”
“Gurhla yisin, akbabala yisin; ne yise yisin!”
“Gebedem, sona dabenim beygirin akasına bağlayıp süryüp götürem!”
“Çene yapıp dumayın, vumaya bakın!”
“…”
“Sizi gidi o. garı çocukla, ne istesiniz oğlumdan, ne istesiniz yavrımdan! Len Kör Köpek, benim oğlumla uğreşcana Kirezlikte ablanı haledenlele uğreş! Sen Salak, samanlıkta ananı … sen ona baksana! Şerif Ali, nişanlın, eski sevgilisi ile gizli buluşup kendini teslim ediyo! … Sizin gibile zaten böle,sizin gahpeleböyle yol kese, tuzak gura, … o. çocukları!”
Şerife Kadın bir taftan söyleniyor bir taraftan taşları peşi sıra fırlatıyordu.
“Kaçmayın … çocukları al ganlanızı döhmeden yaşamak bana haram olsun, gaçman o… çocukları sizi yaşatısam, Dimit gavırın gızı olen. Hem vallahi, hem billahi ölümünüz benim elimden olcek! Şerefsiz Memet, ben olmesedim çayda boğulup gebecektin! O zaman ellemeseydim seni, kasaba bir şerefsizden kurtulmuş olurdu!”
Şerife Kadın, Ahmet eve gelinceye kadar gözünü gözüne kırpmaz, sese şamataya kulak verirdi...
Gecenin sessizliği gürültüyü büyütmüş, Şerife Kadın’ın beynine çivilemişti. Yataktan kurşun gibi fırlamış:
“Kak herif kak! Ahmet’i öldürüyola!”
“Kim dövüyor, kim öldürüyor, nerede?”
Şerife Kadın, avlu önüne yığdığı taşları eteğine doldurmuş, doğruca Ramazan Öğretmen’in evi tarafına yönelmişti. Zaten iki ev arası seksen, doksan metre var ya da yoktu.
‘Ahmet’i öldürüyorlar,’ sözü ile beyninden vurulmuşa dönen Nurullah Emmi:
“Benim oğlumu öldürenin, anasını, avradını, sülâlesini…” Ağzına geleni söylüyordu. Küfürler peşi sıra tesbih tanesi gibi çıkıyordu.
...
Zaman kaybetmeden Taksiciyi uyandırdılar. Tam ona göreydi bu. O her zaman tek tüfeği kurulu gümede bekleyen bir avcı gibiydi Taksici. Doğruca Sıhhiye Ali Osman’a gittiler. Ali Osman, yaraları temizledi, pansuman yaptı.
“Siz tez çabuk karakola gidin, bu şerefsizlerin yaptıkları yanlarına kâr kalmasın. Öte taraftan da aynı araba ile Salihli’ye gidin! Hastanın durumu çok ciddi. Ben ilk müdahaleyi yaptım; ama durumu çok ağır.Yok yok siz doğru gidin ben karakolu bilgilendiririm. Siz saldırıyı yapanları bana söyleyin, yeter. Haydi, durmayın, Taksici acele et, hastayı Salihli’de Cavit Bey’e yetiştir. Ona selamlarımı söyle, haydi durma, uç! Şimşek gibi, yıldırım gibi, haydi durma!”
Sıhhiye Ali Osman, Karakol Komutanı Ali Rıza’yı uykusundan uyandırdı. Olayı anladığı kadar anlattı. Suçluların karakola getirilmesi gerektiğini söyledi. Hastanın Salihli’ye varmadan yolda öleceğini, kolluk kuvveti olarak lazım gelenin yapmanın doğru olacağını dilinin döndüğünce anlattı.
“Taksici Şaban, sen suçluları bana getir! Oğlum onbaşı, yanına iki asker al, suçlular kaçmadan, getir! Haydi, durmayın tez çabuk tesisat kuşanın!”
Ahmet’in durumu gittikçe ağırlaşıyordu. Taksi toprak yolda yel gibi gidiyordu. Viraj, kasis demeden uçuyordu adeta:
“Dayan oğlum, dayan az kaldı, sık dişini iyileşeceksin, içinden dua et durmadan. Ne olur güzel Allah’ım oğlumu bana bağışla, istersen onun yerine benim canımı al, ne olur güzel Allah’ım, yalvarıyorum!”
Ahmet, Cüruf Dağına varmadan öldü…
Kommentare