top of page
Yazarın fotoğrafıNiyazi UYAR

"BOZKIRIN TEZENESİ" NEŞET ERTAŞ

Güncelleme tarihi: 11 Şub 2022


“Gara Seyyah” çok severdi Neşet Ertaş’ı, günün her saatinde bıkıp usanmadan saatlerce dinlerdi. Elim bir kazada ölene değin başucundan hiç eksik etmedi onu. Neşet Ertaş'sa hepinizin bildiği Bozlakların ustası Kırşehirlilerin gönül efsanesi, Neşet Ertaş...


Genellikle İstanbul – Salihli arasında nakliyecilik yapardı Seyyah abim. Arabaya biner binmez teybe hemen onun kasetini koyar, kendini türküye kaptırır, onunla birlikte boğazını uzata uzata söyler, ara ara da “ yaşa … oğlu,” deyip aşka gelirdi. Konseri monseri denk geldi mi muhakkak giderdi. Bir gün bana, “bizim oğlan Neşet’in konserine gittim, adam iki saat hiç sahneden inmeden çalıp söyledi. Ya *gabbanalı (Yöresel ağızda beğeni için kullanılır) ya, adamda ne ses var, adam ne çalıyor ya, sazın gövdesini patlatacak!”


O da çalıp söyleyen bir aşıktı. Trafik cinayetine kurban gittiği yıl, (Ağustos - eylül aylarında düzenlenen) Kemalpaşa Hamzababa Şenlikleri’nde o da sıra almış, çalıp söylemeye ömrü vefa etmemiş, çok genç yaşta (45), - o yaşa kadar - onun ölümü tattığım en acı ölümdür. Sonraki yıllar Anamı babamı kaybettim itiraf edeyim, o kadar üzülmedim. Hani derler ya, eskiler Allah sıralı ölüm versin, aynen öyledir. Dileğim odur ki Tanrı bana evlatlarımın, torunlarımın acısını göstermez. Ben onların yerine her şeye hazırım...


Neyse esas konuya dönüp sevgili okuru çok özel şeylerle sıkmayalım, ne de olsa bu metin karşılıklı söyleşi havasının emarelerini taşısa da bir söyleşi değil.


Neşet Ertaş, bozlak ustası Muharrem Ertaş’ın oğludur. Kırşehir’de dünyaya gelmiş, babası ile birlikte abdal geleneğinin temsilcileri Hacı Taşan, Çekiç Ali’den feyz almıştır. Onun roman kültürün tanıtılmasında, bu kültürün kabul görmesinde yadsınamayacak bir katkısı olmuştur. Bu toplumda demezler, “ne isteyip duruyon len cingene gibi,” yine yataktan geç kalkanlara, “ cingenle gibi yatıp durme len,”

İşte benzer hakaret vari sözleri duymadık mı hepimiz, yine “Çingene Çingene” diye şarkılar yapılmamış mı, “Çingene” diye filmler yapılmamış mı? Çok aşağılıkça sıfatlar… İşte bu üstatların özellikle Neşet Ertaş’ın bunu aşamadaki rolü büyüktür.


Neşet Ertaş, müziğin içinde doğmuş, babası Muharrem Ertaş’la birlikte düğünlerde çengilik (ona dair yazılan metinlerde kullanılan ifade aynen böyle) yapmış, çalıp söylemiş; onlar rızklarını böyle çıkarmışlar, yani o, yokluktan, yoksulluktan doğan bir halk ozanıdır. Kendinden önceki çoğu halk ozanı gibi, okula gitmemiş, kendi kendine okumayı yazmayı öğrenmiş, alaylı bir ozandır. Halk ozanlarının çoğu, son dörtlükte adlarını veya mahlaslarını kullanırken o, bazı şiirlerinde “garip” mahlasını kullanmış, adını hiç kullanmamıştır. Neşet Ertaş’ın eserleri hangi halk ozanına daha yakındır diye soracak olursanız, “Karacaoğlan’a” derim.


"Sinemde gizli yaramı, kimse bilmiyo' Hiç bir tabip yarama, merhem olmuyo'

Boynu bükük bir garibim, yüzüm gülmüyo' Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen, neredesin sen? Boynu bükük bir garibim, yüzüm gülmüyo' Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen, neredesin sen?"


Tasavvufçuların derdi sevgiliye kavuşmaktır, o sevgili tanrıdır, onun varlığı içinde yok olmaktır; onlara göre gerçek varlık tanrı varlığıdır, bunun dışındaki her şey zahiridir. Fakat o yol zor bir yoldur, şeyh Galip’e göre ateş denizini mumdan gemilerle geçmektir.


Aşık edebiyatı ozanlarının sevgisi insanidir, muratları aşık oldukları sevgiliye karşı cinse kavuşmaktır. Onların dertlerinin dermanı tabipte değil, sevgilidedir. hiçbir tabip dertlerine derman olamaz. Mesela Neşet Ertaş’ın derdi Leyla’dır, Ahmet’in Mavilidir, Karacaoğlan’ın Elif’itir, Zeynep’tir.


Neşet Ertaş diğer halk ozanları gibi usta çırak geleneğinden doğup büyüyen ünü önce Türkiye’ye, sonra Avrupa’ya taşınan evrensel bir halk ozanıdır. Nitekim Unesco 2009 yılında “yaşayan insan hazinelerine" girmesine karar vermiştir...


Neşet Ertaş’ı, Almanya turnesinden dönerken Yugoslav polisi durdurup ehliyet ruhsat sorar. Ehliyeti olmadığını söyleyince onu üç ay hapse mahkum eder. Bir buçuk ay hapis yatar. Cezaevinde iken bizim Tolstoy’umuz Yaşar Kemal, İnce Memed adlı eserinin üstüne “Bozkırın Tezenesi,” diye yazıp gönderir. Artık bu sıfatla anılmaya başlamıştır: “Bozkırın Tezenesi” demek Neşet Ertaş demektir. Ustalara da böyle güzellikler yakışır zaten. Onun kendine has bir mızrap vuruşu, kendine has bir bağlama çalma tarzı vardır. O sazın gövdesine öyle bir vurur ki, bu vuruşlar, insanın yüreğinin yağını eritir. Bu vuruşlar, gariplerin acısını haykırmaktadır adeta.

1950 yılında bozkırdan kopup gelen Neşet Ertaş cebinde 2,5 lira ile taşı toprağı altın diye anılan kendi gibi garip insanların harmanlandığı İstanbul’a gitmeye karar vererek Kırşehir’den Ankara’ya gelir. Cebindeki para, bilet alacak miktarda olmadığı için “İstanbul, İzmir, Adana…” diye bağıran bir cazgır:


“Şuraya otur, durmadan çal, ben seni İstanbul otobüsüne bindireceğim,” der. O da oturur saatlerce çalar, çalar ve akşama yakın bir otobüse “geç, şuraya, otur” deyip bindirir.

Aşk acısı, yoklukla çıkılan bu yolculukta, bakalım neler beklemektedir onu? Aşk acısı dedik ya, ilk sevdiği kızı istemek için babasını gönderir. Kızın babası,


“Tamam olmasına tamam da, lakin benim şartlarım var. Oğlunuz buraya yerleşecek, yerleşik bir hayata geçecek, yoksa olmaz,” der.


Bu, imkansız bir şeydir. O gönüllerin ozanı, sevenlerin, aşk acısı çekenlerin sesidir, onun bu şartları kabul etmesi demek, kendini inkar etmesi demektir. Bundan sonra, “bu Anadolu bozkırında benim yiyecek ekmeğim kalmadı” deyip garipliğin başkenti İstanbul’a gitmeye öyle karar verir…


Neşet’in yiyecek bir dilim ekmek için İstanbul’daki iş arama serüveni - kendi ifadesiyle - çok zorlu geçmiştir. Karın tokluğuna bile çalışacak yer bulamamıştır. Her insanın olmasa bile bazılarının karşısına çıkan tesadüfler hayat çizgisinin harika çizilmesine sebep olur. İşte Şençalar kardeşler onun için öyle olmuştur. O, önce Beyoğlu Gazinoda 7.5 lira yevmiye çalmaya başlamıştır. Güzel çalar, çok güzel söyler; kendi bestelerini okurken gözünden akan yaşlarla dinleyenleri büyüler. Öte yandan onun mütevazi kişiliği ile herkesin takdirini kazanır. Bu güzel insanın bir de sazı, sözü kıymetli olunca adı günden güne daha çok insan tarafından duyulmaya başlar.


İlk plağını Beyoğlu Saz’da 1957 yılında çıkarır. Cebi para görmeye başlamıştır. İstanbul’un namlı mahallerinden biri olan Hacı Hüsrev’de bir ev kiralar, orada bir yıl oturur. Pirireis Ortaokulunda görev yaptığım yıllarda Hacı Hüsrev’de oturan öğrencilerim oldu. Benim bütün öğrencilerim güzel olduğu için onlar da çok güzel insanlardı. Yine de o mahalle ile birkaç anekdot yazmak da farz oldu:

“Adamın biri Hacı Hüsrev’de kahveye oturup çayını, kahvesini içer. Cebi de para doludur. Akşama doğru kahveden ayrılırken oradakilere:

“Hani siz şöyle yaparmışsınız, böyle adamı halledermişiniz. Cebim para dolu, ruhunuz duymadı!”


Kahvedekilerden biri:


“Biz onlara baktık, sahteydi geri bıraktık, şimdi toz ol, bir daha da buralara geleyim deme,” der.

O zamanki okul müdürümün anlatımından: Eşi 77 numaralı belediye otobüsünden akşamüzeri beş gibi İplikçi Durağı’nda iner, doğru evine gider. Eve geldiğinde çantanın açık olduğunu görür. Hemen eşini arar, durumu anlatır. Çantasında düğün takıları vardır, evinin güvenli olmadığını düşündüğü için yanına almıştır. O da “sakin ol, ben şimdi muhtar amcayı arayıp durumu anlatırım,” der. Muhtarın yanına gider durumu anlatır. O da “tamam araştıralım, yarın gel,” der.

Duygusal bir insandır Neşet Ertaş, zaten duygu, aşk olmayınca sanatçı olunamaz ki! Neşet Ertaş da benim gibi, duygulandığında gözyaşlarını tutamaz. Bir konser için İstanbul’dan Yalova’ya gitmek için gemiye biner. Gemide Zeki Müren’in:


“Yaşama zevki verir,

Ruhuma sonsuz kederin.

Seni, yalnız seni, çılgın gibi severim…”


Gidişte gelişte de bu şarkıyı dinler, dinlerken gözyaşlarını tutamaz.


Neşet Ertaş İstanbul’da tutunmuş, tanınmış, orada cebi para görmüş; fakat, bir türlü sevememiş İstanbul’u. Bu kadar kalabalık şehirde, hep yalnız hissetmiş kendini. Ankara’ya dönmeye karar verir. TRT’de her sanatçıya nasip olmayacak iki büyük ustanın Emin Aldemir ve Muzaffer Sarısözen’in beğenisini kazanınca, hayatının en anlamlı yılları başlar. Türküleri, betseller gibi dilden dile dolaşır.

“Zülüf dökülmüş yüze

Kaşlar yakışmış göze,”


O kadar çok beğenilir ki, şehirde, köyde, dağda, kırda aşkla söylenir. Hele “Zahide'm!” türküsü. Zahide adlı bir kıza aşık olanlar karşılarında Zahideleri varmış gibi coşarlar. Bu güzel türküyü “Sanat Güneşimiz de yorumlayınca Neşet Ertaş adı artık efsane olur.


1965-1975 yılları Neşet Ertaş rüzgârının estiği yıllardır. İzmir Fuarı sanatçılar için çok önemli bir arenadır. Fuar gazinolarında şarkı türkü icra etmek harika bir şeydir. Neşet Ertaş, Zeki Müren’in isteği ile onun kadrosunda sahne alınca ünü daha da büyümüştür.


Neşet Ertaş’ın şiirlerinde türkülerinde Leyla adı önemli yer tutar. Ankara’da gazinoda çalışan adı Leyla olan bir kadına aşık olur. Fakat babası kızı kesinlikle istemez. Baba oğul arasına Leyla girmiştir. Muharrem Ertaş ona şöyle seslenir:



"Evelde tutmadın Neşet sözümü Öksüz koydun yavruları kuzunu Almasaydın Boluların kızını Son pişmanlık fayda vermez evladım Ben Neşet'im diyorsun o da der Leyla Sebep oldu anası ayırdı böyle Bir ben söyleyim Neşet bir de sen söyle Ata sözü muteberdir evladım!"


Buna karşılık Neşet Ertaş:


"Aşkı kimden aldın sevgiyi kimden Aslı bozuk deme gel şu insana Soracak olursan eğer ki benden Aslı bozuk deme gel şu insana ya dost Yazımızı felek yazdı mevladan değil Senin dediklerin evladan değil Her hata suç bende leyla'dan değil Aslı bozuk deme gel şu insana ya dost!"


Babasının ısrarla karşı çıktığı bu evlilik on yıl sürer, bu evlilikten üç çocukları olur. Fakat bugün dillere pelesenk olan şu türküleri Leyla’ya dair söylemiştir.


“Kendim ettim, kendim buldum,”

“Hata benim suç benim,”

“Yazımı kışa çevirdin.”


1980’li yıllardır, Ankara’da bir konserde çalıp söylerken birden parmakları sazın perdelerine basamaz. Olacak şey değildir. Sazı ve sözü ile hayatını idame ettirten büyük ustanın parmakları uyuşmuş vazife göremez olmuş. O kadar çok üzülür ki, seyircilerden özür dileyip gözyaşları içinde sahneden ayrılır. Hastane hastane dolaşır, nafile! O, artık sanat hayatının bittiğini düşünmeye başlar. Derler ya, dünya iyi insanların yüzü suyu hürmetine ayakta duruyor, yoksa yıkılır. İşte o iyi insanlardan biri de Doktor Mehmet Ali Altın’dır. Neşet’i yurtdışında ihtisasını tamamlayıp Hacettepe’de çalışmaya başlayan bir doktora götürür. Orada fizik tedavi görür, fakat istenilen netice alınamaz. Neşet, işte bu iyi insan Mehmet Ali Altın için:


Oturup yerinde durmayan Hiç bir insanı kırmayan Kimseden çıkar görmeyen Doktor Mehmet Ali Altın”

Diye bir türkü besteler.


Neşet Ertaş Almanya’da işçi olarak çalışan kardeşinin yanına gitmeye karar verir, amacı orada hem tedavi olmak, hem de çalışmaktır. Gerçekten orada tedavi olur, parmak felcini yener.

2000 yılında İstanbul Harbiye Açık Hava Tiyatrosunda verdiği muhteşem konserle yeniden sahnelere döner. O akşam Açık Hava Tiyatrosu tıklım tıklım dolmuş ve Neşet Ertaş bu konserle yeniden doğmuştur.


O, halka, seyirciye son derece saygılı bir sanatçıdır, bir konserde sıcaktan çok bunalınca ceketini çıkarmak için seyirciden izin isteyecek kadar. Halk büyüktür, halk yücedir, hiçbir şahsiyet halktan büyük olamaz, kişiler tabulaştırılamaz. Bakın, bizim kurucu liderimiz ne diyor:


“Akıl ve bilim her zaman yol gösteriniz olmalı. Bir gün benim düşüncelerim bilimle ters düşerse siz bilimi seçin!”


İşte bu halk her daim Atasına güvenmiş o da halkına güvenmiş, güven vermiştir. Yine Onuncu Yıl Nutku’nda der ki:


“Bahtiyarım ki, milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım.”


Ne kadar kıymetli, güven duymak, güvenilir olmak! Neşet Ertaş, halkına adamış, halktan biri olarak görmüştür hep kendini! Bu nedenle 2002 yılında kendisine verilen “devlet sanatçılığı(!) unvanını “ben halkın sanatçısıyım,” deyip reddetmiştir. Zaten “devlet sanatçılığı” kavramanın içi boşaltıldığı için Neşet Ertaş’ın ne kadar haklı olduğu ayan beyan ortadadır. Öteden beri zanaat ile sanat kavramları hep karıştırılır. Estetikten, duygudan yoksun bir şeyler üretenlere “devlet sanatçısı” payesi verilmiş.


Neşet Ertaş’ın birçok eseri, yaygın olarak birçok sanatçı tarafından icra edilmektedir. Mesela, Emel Taşlıoğlu, İsmail Altunsaray, Kırşehirli birçok yerel sanatçı… Onun çok sevilen birkaç eseri şöyle:


Zahidem, Zülüf Dökülmüş Yüze, Mühür Gözlüm, Küstürdün, Hapishanelere Güneş Doğmuyor, Neredesin Sen, Kesik Çayır, Gönül Dağı, Niye Çattın Kaşlarını, Kendim Ettim, Kendim Buldum, Doyulur mu, Evelim sen, Bir Ayrılık, Bir Yoksulluk, Seher Vakti, Hata Benim, Seher Vakti, Ah Yalan Dünya, Yazımı Kışa Çevirdin…


Neşet Ertaş, şiirlerinin son dörtlüğünde adını kullanmaz, bazılarında “garip” mahlasını kullanır demiştim ya. O açıdan bazı eserleri repertuvara anonim olarak kaydedilmiştir. Onun şiirlerinde hep sevgi vardır, hep hoşgörü vardır, vefa vardır.


Büyük ustayı, birkaç sayfa ile anlatmak mümkün değil. Onun hayatına dair, belgeseller yapılmış, kitaplar yazılmış, yine yetmemiş. Büyük usta ile ilgili edebiyat fakültelerinde kürsü kurulması icap eder ki karanlıkta hiçbir şey kalmasın her şey gün yüzüne çıkarılsın; çünkü o, bu toplumun değerlerinden biridir. Aslında Neşet Ertaş gibi, Aşık Veysel, Aşık Mahsuni Şerif, Pir Sultan Abdal ve Karacaoğlan için de geçerlidir bu önerim.


Büyük ozan Neşet Ertaş, 2013 yılında ileri derece prostat kanserinden İzmir’de bir hastanede vefat etmiş ve vasiyetine istinaden Kırşehir’de babasının mezarının yanına defnedilmiştir.


Işıklar içinde uyu abim, abimin ve Türk halkının büyük ozanı!


165 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page