top of page
Yazarın fotoğrafıFadime Y.KAROĞLU

Bonbon Dede



Pişmesi uzun sürecek yemekler için maltızlar yanardı. Tavşankanı dem alması beklenen çayların hazırlığı yapılırken, henüz kora dönmemiş maltızlardan çıkan dumanla, mahalle afyon çekmiş gibi olurdu.

“- Kangal sakızları var! Bonbon şekerleri geldi. Leblebi, çekirdek var!”

Havayı bıçak gibi ikiye bölen bu sesle, sokağın başında, eskimiş takım elbisesi, fötr şapkası, koluna taktığı meşin siyah çantası ile görünen tonton ihtiyarı, çocuklar, kuyruk ve burunlarını havaya dikip, sabırsız yalanan, minik kediler gibi beklerdi.

Çantasıyla, bir satıcıdan daha çok, seyahatlerden, hediyelerle eve dönüyormuş izlenimi veren ihtiyarın, çay bardağı ölçüsüyle sattığı, leblebi ve çekirdeklerden almak uğruna, beş on kuruş için annelerinin eteğine yapışıp sızlanan çocuklar, Bonbon Dede adını takmışlardı ona. İhtiyar, belli etmese de, haftanın belli günleri geldiği mahallede, çocuklardan gördüğü yakınlıkta, hasretini çektiği çocuklarının kokusunu buluyor, onlara derin hislerle bağlanıyordu. Bu yüzden, hiçbir çocuğu evine eli boş göndermek istemezdi. Oluru olsa hepsine bedava dağıtacaktı çantasındakileri.

Ceketini çekiştirip, bana da!.. bana da!.. diyerek sıralanan çocukların arasından, kenara büzülmüş, mahcup kara gözleriyle diğer çocukları imrenerek izleyen küçük kıza takıldı gözü, ihtiyarın. Kendi kızı, Zeynep’ine benzetti. Öyle içten, öyle sıcak baktı ki, küçük cesaretlerdi. Diğer çocukların arasından süzülüp, iki belik saçlarından yolarak çıkardığı Arap başlı bir çift lastik tokayı dedeye uzatarak:

-Bunlara bonbon şeker olur mu?

Kara Kız’ın başını sevgiyle okşadı. Tokalarını kendi elleriyle, beliklerine takarak:

-Senin adın ne küçük?

-Selvi

-Selvi... Selvi gibi uzun olsun, boyunda, yaşında, emi? Diyerek çantasından çıkardığı şekerleri uzattı ihtiyar.

-Hangisinden istersin şekerlerin?

-Hani böyle renk renk…

-Al bakalım, hangisini istersen.

Daha ne isteyebilirdi hayattan. Bir sürü çocuğu olmuştu, üç beş şeker ve leblebi sayesinde. Ne zamandır yalnız yaşıyordu. İyi ki bu fikir gelmişti aklına, yaşamını doldurmuştu. Yoksa bir başına mutsuz tamamlayacaktı kalan ömrünü.

Gözleri Selvi’nin elindeki mavi şekere daldı. Şekerin içinden kendi dünyasının tozlu köşelerine ulaştı, hiç unutamadığı geçmişi, çocuklarını, kızı Zeynep’i anımsadı.

Kendi torunları da olmuş muydu acaba? Neredeydiler şimdi? Başka evlerde mutlu olur mu çocuklar? Kim bilir, ne çok kızıyorlardı ona?

İçindeki ince sızı, yüreğini dağlayarak, burnunu sızlattı. Gözleri ıslandı.

Karısı genç yaşta öldükten sonra çocuklarının her biri bir tarafa dağılmış toparlayamamıştı bir daha. İş yok, güç yok. Üç çocuğa günlük işlerde çalışarak nasıl bakardı? Çaresiz yetimhaneye bırakmıştı. İlk zamanlar görmeye gidiyordu. Sonra bir şeyler götürememenin, yetememenin ezikliğiyle gidemez olmuştu. Bir daha görmemek koşuluyla, evlat edinilmelerine karşı koyamadı. İmzayı atarken ölüp ölüp dirilmişti.

Yıllarca her çocuk sesinde kendi çocuklarını aradı durdu. Belli ki yara henüz kapanmamıştı, hiç kapanmayacaktı. Boynu bükük, hüzünlü bakan her çocuk biraz daha kaşıdı üzerini.

Kaç gece:

“- Baba! Baba! Ne getirdin bize?” diyen çocuklarının sesleriyle uyandı düşlerinden.

Sonda yaşama dönme gayreti ona bu işi buldurmuştu. Ardından bu gönül yolunu…

Yitip gitmeden, borcuydu. Çocuklarına götürmeyi isteyip de götüremediği çerezleri, başka çocukları mutlu etmek için taşıyacak, onların gözlerindeki mutlu bakışlarla huzura erecekti. Sokak sokak dolaşıp, onları sevindirmek için, en kuytu köşedeki çocukları bile bu yüzden arayıp bulacaktı. Para kazanmak düşüncesi yoktu. Bir ekmek, biraz peynir, zeytin alsın yeterdi. Belediyenin kurban bayramı için yaptırdığı küçük barakanın dört yanını naylon torbalarla sarmıştı, soğuktu ama işini görüyordu. Sattıklarından elinde, yenisini alacak kadar bir şey kalsın yeterdi.

Büyük, küçük mahallenin sevgili bonbon dedesi olmuştu. Özellikle kara kız, Selvi’nin… Bonbon şekeri verip, başını okşadığı o günden beri bir başka ısınmıştı ihtiyara.

- Kenger sakızları var!.. Bonbon şekerleri, leblebi, çekirdek… Var!

Selvi sesi duyar duymaz kapının önünde aldı soluğu, bütün çocuklardan evvel koştu yanına. Bu kez şeker değildi derdi. Küçük elleriyle yeleğinin cebinden çıkardığı buruşuk siyah beyaz fotoğrafı dedeye uzatarak:

-Bak, bunlar benim annemle babam. Ninem verdi.

İhtiyar, zeytin gözleriyle kendisine sevgiyle bakan Selvi’nin elinden resmi alarak baktı. Bir düğün fotoğrafıydı gördüğü. Bıçkın delikanlının yanında, telli duvaklı, öyle gözleri yok çeker gibi duran gelin kızı Zeynep’inin ta kendisiydi. Kaşının üzerindeki belirgin siyah beninden tanımıştı onu. Kalbi duracaktı heyecandan. Daraldı daraldı…

Yüreğini yüklenen sesiyle:

-Neredeler şimdi?

-Ninem, onların cennette olduklarını söyledi!

Sol tarafına sanki bir bıçak girip çıktı. Sapsarı kesilmişti rengi ihtiyarın. Titreyen buruşuk çilli ellerini göğsüne bastırdı. Bir şey söylemeden arkasını dönerek, ağır ağır ilerlerken öteki eliyle yaşlı gözlerini siliyordu.

Beklentisine umduğu gibi yanıt alamayan küçük Selvi’nin dudakları büzülmüştü. Düşen fotoğrafı yerden alarak, küskün, aceleyle eve koştu.



23 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page