top of page
1/2

BİR CUMARTESİ KLASİĞİ


*Niyazi UYAR

*


Günlerden cumartesiydi, cumartesi kutsiyeti olan bir gündü onun için. Cumartesi’nin kutsiyeti Musevi okulunda görev yapmasından değildi. O cumartesi günü akşamı kimseye söz vermez, başka bir program yapmaz, o güne dair ne kadar vazgeçilmez bir öneri de olsa kabul etmezdi. O, o akşam, kendine döner, kendini dinler, dünün muhakemesini yapar, bu süre içinde bazen yüzü asılır, bazen gülümserdi. Sonra birden, o gülümseme kahkahaya döner, katıla katıla gülerdi. En çok neye gülerdi, duysanız, “hadi canım buna da gülünür mü" dersiniz.

O, onun için hem komikti hem romantikti aslında.


Necatibey Eğitim Enstitüsü’nün Türkçe bölümünde okuyordu. 2/ A sınıfının duvar tarafının önden dördüncü sırasında Nesteren’in hemen arkasındaydı. Dersin adı Batı Edebiyatı, öğretmeni de Sabit Bayıldıran! Sabit Öğretmen “Batı” kavramının içini doldurmaya çalışırken, Aristo’dan, Leonardo da Vinci’ye, Picasso’ya, Martin Luther’e kadar çok geniş bir perspektif çizerek, kavramın içini doldurmaya çalışıyordu. Özer, Sabit Hoca’nın “Batı”sından kopmuş, Nesteren’in kumral saçlarının, her bir teline yüreğini asmış, her bir teline salıncak kurmuş sallanırken, dayanamamış, kulak memesinin hizasında kesilmiş ne sık, ne seyrek saçlarının içinde kaybolup gitmiş, eliyle "gayrı ihtiyari," derler ya işte öyle Nesteren’in saçlarını okşarken, bir yandan da parmakları dişsiz bir tarak olmuş taramaktayken, Nesteren de saçına dokunan parmakların sıcaklığına kendini bırakmış, yüreğinin deli deli atışı ile enstitünün sınırlarını aşıp uzaklara ta Uludağ’ın yücesine doğru uçup gitmiştir...


İşte her aklına geldiğinde onu gülümseten bu vaka okura saçma gelse bile, Özer için kıymetlidir...


Günlerden cumartesiydi, fakat bu cumartesiye bir doğum günü tesadüf edince doğum gününün aşkına, cumartesinin şanına uygun olsun deyip MMM Migros’a doğru yürüdü. Yavaş yürümeyi bir türlü beceremezdi öteden beri. Yavaş yürüyüp çevrede ne var yok, dikkat etmek, gözlem yapmak onun hayat biçimi iken alfabesi iken, söz geçiremediği "ben," her şeyi alıp gitmektedir.


Bornova çayı üzerine kurulmuş demir köprüden geçti, yerel yönetimin geniş bir alana yaptığı Çamkıran Parkının yeşilliğine daldı bir an. Parkın içine gençler, çocuklar paten, kaykay yapsın diye yapılan parkur mahalle gençliğinin, uzak semtlerin, merkez ilçelerin, hatta Manisa’nın Turgutlu’nun gençlerinin uğrak yeri haline gelmiştir. Parkın cins cins meyvesiz ağaçları, mühendislik kokan bir nizam içinde dikilirken, parkın hemen karşısındaki lacivertli, kahverengili, sarılı binalar İzmir depreminde ağır hasar görmüş, evlerin kapıları, pencereleri hurda avcıları tarafından sökülmüş, kurbanı bekleyen kurbanlıklar gibi yıkılmayı beklemekte. Deprem öncesinin gösterişli (!) yıkılan yapıları, iyi kötü anıyı beraberinde, kötü beton esvabını, birim alanda olması gereken yetersiz demir adedi ile toplayıp maliklerine mezar olmuştur...

Günlerden cumartesiydi, MMM Migros’un kasap reyonuna uğradı, baktı. "O mu, şu mu, bu mu," derken akşamdan kafasına koyduğu somondan başka şeyin üstünde durmadı. Garip bir adamdı neye şartlamışsa kendini, ondan başka bir şeyi görmezdi gözü, sabit fikirliydi. Kendini, kendisi veya biri ikna etse, mutsuz olur, içi içini yerdi. Somon alacaktı, eşi somon pişirme ustaydı. Somon parçalarını zeytinyağı, limon, karabiber, az da tuz ilave edip marine eder, pişirmeden evvel bir saat dolapta bekletir, sonra pişirirdi. Patates kızartması olmasa olmazıydı, çok severdi, çocukluk aşkıydı, çiğli, kabuklu patates kızartması. Somondan önce patatesleri yuvarlak dilimler öyle kızartırdı eşi.


Hava sıcaktı, ağustos sıcağı, ağustos böceklerinin sesini kesmiş, yeni açılan bulvardan geçen motorlu böceklerin sesi ile birlikte, hoyrat motosiklet sürücülerinin motorlarının sesi, vahşi bir canavarın höykürmesi sinirlere dokunur. Sıcakta sesi soluğu çıkmayan ağustos böcekleri, hava serinleyinceye kadar kıpırtısız ölü gibi kovuklara, yaprakların altına gizlenmiş, serinlikte birlikte kurarlar orkestrayı.


Özer, somonu almış, deli sıcağın insanın beynini eritecek çılgınlığına, alışkanlığın dayanma gücüyle, bana mısın demez, Çamkıran Parkı’nın yeşilliğinde gözünü gönlünü bir güzel yıkarken, eğitim enstitüsünün kumral saçlısına tarak olmuş parmaklarına baka baka evine doğru yürür. Kahvedeki okeyci, batakçı arkadaşları yolunu beklemektedir muhakkak!


“Hadi hadi batağa, dördüncüyü bekliyoruz!"

Batak oynamayı severdi Özer. Günün, hayatın monotonluğunu bununla atıyorum deyip teselli bulurdu.


“Hadi, hadi elindekileri bırak gel, seni bekliyoruz, Selami senin yerine bakıyor, hadi çabuk çabuk!”

Batak deyince dayanamaz, elinde ne iş olursa olsun, bırakırdı.

“Geliyorum, Selami iyi oyna, ihaleye girme, batarsan çay paralarını sen ödersin, ona göre!”

“Ayıp ettin Özer, senden ileri mi, senin için parayı köpek ederim ben!”

“Yaşa gardaş, yağmasan da gürle!”

“Ne gürlemesi, daha çok ayıp ettin şimdi!”

“Boş boş konuşup durmayın hadi, çabuk ol sende; bekliyoruz!”


Apartmanın girişine sakinler toplanmış, çocuklar bahçede top oynasın mı, oynamasın mı, yaman bir tartışmanın içindedirler. Her kafadan bir ses çıkmakta, kimse kimsenin dediğini anlamaz, haklı olduğunu kabul ettirmek için sesini yükseltmektedir. Merhaba demeden, içinden söylene söylene geçti gitti yanlarından. Apartmanın giriş kapısını açmış, kendi iç muhasebesinin açmazı, çıkmazı ile asansöre binmişti bile. Eşi kapıdadır.


“Al, ben kahveye gidiyorum, batak oynayacağım. Batak oynayınca içim açılıyor, rahatlıyorum. Sen ne yapacağını biliyorsun; bu işin ustasısın, haydi hoşça kal!”

“Güle güle, çabuk gel; bekletme, karnım aç benim!”

"Al eline bir parça ekmek, açlığını yatıştır, her aklımı sana mı vereyim!"


Asansöre binmemiş, kapının kolundan tutmuş, tam açacakken, bina sallanmaya başlamıştır. Önceki depremlerde yorulan bina, bakalım bu sarsıntıyı atlatabilecek midir? Yapıldığı yılların inşaat yönetmeliği nasıl bir statik, nasıl bir inşaat mantığı ile yapılmış, kimse bilmez, muammadır. Sarsıntı devam etmektedir hala. Merdiven boşluğundaki sıvalar düşmeye başlamıştır, bina sallandıkça gacır gucur sesler çıktıkça ölüm korkusu, insanların aklını başından alırken, koca koca beton tablaların altında, can vermek çok kötüdür, hele bağıra bağıra yardım gelmesini beklemek, bağıra çağıra, bir iş makinesinin kepçesinin karnını, beynini darmadağın etmesi, kurtarılmayı beklerken günlerce açlıktan, susuzluktan inleye inleye ölmesi… Sarsıntı devam ederken bunları düşünen insanda, akıl fikir kalır mı, bundan sonra, ondan sağlıklı bir davranış beklenir mi?


Sigorta emeklisi Emel Hanım:

“Bir türlü baktıramadım sözüme, gel etme satalım, yeni binalardan alalım, dedim, burnunun doğrultusuna gitti!”


Özer Bey, her şeye duygusal bakan, evdeki eşyalarla bile duygusal bağ kuran, sulu gözlü biridir. Bir tarihte, balkonuna gelen muhabbet kuşunu yakalamış, ona bir kafes alıp üç yıl bakmış, dost olmuştur, o ölünce bile içini çeke çeke ağlamıştır. Özer Türk filmlerindeki duygusal sahnelere, rol gereği olduğunu bildiği halde dayanamazdı.


Sekiz katlı, bina gacır gucur sallanırken, depreme dayanıyor, sakinlerinin kaçıp kurtulması için, yavaştan almaktadır. Aşağı indiklerinde sarsıntı durmuş, sekiz katlı bina sıva dökülmeleri, bir iki duvarın yıkılmasından başka, kolon çatlağı, kiriş patlağı olmamış, ayakta kalmıştır. Çevre binalarda hafif hasarlı, orta hasarlı olanlar vardır. Kim bilir, Kızılay Kan Merkezine doğru kaç bina yıkılmıştır.


Sarsıntı geçmiş, acaba, soruları yanıtsız kalmış, kaç güzel insan ölmüştür, ah ah katil müteahhitler, çalıp çırptıklarınız insan hayatından daha mı kıymetli? Emel Hanım’la, Özer Bey, dut ağacının yanında sımsıkı sarılırlar birbirlerine, bir büyük depremden daha sağ salim çıkmanın buruk sevinci ile gözlerinden boşanan yaşları, ellerinin tersi ile silerken, birbirlerine hayata sarılır gibi sarılır gibi sarılırlar birbirlerine...

34 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

YAŞLI

コメント


1/682
bottom of page