top of page
Yazarın fotoğrafıNurten B. AKSOY

Bir Zamanlar Ben de Öğretmendim


NURTEN B. AKSOY

*


Henüz altın günlerinin, okey ya da benzeri oyun günlerinin olmadığı 1960'lı 70'li yıllar. Yani eskiden, çok eskiden annelerimizin kabul günleri olurdu; onlarca çeşit pasta, börek ve yiyeceğin yapılmadığı, annelerin dertleşip sohbet etmek için toplandığı, sadece bir çeşit börekle anne kurabiyesinin çayla birlikte ikram edildiği mütevazı kabul günleri...


Mahalledeki bütün teyzeler örgülerini dantellerini alıp gelir, akşamüstü okuldan çıkan biz çocuklar da dahil olurduk bu günlere. Keyifli, eğlenceli, sıcacık samimi günlerdi bu kabul günleri ve nedense o günlerde eve gelen yaramaz misafir çocuklarını oyalama görevi hep bana düşerdi, çoğuyla aynı yaşta olmama rağmen.


Bana biçilen bu rolü büyük bir heyecanla benimser, çok bilmiş bir edayla misafir çocukları etrafıma oturtup başlardım onlara masallar ya da hayali öyküler anlatmaya. Evin içine huzurlu bir sessizlik çöker, misafir anneler gülümseyerek çaylarını yudumlarlardı.


Demek ki bazı meslekler insanın alnına kâl u belâda yazılıyor. Oysa ben o zamanlar ne öğretmen olmayı ne de üniversitede okumayı hayal ederdim. O yıllarda adet olduğu üzere liseyi bitirecek, hanım hanımcık evde oturup hayırlı bir kısmet bekleyecektim. Ama nasip işte... Ortaokul, lise derken kendimi üniversiteden mezun olurken bulmuş, farkında bile olmadan çiçeği burnunda bir öğretmen olmuştum.

Yıl 1977, ortalık toz duman. Her yerde kavga gürültü, kan, gözyaşı var. Bilmediğim bir şehirde ve o kargaşa günlerinde öğretmenliği göze alamadığımdan İstanbul'da Başbakanlık Arşivinde arşivist olarak göreve başladım; ama gönlümün bir kenarında hep o çocukluğumda oyun olarak yaptığım öğretmenlik hayali vardı.


Ve bir gün, arşivde eşi çalışan bir öğretmen arkadaştan, hiç beklemediğim bir anda, beklemediğim bir haber aldım. İstanbul'un o yıllarda ücra bir köşesindeki Sağmalcılar Lisesinde edebiyat öğretmenine ihtiyaç varmış ve benim bu görevi kabul etmem isteniyordu. Tabii bu teklifi sevinerek kabul ettim ve haftanın iki yarım günü edebiyat derslerine girmek üzere Milli Eğitim Müdürlüğünün kararıyla çalıştığım kurum tarafından görevlendirildim.


Büyük bir heyecan ve coşkuyla başladım görevime. Sağmalcılar Lisesi, genellikle Bulgaristan göçmeni ailelerin çocuklarının olduğu bir okuldu. Zamanla benden bir kaç yaş küçük; ama bana göre bir kaç beden büyük, iri yarı öğrencilerimle birbirimize alışmaya çalıştık. İlk günler kendi küçük; ama burnu Kafdağı'ndaki bu öğretmeni pek de kabullenmek istemeyen öğrencilerim bir zaman sonra bana kol kanat germeye, derslerimi zevkle dinlemeye başladılar.


Arşivdeki tek düze, sıkıcı görevimden sonra öylesine heyecan verici geliyordu ki öğretmenlik, koşulları çok iyi olmasına rağmen arşivden istifa edip, bir şekilde atandığım bu lisede, 12 Eylül öncesinin o zor günlerinde kadrolu öğretmen olarak çalışmaya başladım. Bazen öldürülen bir öğretmen arkadaşımıza gözyaşı dökerken bazen de silahların gölgesinde girdik derslere...


Sonra birden ortalık süt liman oluverdi. Askeri yönetim iş başına geçti ve bir rotasyon rüzgarıyla İstanbul'dan hiç bilmediğim bir şehre Ordu'ya tayinim çıktı. O yıllarda öyle herkesin binip, gideceğiniz şehre sizi bir iki saatte uçuran uçaklarımız yoktu henüz, tabii duble yollarımız da. Bir elimde tayin kararnamem bir elimde valizim, yirmi iki saatlik zorlu bir otobüs yolculuğundan sonra vardım Ordu'ya.


Ordu; şirin bir sahil şehri; ama kuş uçmaz kervan geçmez, adı o dönemde korku ile anılan dağ ilçeleri de var. Ya oralara verirlerse beni, diyerek korku içinde, o zamanlar atama işlerine de bakan valinin huzuruna çıktım. Ya o yıllardaki yöneticiler daha merhametliydi, ya da vali bey karşısında bir serçe gibi heyecandan titreyen kız çocuğuna acımış mıydı, bilmiyorum, "Yalnız mı kalacaksın kızım sen burada" diye sordu bana. Evet cevabım üstüne de "O zaman seni çok şirin, çok güzel bir okula göndereceğim" dedi gülümseyerek ve böylece Bolaman Lisesine atandım.

Bolaman; o yılların kurtarılmış bölgelerinden "Terzi Fikri" lakaplı belediye başkanıyla ünlü Fatsa'nın küçük bir beldesi. Bir avuç nüfusuyla, 10-15 kişilik sınıfların olduğu lisesiyle, fındık bahçeleriyle ve hırçın mı hırçın deniziyle cennetten bir köşe.


Küçücük bir evde yalnız başlayan, sonra dünya tatlısı ev arkadaşlarımla, birbirinden güzel Karadenizli öğrencilerim ve dostlarımla, hiç unutmadığım anılarımla yaşamımda iz bırakan öğretmenliğimin en güzel yılları... Sonra Antalya'da 21 yıl devam edip İstanbul'da veda ettiğim güzel mesleğim. 33 yıl hep severek yaptığım, öğrencilerimle gurur duyduğum, anılarımla avunduğum kutsal mesleğim...


Ne çabuk geçmiş onca yıl, fotoğraflara baktıkça şaşırıyorum. İyi ki bu mesleği seçmişim, iyi ki öğretmen olmuşum, iyi ki bunca güzel insanı biriktirmişim. Ama şimdilerde içi tamamen boşaltılmış ve kirli siyasete alet edilmiş eğitim sistemini gördükçe içim sızlıyor.


Özellikle çaresizlikle yaşamaya çalıştığımız şu zor günlerde asgari ücretle çalışan özel okul öğretmenlerini, okullarından ve eğitimden uzak kalan atanmayan öğretmenleri, emekli maaşıyla market market dolaşan emekli öğretmenlerimizi ve öğretmensiz öğrencileri düşündükçe çok ama çok üzülüyorum.


İşte bütün bu koşullarda anlamını iyice yitirmiş bir öğretmenler gününü daha idrak ediyoruz. Yüreğim buruk mu buruk, umutlarım kırık mı kırık. Kutlu olsun mu bilemiyorum…


Tek avuntum elimde kalan fotoğraflarım ve uzaklardan seslerini duyduğum öğrencilerimle öğretmen arkadaşlarım...


Her şeye rağmen KUTLU OLSUN diyelim...

25 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


1/706
bottom of page