top of page
Yazarın fotoğrafıŞenol YAZICI

Bir Yazanın Boy Aynası

Güncelleme tarihi: 1 gün önce



ŞENOL YAZICI


*

"Benim için yazmak, elbet öğrendiğim bir okul, evrene bir müdahale, bir savaşma biçimidir ve çok anlamlıdır, ama bundan önemlisi kimsenin bir rüzgar dozunda bile katkısı olmadan, kimsenin giremeyeceği, şifrelerini çözemeyeceği kendi özelimi yaratmaktır."



-Gücü sınırlı olan ama anlayan insanın düşünmesinin ve ortaya çıkan çaresizliğin tanımı yoktur. O çıldırtan akarsızlığı, donmuşluğu anlatacak yetecek söz de ...


Hele bir nedenle anlatamıyorsanız...


İşte yazma sıkıntısı o zaman başlar. -


*

"bilinen öyküdür,

adam olması beklenir öncelikle, çocuktan,

ben ve ötekiler

ne vali olabildi ne de adam..."


Arka kapakta bu dizelerim ve elimde sigara bir resmim vardı.


O günlerde Ahmet Kabaklı dahil tüm büyük adamların ders kitaplarında bile tütün delisi, sigaralı resimleri yer alırdı ve sigaranın otuz yıldır süren terörden de, çevre kirliliğinden de, kimsesizlikten, işsizlikten ve açlıktan ve aşksızlıktan da kötü olduğunu henüz bir büyüğümüz ak’ledememişti. Yirmi yaşında yazdığım ama ancak otuzlu yaşların sonunda yayınlatma cesaretini ve borç ​parasını bulduğum bugünse 4. baskısını yapan ilk kitabımın arka kapağında işte onlar vardı.


Ülkenin en iyi edebiyat fakültelerinden birini bitiren bir edebiyat öğretmeniydim, dünyayı okumuştum, sahip olmak için neyim varsa tükettiğim binlerce kitabım vardı... ve yine denemeyle sabitti ki dünyanın en güzel aşk mektuplarını yazıyordum, televizyon, radyo programları yapıyor, çalıştığım kentlerin il çapındaki etkinliklerinin kamberi olmayı gururla taşıyordum.


Ben yazmayacaktım da kim yazacaktı?


Yirmili yaşlarımda yazdığımı, on beş yıl sonra bulduğum borç parayla uydurma bir matbaada sanat ve edebiyat aşkını ağzından hiç düşürmeyen bir matbaacıya acısını hala hissettiğim fahiş bir fiyatla bastırdım...


Bastırmaz olaydım...


Sonrası... Yanıtsız bir sessizlikti. O ağır sessizliği şimdi bile olanca netliğiyle anımsar ürperirim...


Ne var ki beklediğim değildi.


Nerden bileyim ki hiçbir şey olmamış gibi yapılıyorsa, o sessizlik ne kadar uzun sürerse, ne kadar yoğunsa, yaptığının dostundan düşmanından aldığı not da o derece yüksektir. Şimdi bir şey yaptığımda öğrendiğim bu ölçüyü kullanırım: Farklı bir tepki, yaptığını itibarsız düşürecek, ama güya kabul edilecek hale getirmeye çalışan küçük şakalar, sataşmalar varsa başarı arama yaptığında; ya anlamamışlardır ya da kayda değer bulunmamıştır, azıcık üzül ama yüreğin rahat olsun, başın dingin kalacak; senin için cehennem kuyuları kazılmayacak demektir.


Yok susuyorlarsa sen güzel bir şey yapmışsındır.

Susuyorlarsa , ne denli uzun susuyorlarsa o denli KORK; içten içe kaynayan cadı kazanına da hazırlan...


Neden sonra o buz gibi sessizlik çözüldü.


Kimse kitabımdan övgüyle söz etmedi, umutla verdiğim birkaç kişinin de okuduğunu da sanmıyorum, kimse de bıraktığım kitapçıdan satın almadı, hatta mektuplarımı sabırsızlıkla bekleyen arife dangalak böcekleri de... İyi ki de almamışlar, neden sonra satılanların parasını da kitapçı ödemeyecekti zaten. Ne var ki bulunduğum küçük kentin kahramanı oldum, ama başka bir nedenle:


Muhalif bir sendikada birlikte olduğumuz ideolojik keskinliğiyle bildiğim biri, kentin küçük birahanesinde sistemi en radikal biçimde adam etmeyi konuştuğumuz bir arkadaşım bana çok ters gelen bir şey söyleyecekti; "kitabı yazmak için yukarıdan onay almış mıydım?" Keşke "Eyvah unuttum," deseydim. "Her bayram ellerini öpmeye de gitmem ," dedim artan bir öfkeyle. " Nasıl bir saygı bu, yasada olmayan yetkiler üretiyorsunuz..."


Solculuğu nedeniyle öğretmenliği bırakıp kitapçılığa başlayan, birkaç günlük mahkumiyeti nedeniyle çok güvendiğim, kutsal bir ziyaretgah saydığım dükkanına uğramadan geçmeyeceğim biri, belki gördüğünde sevincimi artıracak bir şeyler söyler ya da satılır diye kitaplarımdan götürdüğümde yazdığım kitaba çok şaşırmış, elinde evirmiş çevirmiş, arkasındaki resmi görünce aradığını bulmuş gibi parmağıyla tıklayarak : "Bu olmadı," demişti.


Sigaralı resmimden söz ediyordu.


Sigara ile ilgili hiçbir yasak söz konusu değildi henüz. Sınav yönergelerinde " Sigara dışında hiçbir şeye izin verilmez..." yazardı. Hatta sigarası ağzından düşmeyen, ama kamu alanlarında ve otobüslerde sigara içimini yasaklayan şair bir başbakanımız olacağına dair bir işaret de henüz yoktu. Aksine kadayıfı kızartmakla meşgul bir başbakan vardı.


Sonraki zaman diliminde utanmadan sigaralı resmini kitabının arkasına koyan kötü örnek bir öğretmen olarak popülerliğime çok emek verdi en yakın arkadaşlarım ve elbet beni kullanmaya çalışan, ama disipline edemeyen dönemin yerel siyaset dukaları ve uşakları...


Sigara yasakları o zaman olsaydı, yanmıştım. Sigara yüzünden yaşı büyütülerek asılan ilk kişi olacağımı düşünürüm hala.


Yıldım mı? Deli misiniz, yaptığından ders alacak aklım olsaydı zaten yazmazdım. Bir sonraki kitabıma mayolu resmimi koyacağıma, aba altından sopa göstererek beni yıldırmaya çalışan vali yardımcısına yeminle söz bile vermiştim.


Altı ay sonra bir yayınevi ikinci baskısını önerdi kitabın, yaptırdım. Mayolu resmi mi soruyorsunuz, o kadarına cesaret edemedim, ama yine de yakındı arka kapaktaki resmim.

Bu kez de, o resme bakarak , hem de İzmir gibi bir yerde kitabı okuyan edebiyat öğretmeni bayan okurlarımın birkaçı, maço erkek sıfatını yakıştıracaktı. Oysa ben İzmir'i çağdaşlığın başkenti sanıyordum o güne değin. Oysa insan insandı her yerde..


İlk kitapla beraber bitirdiğim yeni kitabımı da yayınlattım. O zamanlar böyle çok edebiyat dergisi yok, adı duyulmayana sayfasını açansa hiç yok, okurumla yüzleşmek, boyumun ölçüsünü almak için bana öneri getiren gazetelere yazmaya başladım...


İşte o zaman kıyamet koptu.


Yazdığım gazetenin bana layık olmadığını, kendi gazetelerine yazmamın yazarlığıma ufuklar açacağını çabucak gören dönemin garip koalisyon iktidarının yerel uzantıları, milletvekili adayı da olan okul müdürüm kanalıyla ikna için her yolu denedi.


Yazarlık namusu diye bir şey vardı, hiç görmemiştim, görmedim de, ama Zola'dan biliyordum, herhalde vardı ve ben güya kalemimi kimsenin emrine vermeyecektim. Yanaşmadım.

Olanları ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Nefes alsam suç oldu, almasam suç... Dönemin belediye başkanı yemeğe davet etti, gitmedim, sen misin, ortağı olduğu gazete de komünist olduğuma dair bir yazı döşendi, hiç zoruma gitmedi, ama benim aşkı anlatan öykü kitabıma "komünist saçmalıkları" demesi çok zoruma gitti.


"Oysa çevremdeki komünistler de, seni küçük burjuva, neden "DAS KAPİTAL"ın Şenol versiyonunu yazmak yerine aşkı işledin, diye veryansın ediyordu.


Aklın tutulmuş bakarsın, soramazsın, "Niye ki, aşk da bir emek hak ilişkisi değil miydi?" diye... Yok değilmiş ve kutsal değerler sorgulanmaz.


Yanlış anlama olmasın, onlara göre kutsal olan aşk değil, DasKapital...


Yaşadığımız deprem sonrasında herkes canıyla uğraşırken onlarsa affedemedikleri yazarlığımın "şanlı direnişini" bitirmek için olsa gerek benimle uğraşmayı sürdürdüler ve... yıkılan evimin enkazına çadır açmış olan ben, bu kez başa çıkmaya çapımın yetmeyeceğini anlayıp gönüllü sürgüne gittim.


Zaman su gibi aktı, kitaplarım çoğaldı. Kazaen içine düştüğüm maviADA dergisini 2002'den bu yana yaptım, yapıyorum. Yüzlerce yazı yazdım, onlarca etkinlik... Bütün Tüyap'larda aşkla seferberdim, salt kendim değil, derginin yazarlarını da taşıdım. Çok ilk kez yazanı, kitaplı yazar oluncaya değin destekledim, omuz verdim, başarılı olanların ilk bana ve elbette dergiye de omuz silktiğini de gördüm. Küstüm, kırıldım ama hiç de ders almadım.


Biliyordum; o kişiyle biz, uzun yol dostu da olsak aynı olurdu, insan mayası bu; adamsa her yerde, değilse cennette bile değil... İnsan kendini büyüteni, sır verdiğini, borç aldığını; kısaca düşkün zamanlarının tanığını sevmez.

O anasının rahminden peygamber doğmuştur.


Bir güvercin uçurmakla peygamber olunmaz deyip on kitap yazdım , kimisi 4. baskıyı yaptı. İstanbul'da birkaç yıl bir yayınevini yönettim. Tek kuruş kazanmadım, en çok birkaç kitap... Yirmi küsür yıldır da sorumlusu olduğum bir kültür sanat edebiyat dergisini yaşatmak için cenk ediyorum.

Kimlerle mi?

Sistemle, basın yasasıyla, deneyimli ama egosu deli, kendinden başka peygamber tanımayan yazarla, şairle, deneyimsiz, kırk yaşına kadar bir yerde yazısı bile yayınlanmamış, ama potansiyeli olduğuna çok inanan, ilk kitabı çıktığında Orhan Pamuk'un bir milyon sterlin ödüllü Nobelli hali olacağına çok emin yazma hırs ve özentisi çok ama bilinç ve nezaketinden yoksun arife dangalak böcekleriyle, gerçekten iyi niyetli, emeğe saygılı, ama rotasını çizemeyen, kendine hedefler koyamayan yeni yazanla, dergiye özveriyle destek veren, iyi de yazan ama işbirliği yapmayı birilerinin boyunduruğuna girmek olarak alan, egosu, yazarlığından daha gelişkin arkadaşlarımla, ortada bir pasta varmış gibi ben yiyeceğim diyerek birbirini boğazlayan öteki imece dergilerle... Ellerimle armağan ettiğim kitabı bir salyangozmuş gibi küçümser bir edayla tutarak, yaşamında ilk okuduğu kitap benimki olduğu halde inanılmaz bilmiş "sende mi yazdın," " şu sayfada benden söz etmişsin, kadına / erkeğe çevirmişsin beni ama kaçmaz, tanıdım..." diye edebi hikmetler yumurtlayan arkadaşlarımla hatta kitaplarımda atalarıyla benzerlikler bulan akrabalarımla ve elbet para, dağıtım, dizgi, baskı sorunuyla... yani gölgem dahil herkesle ve her şeyle... bir kendi adıma değil, kitabına emeğine sahip çıkmaya çalıştığım arkadaşlarım adına da...


Gülmeyin fare delikten geçemez ama kuyruğuna teneke bağlarmış, olsun kahramanlık ütopyamızdır.


Hala düşünürüm, bana onca sıkıntı, masraf ve emeğe malolan, hiçbir maddi geri dönüşünü göremediğim bir kitap ne kadar sihirli bir güçmüş ve ne kadar haset uyandırıyormuş. Çoğu yazan çizenin başına benzer şeylerin geldiğini, bazılarının ailelerinin bile bu beklenmedik piyangoya dayanamayıp dağıldıklarını duymak da beni teselli etmiyor.


Sürecin başlangıcını, onca yıldır verdiğim bu uzaktan anlaşılmaz, yanındaysa hiç katlanılmaz, körlemesine mücadeleyi bilen, sağ olsunlar aklıma güvenen, boşa kürek çekmeyeceğime de inanan dostlar, benim mutlaka bir zengin maden yakaladığıma ve bu nedenle inat ettiğime ve kesin büyük adam olduğuma emin soruyorlar. Başlangıçta yılmadan anlatıyordum. Çok söz ediyordum ama anlattıklarımda bilinen anlamda bir kazanım olmadığını görünce bana besledikleri güvenin sarsıldığını görüyor, ağlayasım geliyordu. Oysa bana kalsa ben istediğimi elde etmiş, çok şey kazanmış, ancak ülkenin çok küçük bir azınlığının ulaştığına ermeyi başarmıştım.


İlk kitabımda fal açmamıştım, ama doğru görüyormuşum. Deneylerden sabitti. Her ne kadar bu ülkede büyük adamlığın yolu emekten ve akıldan geçmiyorsa da, elbette akıllı çocukların büyük adam olması beklentisi doğaldı. Ne var ki ben ve bana benzeyenlerin sistemce onanmış ne vali ne de büyük adam olamayacağını yetmişli yıllar zaten kanıtlamıştı.


Herkes eksiğinin peşinde koşar.


Benim için yazmak, elbet öğrendiğim bir okul, kendimi geliştirdiğim bir arena, evrene bir müdahale, haksızlığa karşı bir savaşma biçimi, kavgayı asla kaybetmeyeceğim bir alana çekme yöntemiydi, doğru. Ama hepsinden doğrusu benim için yazmak, kimsenin giremeyeceği, şifrelerini çözemeyeceği kendi özelimi yaratmaktı.


Vali olmak değil...


Bana kalsa eşsiz bir saltanatım var ama...


Gene de onca yıldan sonra sormadan edemiyorum: Bunca sıkıntıya değer miydi?


Yazmak için bu denli mücadele verecek yerde kafayı çalıştırıp yat kat sahibi ya dilini uydurup iktidar partisinin bir kenarından tutunup çok şey olmak varken yazar olmak için bunca emeğe değer mi?


Bilmem ki?


Siz de ölmeyecek misiniz? Kim kalmış bu dünyada, kefenin cebi de malumunuz...


Bana kalsa eşsiz bir saltanatım var ama...


Yazma sevdası çekmeyen hiç bilmez:

Geçenlerde "Bursa'nın Değerlileri" sergisinde Deli Ayten, Zeki Müren'den sonra seçilen birkaç kişiden biri olduğumu, sergi salonunda büyük boy fotoğrafımı sergilediklerini görünce duyduğum gururu söylesem, biliyorum ona da gülüp geçersiniz.


Öteki taraftan bak: İşte geldin gidiyorsun, gençliğin de hikaye, yatların katların da, ağzında çiğneyecek diş yok, lokantaların olsa ne yazar... Tanıdığın, bildiğin insanlarının çoğu ya gitmiş ya hazırlıkta. Bin yıl yaşama şansın var, ama yapayalnız...


Oysa Homeros'un İlyada ve Odessa'sı 3000 yıllık. Hala da dünkü delikanlı.


Öteki taraftan Trabzon Sanat Müzesinde yer alan TRABZON KÜLTÜR ve SANATA DESTEK OLANLAR listesine 413. sıradan, hem de öğretmen okulundan arkadaşım Alaattin Yeşilaraz'ın kızı oyuncu Nuray Yeşliaraz'ın yanında girdiğimi duymak beni nasıl sevindirdi, nasıl gönendirdi bir görseniz. Sanki Trabzon'un yarısını, Çamburnu'nu, yaylaları Katarlılara satmaktan vazgeçmişler, bana bağışlamışlar, öyle.


O zaman geride ne var?


Biliyorsunuz değil mi, sizin ekstranız yok; Ölümlüsünüz. Geride bırakacak, bizi anlatacak, hiç kimseden yardımsız, kendi emeğimizle yaptığımız ve salt bize özel, aklımızı ve yüreğimizi koyduğumuz, başarırsa insanlık durdukça bütün çağları aşabilecek yapıtlarımızdan başka neyimiz var?


Hoş bir şeyle geçecekti ömür; sense en azından sana ve kimseye zararı dokunmayacak , yaşadıkça edindiğin bilgiyle seni güçlü kılacak, aklını dingin tutacak, onurlu bir alanı seçtin.


Hele başarırsan gözlerin, okuyan her insanın gözü olacak, aklınız aklı, kalbiniz kalbi... daha ne?


*




42 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Zeki Müren

ARABESK

Comments


1/725
bottom of page