top of page
Yazarın fotoğrafıFadime Y.KAROĞLU

Bir Göç Hikayesi


Geçen gidişimde eski Ankara evlerini gezme şansını buldum. Hamamönü’ nde restore edilip, yeniden yaşama geçirilen evleri dolaşırken çocukluğumun geçtiği o şehri, eski, iki katlı evde yaşadığım günleri ve göçümüzü anımsadım…


Henüz ben dünyada yokmuşum.

Babam askerliğini Edremit Burhaniye’de yedek subay olarak yaparken annemi ve kardeşlerimi de yanında götürmüş. Oralara, Kaz dağlarının temiz havasına, komşulara alışmışlar. Ancak anne baba memleket hasreti, Burhaniyeli komşularının ısrarlarının önüne geçmiş ve babam askerlik görevini tamamladıktan sonra Sivas’a geri dönmüşler. Anneannem ve dedemin kimden nasıl aldıklarını bilmediğim bu Ermeni aileden kalma evi, babam da dedemlerden satın almış. Daha doğrusu dedemin ve anneannemin ısrarı ile almak durumunda kalmış.


Benim çocukluğum bu evde geçti. Ahşap kanatlı kapıdan avluya girişte solda çeşme anımsıyorum yanında da yine geceleri gitmeye korktuğum tuvalet. Eve asıl giriş kapısı ayrı, yine ahşap… Küçük bir holden sonra yemek yediğimiz bir alan var. Odanın içinden, şimdiki adıyla mutfak, annemin deyimiyle; ocaklığa geçiliyor. Ocaklığın köşede ağzı kapkara açılmış kocaman bir tandır. Yanında yeşil sırlı kapakları parlayan turşu çömlekleri oturuyor. Duvardaki kalın çivilere asılı duran kurumuş kemikli et ve sucuk kangalları da neyin nesi? Çuval çuval bulgur, un ,mercimek… Ha bir de teneke kutularda basılı peynir ve kavurma et… Malum, soğuğun da memleketi burası… muhabbeti de uzun, kara kışı da…


Tahta tırabzanlardan kah tutunarak kah kayarak inip- çıktığımız üst katta iki oda daha var sofanın dışında. Ha bir de yine ahşaptan birkaç kapısı olan küçük bölmeler bulunuyor merdiven tırabzanlarının karşısında. Önceleri süs olarak konulduğunu düşündüğüm bu tahta kapıların çivili sürgülerini açtığımızda bir insanın, hatta biz çocukların ancak sığa bileceği gizli bir merdiven daha keşfetmiş olduğumuzda amma sevinmiştik. Şimdi düşünüyorum da kim bilir hangi zor zamanların sığınağı olmuştu bu gizli bölmeler. Belki de zarar görmesinler diye çocuklarını mı saklamışlardı kötülüklerden? Çeşitli söylenceler dolaşıyordu dillerde; Seferberlik ve savaş yıllarında Ermeni aileler yurtlarını terk etmeden önce; belki bir gün geri dönersek diye paralarını, ziynet eşyalarını evlerinin gizli bölmelerinde, ocaklıklarındaki tandır diplerinde ya da duvarlarının tuğlalarında ya da evlerinin temeline gömerek gizledikleri yönünde hikâyeler… Ne zor olsa gerek doğup, büyüdüğün yaşayıp yaşlandığın, hatta orda gömülmek istediğin, vatan saydığın topraklardan zoraki bir ayrılış? Çoğunluğun aynı olduğu yerde farklı ve az olmanın ne demek olduğunu daha sonraları anlayacaktım.


Üst katın sokağa bakan pencerelerinin yukarıya sürgülü camları önündeki sedir, çocukluğumun en eğlenceli seyir alanıydı. Sokaktan geçen bütün seyyar satıcıları bilhassa pamuk helvacıyı ilk önce görmenin keyfi bir başkaydı. Saklambaç oynadığımız evin her köşesi, gizli bölmeler, yük dolapları, sedirin altında kalan saklı duş kurnası…


Gizemli, bazen ürkütücü, bazen seyirlik bu evin sefası uzun sürmedi. Biz çocuklara eğlenceli gelen ancak, büyükler için modernleşen yaşam koşullarına yeterince cevap veremeyen evin, artık yenilenmesinin gereğine inanan babam, restore ettirmek yerine, yıkıp yeniden yapılması yolunu seçmişti. Biz de evimiz yapılana kadar yakında başka bir eve kiracı olarak taşınmıştık. Hem yıkım işlemini, hem de inşaatı yakından izleriz diye sanırım.


Yıkım esnasında da eski ilginç söylenceler yine gün yüzüne çıkmış, komşular büyük bir gömünün bizi beklediğinden emin, kazıyı yapan ustaların başından ayrılmaz olmuşlardı.

Günlerce yıkım devam etti… Altın çömlekleri yerine duvar aralarından kitaplar ve elyazması not defterleri çıkmasın mı? Bu kez ağız değiştirdi eskiler; zaten bu evde yaşayan Ermeniler öngörmüşlermiş, böyle bir göçün yaşanacağını ve o nedenle her şeylerini satıp, savıp altınlarını da yanlarına alarak terki diyar etmişlerdi buraları… Ermenice yazılı not defterlerini okutacak kimseleri bulamadığımızdan bir süre elimizde tuttuktan sonra, onları okutabileceğini söyleyen dayıoğluyla İstanbul’a göndermiştik. Hala çok merak ederim o defterde ne öyküler vardı?.. Dörtlüklere bakılırsa yazar şiire de meraklıymış, belki de kendi şiirleriydi çoğu.


Yaklaşık bir yıl sürdü inşaat ve sonra yeni evimize taşındık. Eski ev çocukluk anılarında kalmıştı. Ortaokulu bitirmiş lise öğrencisiydim. Yeni evde yeni anılar biriktiriyordum artık. Okulda da yeni arkadaşlar pek tabi.


Çoğunluğun içinde yer almamak, öteki olmak zordur… Bunu en iyi anlayanlardan biri olduğumdan daha iyi hissediyorum. Kimse dünyaya gelirken rengini, cinsiyetini, dinini, seçerek gelmiyor. Sadece içine doğuyor… İnsanlığın en büyük zafiyeti de şu olsa gerek ki, empati kurmayı bilmediğimiz gibi, öğrenmek de istemiyoruz ötekinin ne olduğunu. Yaftalayıp kenara çekilmek kolayımıza geliyor.


Evdeki tuhaf telâş ve matem havasından bir şeylerin ters gittiği belliydi… Maraş’ta olaylar çıkmış ve bizim de çok iyi görüştüğümüz babamın can dostu arkadaşı Süleyman Öğretmen’in evine ailesine saldırılmış ve kendisi öldürülmüştü. Babamın günlerce yüzü gülmedi, ağzını bıçak açmadı. Gazeteler uzun uzun bu olaylardan ve türlü çıkış sebeplerinden bahsetse de biliyorduk ki, birileri yine kendilerine göre zamanlamayı iyi ayarlayıp, ha bire kaşımaya bayılıyorlardı eski yarayı.

Sivas’ta da kıpırdanmalar, huzursuzluklar başlamıştı. Gizliden gizliye yürütülen istihbaratla fişlemeler yapılmakta, evler işaretlenerek Maraş’taki olayların bir benzeri burada yapılmaya çalışılıyordu.


Emekliliği de gelmiş olan babam, evi yenilediğine aldırmadan, sözde hayal ettiği, sıcak bir kente taşınma plânlarını öne sürerek bizleri buralardan taşıma gayretine düşmüştü. O yaz tatilinde babam, kimseyi yanına almadan batıda yaşayan kardeşlerinin yanına gezmeye diye çıkıyor ve çok beğendiği Yalova’dan ev kiralayarak dönüyordu Sivas’a. Annem, kardeşlerim ben, şaşkın bu göç durumuna kendimizi alıştırmaya çalışıyorduk. Ben henüz okulumu bitirmemiştim. Tam da üniversite sınavlarına bir yıl kala olacak şey miydi şimdi? Büyük bir kentin gözde liselerinden birinden çık da, İstanbul’un küçük bir kasabasına… Uyum sağlayabilecek, istediğim üniversiteyi kazanabilecek miydim?... Bunları düşünecek sıra değildi şimdi. Her ne kadar babam emekliliğin tadını cennet Yalova’da çıkaracağını söylese de, asıl derdinin başka olduğunu hepimiz biliyorduk. Henüz yaz bitmemişti Sivas’ta bazı mahallelerde olaylar baş göstermeye başlamıştı. Tabi bizim evde de toparlanma telâşı…


Eylül ayında geldik Yalova’ya. İnsanlar hala denize giriyor, geceleri sıcaktan uyku uyuyamıyorduk. Sivrisinekler rahat vermiyordu. Bozkırın güz serinliğini hemen aramaya başlamıştım. Yün yorganlara sarılıp daldığım derin uykuları özlemiştim. Kimseleri tanımıyorduk. Türkülerden ve fıkralarından bildiğim kendine has şiveleriyle Karadenizli bakkal ve fırıncı komşularımız dışında görüştüğümüz, hatta gördüğümüz kimse yoktu. Annemin babama sitemlerini ve gözyaşlarını acıyla anımsıyorum. Bayramlarda gidecek veya kapımızı çalacak bir Allahın kulu olmayışından dertlenir dururdu; “ Ne işimiz vardı buralarda? Ölürsek de vatanımızda toprağımıza gömülürdük” derdi.


Eski okulumu ve arkadaşlarımı özlüyordum. Müstakil bir evde rahat rahat otururken yüksek sesle bile konuşamadığımız apartman dairesinde sıkışıp kalmıştık, şimdi. Komşularımız farklı şehirlerden, kültürlerden insanlardı. Birçoğu için Ankara’dan ötesi yabancıydı ve bunu hissettiriyorlardı… Öyle garip saçma sapan şeyler düşünüyorlar ve yakıştırıyorlardı ki bize, inciniyordum. Okul arkadaşlarım dahi bir beşik kertmem olup olmadığını soruyordu. İstemsiz kendini, geldiğin kültürü, savunma, uzun uzun anlatma gereği duyuyorsun. Uzun zaman aldı kendimizi anlatmak. Eminim, bir yerlerde, birileri bizim gibi kendini anlatıyordur hala…


Kimse doğduğu yeri kendi seçmiyor, içine doğuyor. Elbette de herkes kendi kültürünü rahatça yaşayacağı, çoğalacağı yerler arıyor ve bunun için de bir yerden bir yerlere taşınıyor sürekli.

Hala özlerim, kendi memleketinde çocuk olmak, orda yaşlanmak kim bilir ne kadar güzeldir… Yaşamı oyun tadında yaşamak… Belki orda büyüseydim, bir gün kendim bırakıp gelirdim, kim bilir, ama böyle hep eksik ve yarım kalacağım sanki…


Şimdi bile içim sızlar: Bozkır kokulu şehir, çocukluğumun unutulmaz anılarını çağrıştıran şehir…


Beni nerelere alıp götürdün Ankara?..

58 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 comentário


Nurten B. AKSOY
Nurten B. AKSOY
27 de jan. de 2021

"...Ne zor olsa gerek doğup, büyüdüğün yaşayıp yaşlandığın, hatta orda gömülmek istediğin, vatan saydığın topraklardan zoraki bir ayrılış? Çoğunluğun aynı olduğu yerde farklı ve az olmanın ne demek olduğunu daha sonraları anlayacaktım...


"...Çoğunluğun içinde yer almamak, öteki olmak zordur… Bunu en iyi anlayanlardan biri olduğumdan daha iyi hissediyorum. Kimse dünyaya gelirken rengini, cinsiyetini, dinini, seçerek gelmiyor. Sadece içine doğuyor… İnsanlığın en büyük zafiyeti de şu olsa gerek ki, empati kurmayı bilmediğimiz gibi, öğrenmek de istemiyoruz ötekinin ne olduğunu. Yaftalayıp kenara çekilmek kolayımıza geliyor..."


İçim sızlayarak, gözlerim yaşararak okudum yazınızı Fadime hanımcığım, kaleminiz dert görmesin. Bu topraklar asırlardır aynı acıyı yaşayan insanlarla dolu ve ne yazık ki o acı, o ateş sönmesin diye birileri sürekli odun atıp körüklüyorlar ateşi...

Curtir
1/706
bottom of page