top of page
Yazarın fotoğrafıMîna URGAN

Bir Dinozorun Gezileri - Mavi Yolculuk III

Güncelleme tarihi: 4 Ara 2021



İlk mavi yolculuğumda, yemek pişirmesini bilmediğimi, ancak kahve ve çay yapabileceğimi söyleyerek, yaşamımın en büyük yanılgılarından birine düştüm. Bu yüzden, yolculuk boyunca sabah kahvaltısında altmış çay (gerçekten iyi çay demlediğim için, çoğu arkadaşlar ikişer bardak içerdi); kodamanların sabah saat on bir kahvesi, öğle yemeğinden sonra otuz kahve (kimi sade, kimi az şekerli, kimi orta, kimi şekerli), akşam kahvaltısında otuz, bazen altmış bardak çay, akşam yemeğinden sonra d gene sade, az şekerli, orta, şekerli olmak üzere fincan fincan kahve yapıyordum, çünkü neskafe, ya Türkiye'de henüz yoktu ya da bizim teknemizde henüz bulunmuyordu. O cehennem sıcağında gaz ocağının başında durmak; tekne dalgalı bir denizde seyrederken her an devrilebilecek çaydanlığı, demliği ya da cezveyi düz tutmak zorunluluğu, hayatımı kaydırıyor, beni perişan ediyordu.


Bir daha mavi yolculuğa çıktığımda, ''yemek pişirmesini öğrendim artık'' diye yalan söyledim. Ne var ki, Oktay Rifat gibi usta ahçıların ekibine girmeğe özen gösterdiğim için, bu işi sahiden öğrenmeye başlamıştım. Üstelik usta ahçılar iyi yemek pişirmeyi haklı olarak bir sanat dalı saydıklarından, yamaklarının dalga geçmesine pek izin vermezlerdi. Bir defasında yan yatmış kitap okurken, Oktay, ''Mina! Hemen buraya gel!'' diye öyle bir öfkeyle bağırdı ki, ödüm koptu. Hemen koşup domatesleri doğramaya başladım.


Tüm konforsuzluğuna karşın, köhne Hürriyet motörünü, bütün o yepyeni lüks teknelerden kat kat daha fazla severdim. Bunun başlıca nedeni, Fuat Kaptan'a, torunu Süleyman'a ve özellikle damadı Ali Fuat'a yakınlık duymamdı. Hele Ali Fuat Kaptan'la iyice arkadaş olmuştuk. Ali Fuat, her yaz iki kez, çoğu zaman üç kez Sebahattin Eyüboğlu'yla denize çıka çıka, bazı konularda acayip bilgi sahibi olmuştu. Yalnız Sabahattin'in değil, onun çömezlerinin de söylediklerini dikkatle dinler ve cin gibi olduğu için çok şey öğrenirdi. Üstelik tam bir insan sarrafıydı. Her şeyi hemen seziverir, en doğru değerlendirmeleri yapardı. Kimi zaman, onunla bir köşeye çekilir, Dedikodu yapmadan, yolcular konusunda küçük psikolojik gözlemlerde bulunurduk. Ali Fuat Kaptan, ''korkarım bu evlilik yürümeyecek'' ya da ''Şu beyle şu hanım arasında yakınlık başladı'' ya da ''bilmem kim , fen gücendi'' ya da ''aman dikkatli olalım, bilmem kim kavga çıkarmak üzere'' derdi ve söylediği doğru çıkardı her zaman.


On altı, bilemediniz yirmi metrelik bir teknede bir haftalık ya da on günlük bir yolculuk, evlilikten beterdir. Yani sürekli burun buruna kaldığınızdan, öteki yolcuların huyunu suyunu hemen anlarsınız. Bazılarının yüzünü, ömrünüz boyunca bir daha görmek istemezsiniz. Bazılarıyla da yıllarca sürüp giden bir dostluk kurarsınız. Eskiden Sabahattin, mavi yolcuları kendi seçerdi; biz de onun seçtiklerini kabul ederdik. Ama daha sonraları, yolcu sayıları on ya da on ikiye düşünce, bizimle gelecekleri ince eleyip sık dokumaya başladık.


Ara sıra tatsızlıklar olurdu gene de. Ama güzel denizlerde gezdiğimiz, birbirinden güzel koylarda demir attığımız için, yaşama sevinci hep ağır basardı. Neşemiz tekneye biner binmez başlardı. Çünkü Sabahattin Eyüboğlu döneminde, denize açılır açılmaz mavi yolculuk bayrağı törenle direğe çekilirdi. Bu barak, mavi fon üzerine bir anfora ve iki kupadan oluşurdu. Bayrak töreni sırasında Şadi Çalık özel marşlar uydurarak bizi çok güldürürdü.


Sabahattin'den sonraki yolculuklarda şampanya içerek yola çıkardık; çok da eğlendiğimiz olurdu. Aksilikler bile eninde sonunda bir eğlenceye dönüşürdü. Örneğin, bir defasında, Hürriyet'in ambarındaki kasada koruduğumuz buzlar tümüyle erimişti. O sıcaklarda soğuk bir şeyler içememek felaketine uğramıştık. Bizler ah vah ederken, geceleyeceğimiz koya, kaptanı yaşlıca bir Fransız olan yat demir attı. O lüks yatta bir buzdolabı, dolayısıyla bol buz bulunacağı besbelliydi. Gelgelelim o somurtkan Fransızın bizi tersleyip buz falan vermeye yanaşmaması olasılığı da vardı. Bunun üzerine, herifi yola getirebilecek bir hile düşündük: O sırda on yedi yaşında bir afet olan Tuvana'ya en küçük bikinisini giydirdik; saçlarını özenle taradık. Kız öyle güzeldi ki, yüzüne makyaj yapmaya gerek yoktu. Bu hazırlıklar sırasında, Ayla çevremizde dolanıyor, ''utanmıyorsunuz! Kızımı sömürmeye, cinsel bir obje haline sokmaya, o Fransızı tavlamak için yem olarakkullanmay hakkınız yok!'' diye söylenip duruyordu. Ama buzsuzluk sorunu gözümüzü döndürmüş, ahlak filan bırakmamıştı bizlerde. Zavallı Tuvana'ya, ''sen hiç konuşma diye'' tembih ederek, onu teknenin sandalına bindirdik. Yanına da Fransızca bilen ve ağzı iyi laf yapan birini koyduk, komşu tekneye gönderdik. Yaşlı Fransız bir kurtmuş meğer; hileyi hemen anladı. Kötü kötü sırıtarak buzları bir naylon torbaya doldururken, gözlerini Tuvana'ya dikti. ''Bu deyiş tokuşta kızı bana vermeyecek misiniz yoksa?'' diye sorup, bizleri rezil etmeye kalktı. Ne var ki, o gece içkilerimizi soğuk içebildiğimiz için, söylediğine pek aldırmadık.


Fransızcada da, İngilizcede de kullanılan mystification sözcüğünün Türkçe karşılığı yoktur. İnsanları aldatmak için yapılan ve uzun sürebilen br şaka anlamına gelir bu. Profesör Ayla ve eski öğrencim Türkan, birer mystification ustasıydı. Kimi zaman tek başlarına, kimi zaman aramızdan bir iki kişiyle işbirliği yaparak bizlere oyunlar oynarlardı. Bu şakaların senaryoları, haberimiz olmadan, günlerce önceden özenle hazırlanırdı. Örneğin bir defasında bir iki yıl önce evlenen, ama eşi işinden ayrılamadığı için tekneye yalnız gelen Türkan, ''aman, ne olur! perşembe günü mutlaka Manastır Koyuna varmış olalım!'' diye tuttururdu. Nedenini sorunca, eski sevgilisiyle o gün orada buluşacağına söz verdiğini bildirdi. ''Eski sevgilim de yeni evlendi'' diye ekledi acayip bir gülümsemeyle. Bu duruma biraz şaştık ama, perşembe günü Manastır'a demir attıktan sonra, Türkan kamarasından öyle bir kılıkla çıktı ki, hayretler içinde kaldık: Her zaman çok sade giyinen, makyaj yapmayan arkadaşımız, aklın alamayacağı kadar süslenmişti; yüzü gözü boyalar içindeydi. Dekoltesi çok açık, cırtlak renkli, daracık, yırtmacı kalçasına kadar gelen rüküş bir giysi vardı üstünde. Boynunda en az on kiloluk çeşit çeşit kolyeler asılıydı. Tırnakları mor ojeliydi. Elleri yüzüklerle, kolları bileziklerle doluydu. On beş santim topuklu ayakkabılarıyla kırıta kırıta yürüyordu. Sandalın tekneye yanaşmasını istedi ve bize çapkın çapkın el sallayarak, ''sakın peşimden gelmeye kalkmayın'' dedi. Peşinden gitmedik ama, meraklar içindeydik. Hepimizin gözü, ancak uzaktan görebildiğimiz Türkan'ın gittiği kır gazinosuna dikiliydi. Hürriyet teknesinin tek dürbünü elden ele geçiyordu. Dürbünü tam kaptığım sırada Ali Fuat Kaptan beni bir kenara çekti. ''Hocam, bu kız sizin eski öğrenciniz. Yeni evlenmiş. Böyle şeyler yapmasını engellemek sizin göreviniz.'' diyerek beni uyarıyordu. Bir yandan da, '' dürbünle bakma, ayıp olur'' diyen Berna Moran tarafından azarlanıyordum.


Uzaktan gördüğümüz durum şuydu: Eski sevgili, koşarak kıyıya indi, Türkan'ı karşıladı. Birbirlerine sarıldılar; sonra bir masaya oturup yanak yanağa cilveleşmeye başladılar. Derken, çamların arasından bir hatun fırladı ortaya. ''Eyvah! Karısı geliyor'' dedik. Hatun, Türkan'a ters ters bir şeyler söyleyip kocasının kolunu kaptı, peşinden çeke çeke sürükledi. Çamların arasında kayboldular. Masada tek başına kalan Türkan omuzları hıçkırıklarla sarsılarak, yüzünü elleriyle kapattı. Sonra kıyıya indi, trajik ve boğuk bir sesle, ''sandan!'' diye bağırdı. Sandalı hemen gönderdik. Türkan tekneye çıkınca, hiçbirimize bakmadan, doğru pruvaya gidip yere çöktü. İçkici olmadığı halde büsbütün trajikleşmiş bir sesle, ''bana bir votka verin!'' diye emretti. Aramızdan birinin çekine çekine götürdüğü votkayı bir dikişte içtikten sonra, Ölgün bir sesle, ''beni yalnız bırakın!'' diye inledi.


Ali Fuat Kaptan'ın uyarıları üzerine, benim ahlakçı öğretmen yanım harekete geçmişti. Eşini eski sevgilisiyle aldatan kadının yanına gittim. ''Türkan, kendine gel, böyle şeyler yapamazsın, ayıp oluyor!'' dedim. Esaslı bir nutuk atmaya başlayacaktım ki, Türkan ansızın kahkahayı bastı. Katıla katıla gülerek, bütün bunların bir şaka olduğunu söyledi. Ona inanmayacaktık ama, eski sevgiliyle karısı kıyıdan seslenip sandalı istediler o sırada; ve tekneye çıktılar. Onları ancak yakından görünce, bize bir oyun oynandığını; Erkeğin Jale, kadının da Ayla olduğunu anladık. Bizler farkına varmadan aksesuarlarıyla birlikte hemen karaya çıkmışlar, gerekli kostümleri giymişler meğer.


Başka bir defa, Ayla ile Türkan'ın senaryosuna uyarak, Berna ile ben, bir oyun oynadık ötekilere. Herkes gezinmek için karaya çıkmıştı. Biz ikimiz yorgun olduğumuzu söyleyerek, Türkan'la birlikte teknede kaldık. Türkan, beni erkek, Berna'yı kız yapmaya karar verdi. Beni bir Arap şeyhi, Berna'yı da dansöz kılığına soktu. Tekneye hazırlıklı geldiği için, gerekli giysileri de vardı. Berna'ya alacalı bulacalı çok şuh bir çeşit şalvar giydirdi, bana da bir maşlah. Berna'nın ayak bileklerine halhallar, göğsüne sahte memeler, başına tül örtüler taktı, göbeğinin üstüne altın taklidi bir uzun zincir bağladı. Benim başıma usturuplu bir sarık sardı; elime kocaman bir tespih verdi. Ayağıma uçları sipsivri erkek ayakkabıları giydirdi. Benim sakalım bıyığım, Berna'nın yüzü gözü öyle ustaca makiye edilmişti ki, birbirimizi tanıyamıyorduk neredeyse. Arkadaşlar tekneye yaklaşınca, Komplonun içinde olan Ayla, ''eyvah, tekneyi Araplar basmış!'' diye feryat etti. ''Bunlar da nereden çıktı!'' diye herkesi bir telaş aldı. Çünkü yazın İstanbul'a akın eden Araplar, güney kıyılarına ayak basmazlar. Sandalla hemen onları karşılamaya giden Türkan, Arapların neden tekneye geldikleri konusunda usturuplu bir masal uydurarak, arkadaşlarımızın telaşını büsbütün arttırdı. Ben, bu arada, dansözü süze süze bıyıklarımı burarak tespih çekmeye; Berna'da teybe konulan özel Arap müziğiyle şıkır şıkır oynamaya devam ediyordu. Bu oyuna öyle gerçekçi bir hava vermiştik ki, yanımıza geldikten sonra bile hemen tanımadılar bizleri. Ancak Berna ile ben kıkır kıkır gülmeye başlayınca, durum anlaşıldı.


Mîna URGAN

Ekleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ


Mina URGAN'ın yazdığı, Bir Dinozorun Gezileri kitabındaki Mavi Yolculukları...


(70-75 sf.)


Etiketler:

49 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page