top of page
Yazarın fotoğrafıMîna URGAN

Bir Dinozorun Gezileri - Mavi Yolculuk I

Güncelleme tarihi: 4 Ara 2021



İlk mavi yolculardan biri olduğum halde ''Mavi Yolculuk'' deyiminden hoşlanmaz hale geldim. Çünkü ''Mavi Yolculuk'' lafı önce entel züppelerin, sonra da herkesin diline düştü. Artık darbuklı turistler bile toplanıp, darbukalı mavi yolculuklar düzenliyorlar kendi aralarında.


Oysa ilk Mavi Yolcular, Sabahattin Eyüboğlu'nun özenle seçtiği, çoğu genç aydınlardı. Sadece gezmek tozmak için değil, Ege ve Akdeniz Uygarlıklarının kalıntıları konusunda bilgi edinmek ve bu arada o güzel kıyıları kendi gözleriyle görmek için katılınırdı bu gezilere. Teknemiz yüzen bir seminere dönüşürdü kimi zaman. Gerekli kitapları okuyup araştırmalarda bulunan yetkili biri, gideceğimiz yerler üstüne bir konuşma yapar; o antik kentin tapınakları, anıtları filan konusunda ön bilgi verirdi. Sonra herhangi bir vasıtaya, genellikle bir kamyona doluşup oralara giderdik.


Çok ayıp ama, bu bilimsel incelemelere katılmamak için, benim, ambara ya da herhangi başka bir yere saklandığım olurdu. Ara sıra, gizlice denize atlar, kıyıya çıkar, tekneden beni kimselerin göremeyeceği bir kayanın arkasına gizlenirdim. Ancak herkes uzaklaştıktan sonra ortaya çıkardım. Çünkü kalıntılara ne kadar ilgi duyarsam duyayım, öteki yolcuları ne kadar seversem seveyim, günde mutlaka birkaç saat yalnız kalmak, sessizlik içinde kitap okumak istiyordum. Hocam Sabahattin Eyüboğlu , onlarla gitmediğimin farkına varınca, beni fena halde azarlardı. Özür diler, ''Uykuya dalmışım, beni çağırdığınızı duymadım.'' gibi yalanlar uydururdum.


Bu, bilime meraklı, ağırbaşlı teknemiz, güneş battıktan sonra, gürültülü bir meyhaneye dönüşürdü. Türküler söylenir, typten Rum şarkıları dinlenir, gecenin geç saatlerine kadar bol bol yenilip içilirdi. Ben sadece iki tek içtiğim için, bir süre sonra şamatadan sıkılırdım. Birazcık yalnız kalabilmek, kafamı dinlendirebilmek için, arkadaşlardan kaçardım. On altı metrelik teknede kendime gizli bir yer bulmaya çalışırdım. Hatta böyle bir yer bulamayınca, bir maymun gibi, direklerin tepesine tırmanıp oraya tünediğim bile olurdu. Sabahattin ortadan yok olduğumun farkına varınca, ''Mina hemen gel, hep beraber olmak için buradayız'' der, beni gene azarlardı.


Bir de öğle rakısı faslı vardı. Tentenin altında küçük bir çilingir sofrası kurulur ve ancak kodamanlar; yani Sabahattin, Müntekim Ökmen, Şadi Çalık, Melih Cevdet gibi belirli yaşta olanlar öğle rakısı içerdi. Yaş açısından benim de kodamanlar arasında yer almam gerektiği halde, öğleyin içmek bana ters gelirdi. Sonra baktım ki, kodamanlara katılmadığım için sosyal status'um, yani toplumsal konumum fena halde sarsılıyor: Kodamanlar bir masanın çevresinde koltuklara kurulmuş, efendi efendi sohbet edip içerken, ben güvertenin tahtaları üstünde, çoluk çocuk arasında kalmışım. Oğlum, kızım yaşında gençler, benimle senli benli olmaya, beni dirsekleriyle dürtmeye başlamış. unun bilincine varınca, azametle ayağa kalktım; ''ben de kodamanım, ben de rakı içeceğim'' dedim. İçince de anladım ki, denizdeyken alkol almanın hiçbir kötü etkisi yok. Kavuran güneşin altında bir terliyorsunuz, bir denize giriyorsunuz, alkol falan kalmıyor kanınızda.



Ege ile Akdeniz'de tekne gezintilerini ikiye ayırırım: Sabahattin Eyüboğlu'ndan önce, Sabahattin Eyüboğlu'ndan sonra. Hocam Sabahattin'i yitirdikten sonra da çok gezdim o denizlerde. Ama onun başkanlığında ilk mavi yolculukların başka bir tadı vardı. Tatlı olmasına çok tatlı olmakla birlikte, mutlak bir egemenlik kurmuştu teknede. Örneğin, sabahları geç uyanmamıza izin vermezdi. ''Buraya uyumaya mı geldik'' der, güneşin doğuşunu ille seyretmemizi isterdi. Gerektiğinde, heykeltıraş Şadi Çalık öyle komik bir sabah ezanı okurdu ki, kahkahalar atarak uyanırdık. Sabahattin'in bir de gece yarısından sonra yüzmek huyu vardı. Bütün gün denize girmez; sonra bol bol yiyip içtikten sonra, herkes uyurken, karanlıklarda suya dalardı. Bir kalp sorunu olduğu için, ben de telaşlanır, canım istese de istemese de, onunla birlikte yüzerdim.



İlk mavi yolculuğum 1963'te gittim. Otuz iki kişi, Kuşadası'ndan, Macera adlı, büyük, ama köhne bir tekneye bindik. Gece yarısından sonra yola çıktık. Zaten geceleri rüzgar kesildiğinden, ancak geç saatlerde denize açılırdık her zaman. Gelgelelim bu ilk yolculuğumda rüzgarın kesildiği falan yoktu. Tam tersine öyle bir fırtına vardı ki, güvertede açık havada yatan bizler, dalgalar üstümüzden geçtiği için sırılsıklam oluyorduk geceleri. Çalkalana çalkalana, neredeyse batacak durumlara gelerek, birkaç günde, perişan bir halde Bodrum'a vardık. Beni deniz tutmadığı için, herkesten daha az perişandım. (Ancak bir kez, lodoslu havada Büyükada'dan Karaköy'e geçerken deniz tutmuştu; ama yanımdaki hiç obur olmayan ve dehşetler içinde lokmalarımı sayan beye göre, tam on yedi tane midye dolması yemiştim öğle yemeğinde.) Neyse, o deniz yolculuğunda midye dolması gibi şeyler yemediğimden deniz tutmadığı için, herkesten daha az perişandım. Ama ıslak battaniyelerin altında buz kesen ayaklarım, tekneye binmeden önce gittiğimiz Efes'in ılık mermerlerini özlemişti. O mermerler öyle pürüzsüzdür ki, onlara ayakkabıyla basmaya kıyamadığım için, yalın ayak gezmiştim Efes'te.


Yolculuğumuzun bu kötü başlangıcı bizleri yıldırmadı. O sıralarda dünyalar güzeli bir yer olan Bodrum'a varır varmaz, aslan kesildik hepimiz. Bu arada yolculuğa Kuşadası'ndan başlamanın yanlış olduğunu; Gökova'ya gitmek için Bodrum'dan, Fethiye Körfezi'ne gitmek için de Marmaris'ten yola çıkmak gerektiğini anladık.


Bana kalırsa, gerçek bir mavi yolculuk Bodrum'dan başlamalı, Antalya'da, hatta Alanya'da bitmeli. Gelgelelim böyle bir gezi bir aydan fazla süreceğinden para ve zaman açısından pek olası değil. Üstelik Yedi Burunlar sorunu var. Çok fırtınalı bir denizde, sulara uzanan sipsivri kayalıklara çarpabilirsiniz her an. Bu yüzden de, deniz tutan yolcular da, kaptanlar da pek yanaşmaz oralardan geçmeye. Ama bunu göze alırsanız, o güzel Patara kumsalına varırsınız. Varınca da başka bir sorunla karşılaşırsınız. Çünkü Patara'nın önü açık denizdir. Sığınıp demir atabileceğiniz bir koy yoktur. Bu yüzden, Patara'ya, Kalkan'dan kara yoluyla gitmeyi herkes yeğ tutar. Biz de ancak bir iki kez denizden gidebildik oraya. Tiyatrolu antik bir kent olan Patara, denizden sürekli gelip kıyıya yığılan kumların oluşturduğu tepelerle doludur. O kum tepelerinin altında nelerin gömülü olduğu pek bilinmez.


Bodrum'dan Gökova'ya giderken her zaman uğradığımız kimsenin oturmadığı Oraklar Adası'nda iki şeye hayran kaldım. Biri oradaki koyun inanılmaz güzellikte yeşil ve saydam suları; öteki de karadaki farelerin yaşayabilmek için verdikleri akıllara sığmaz savaşımdı. Küçük, ama İngiliz gemicilerin dedikleri gibi, sea-worty yani denize gerçekten layık bir tirhandilin sahibi ve kaptanı olan Mithat Bey, farelerin tekneye çıkmalarını engellemek için, bizi karaya bağlayan çımanın ucuna bol bol fare zehiri sürdü. Fareler gene tekneye girip sebze ve meyve dolabına saldırdılar. Çünkü bunlardan biri, kendini feda edip zehri yermiş; ötekiler de ipe sarılıp ölü farenin üstünden geçerek, tekneye girmenin yolunu bulurlarmış meğer. Oraklar'a bir günlüğüne gittiğimizde, Genco Erkal anlatmıştı: Güneş tam batarken, kocaman fareler, kayaların üstüne sıra sıra dizilip, suları yemyeşil o güzel koya demir atan teknelere kırmızı gözlerini dikmişler, bekleyip durmuşlar. ''Unutamayacağım, korkunç bir bekleyişti onlarınki'' diyordu Genco. İki adadan oluşan Oraklar'ın küçüğünde bir tek ev varken, büyüğünün tamamıyla ıssız kalmasının nedeni bu farelerdir belki de.


Gökova'ya giderken Oraklar'a uğradığımız gibi, dönüşte de Çökertme'ye uğrardık mutlaka. Bu kıyı köyünün başlıca çekiciliği, Çakır Ayşe ile Paluko efsanelerinden kaynaklanırdı. Onları tanıdığımda, Çakır Ayşe, masmavi gözlü, olağanüstü güzel, yaşlı bir kadındı. Asıl adı Mustafa olan Giritli balıkçı Paluko'da, olağanüstü yakışıklı, yaşlı bir erkekti. Bir akşam çökertme'de bu ikisi, bizlerden biraz uzakta kuma çömeldiler, uzun uzun konuştular baş başa. Birbirlerine neler söylediklerini duyabilmek için meraktan ölüyordum. Ama öyle gizemli bir çember çizmişlerdi ki çevrelerine, onlara yaklaşmanın yolu yoktu.



Mîna URGAN

Ekleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ


Mina URGAN'ın yazdığı, Bir Dinozorun Gezileri kitabındaki Mavi Yolculuk'ları...


(61-65 sf.)



Etiketler:

62 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page