top of page
Suat SEDEFOĞLU

BİR AVUÇ SEVGİ




SUAT SEDEFOĞLU

*


Almanya’da yaşayan, benden on beş yaş kadar küçük bir yakınımla beraber Antalya Belek’te beş yıldızlı bir otele tatile gidiyordum. Hanımının ya da beraber yaşadığı gelininin evde görmek istemediği, parklarda, cami avlularında tespih çekip, öğle öğünlerini simitle geçiştiren, belediye otobüslerinin bedava yolculuğu sayesinde oraya buraya gereksiz seyahat ederek, gün içinde evinden uzak durmaya çalışan milyonlarca emekliden biriyim. Anlaşılacağı üzere bu tatil sürprizini Almancı yakınım yapmış ve tüm giderleri kendisi karşılamıştı.


Mırın kırın etsem de beni kendi halime bırakmadı yakınım, çünkü çok istekli ve de kararlıydı. Kendi ülkesinde tatile gitmek şöyle dursun, tatili rüyasında göremeyen, öyle veya böyle bir tatile gidiyorken de ezilen, ruhundaki bunalımlar kabarıp taşan bir insanın sıkıntısı içindeydim.


Bu kadar da değil, bir sıkıntı daha vardı. Oflu arkadaşım, bu dünyadaki en yakın olduğum insan Mehmet Şamilof’un bana ısrarla yüklemeye çalıştığı bir sorumluluğu da alarak gidiyordum. Oflu ben giderken; “gittiğin yerden boş dönme, bir öykü yakala, sen orada bir şeyler bulursun,’’ şeklinde kaldırılması çok zor ağır bir kaya parçasını sırtıma bağlamayı da unutmamıştı. Kendim bir insan gibi yaşamaktan o kadar uzaktım ki, tatil beldesinde rahatlamış, eğlenmeye odaklanmış diğer insanlardan nasıl bir öykü çıkartabilirdim? Hem ekonomik ve hem de benim dışımdaki insanlarla aramdaki duygu uçurumu git gide o kadar derinleşmişti ki, zaten kapkaranlık bir yalnızlığın içindeydim. Ben kendi derdime yanarken, nereden çıktı şimdi ki bu öykü işi?


“Zor,’’ demiştim ona:

“Deniz, kum, güneş, alkol, eğlence gecelerinde ne hikâyesi arkadaş, iyisi mi sen unut bunu.’’


Gene de üzerime binen o ağırlıkla şimdi o tatil köyündeydim işte.

Bütün gece araba yolculuğu yapmış ve sabah Belek’teki otelimize ulaşmıştık. Otel büyük binalardan oluşmamıştı. İki katlı, yan yana, bol tırabzanlı koyu kahverengi ahşap yapılarıyla, dar taş döşemeli sokaklarıyla bir sahil kasabası havasındaydı. Girişte insanları karşılayan turuncuya çalan sarımtırak taşlardan örülmüş dikdörtgen yüksek kule, onun devamındaki Agora meyhanesiyle başlayan ana giriş caddesi ve o bahsi geçen yapılaşmasıyla kendinizi İspanya’da ya da Meksika’da sanabilirdiniz. Ben ise Meksikalı milyarder kaçakçı El Chapo’nun malikânesinde bulaşık yıkama, sokak temizliği yapma, kaktüsleri budama, malikâneyi çevreleyen surların burçlarında silahlı nöbet tutma ya da benzeri bir; “ne iş olsa yaparım yeter ki iş olsun abi,’’ ezikliğini hissetmeye başlamıştım bile. Böyle başladı tatilimiz.

İlk gün yol yorgunluğunu atmak için dinlenme, çevreyi tanıma turları, çok kısa da olsa ayağımızı denize sokma, akşam da bir akrobasi gösterisi izlemeyle sıkılmadan geçip gitti. İkinci gün akşama kadar Almancı yakınımla hiç ayrılmadık. Benim için her şey yeniydi, Akdeniz’in ılık sularını, insanın ayaklarını okşayan yumuşak kumlarını ne kadar özlediğimi yaşarken anlamıştım. Akşam canlı müzik programıyla tatil maceram bir yol ayrımına gelivermiş, olanlar olmuş ve tatil arkadaşımı kaybetmiştim. O doğup büyüdüğü ülkenin alımlı güzelleriyle kaynaşıp beni unuttuğunda, tatilin gerçek yüzü bir kırbaç gibi yüzüme çarpmıştı. Kalan zaman içinde ben artık kendimle baş başaydım.


Üçüncü gün sabah kahvaltısından sonra yalnızlığın tam olarak içindeydim artık. Deniz tat vermiyordu, otelin mavi görünümlü havuzları, su kaydırağında havuza atlayan insanlar, sınırsız çeşidiyle leziz açık büfe yemekler, bedava sınırsız içkiler, güler yüzlü çalışanlar, karşılaştığım yabancı turistlerin merhabaları tat vermiyordu. İştahla coşmuş bakımlı begonviller, zakkumlar, okaliptüsler, sarıçamlar, yemyeşil ıslak çimenler tat vermiyordu. Yalnızdım.


İnsanlar sosyal medya hesaplarından uzaklara giden engin mavilikleri, akşamın şarap rengine bürünmüş sularını “huzur’ yazısı ekleyerek paylaşıp duruyorlardı. Gülünç denecek bir sahtelikle üzerine hep ‘huzur’ yazılıp dururdu gönderilerin. Huzurun yalnızca kendi beyninde üretilip eğleşebileceği gerçeği görmezden gelinirdi. Huzur; denize bakan terastaki bir kahve fincanında, bir kadeh kırmızı şarapta bulunuyorsa, peki benim uçsuz bucaksız Akdeniz’in mavi enginliklerine bakarak çektiğim şey neydi? Ben de içindeydim, ben de bakıyordum o engin mavilere, akşamın kızıllığını, mehtabın gümüş rengi sunumlarını kıpırtılarının içinde saklayan koca Akdeniz’e. Ama ne huzuru? Sadece kapkara düşüncelerle, kapkara kocaman bir huzursuzluk.


Daha üçüncü gün tatil bana ıstırap olmaya başlamıştı. Kendi kendime; iyisi mi odana dön ve yazdığın eski öykülerin üzerinden şöyle bir geç arkadaş diyerek ikindiye doğru kaldığım eve dönmeye karar verdim.


Evimiz, otel alanının en kuzey doğusunda yani en köşesindeydi. Evlerle sokak arasında bir metre genişliğinde, sıra sıra diri, şen, şayak çiçekli zakkumlar ve adını bilmediğim bir metre kadar yükseklikte bazı park bitkileri vardı. Evimin iki tarafı hurma, okaliptüs ve çam ağaçlarıyla çevriliydi. Hava çok sıcaktı, güneş insanı adeta delip geçiyordu. Odama gelip, sıkılacaksam en iyisi klimanın buz gibi ettiği odamda sıkılayım kararlılığıyla evime yaklaştığım esnada, evimin önünde bir hareketlilik yaşandığını gördüm. İki tane kedi, hemen önlerinden yambul yumbul yürüyerek canını telaşla çalılığa atmaya çalışan, henüz uçamayacak kadar küçük bir kuş yavrusunu yakalamaya çalışıyordu. Hemen peşlerindeyse on üç, on dört yaşlarında bir kız ve biraz gerilerde elli yaşlarında bir başka kadın kaçan kuş yavrusunu kedilerden kurtarmaya çabalıyorlardı. Muhtemelen kuş yavrusunun anası olan kuş ise çığlık çığlığa çırpınıp duruyor, bir yavrusuna yaklaşıyor, sonra havada kısa ve sert daireler çiziyor, olay yerini acıklı bir sahneye döndürüyordu. Mesafe kısa olduğu için yavru kuş kendini çalılıkların arasına attı, kediler uzaklaştırıldı. Ama ana kuş ciyak ciyak öterek bir ağaçtan diğerine konuyor, hemen havalanıp yavrusunun peşindeki iki kadının başında dönüyor, sonra tekrar en yakın ağaca konuyor, bu hareketi büyük bir hız ve telaşla tekrarlayıp duruyordu. Ana yavrusunu kurtarmaya çalışıyor, yavrusunu arıyordu.


Küçük narin yapılı kız, yavrunun çalılıklara girdiği yere başını sokup, elleriyle orayı burayı karıştırmaya başlamıştı. Diğer kadınsa kediler yaklaşmasın diye çevreyi kolaçan edip, göz ucuyla, bazen de bazı otları kaldırarak bu olaya destek veriyordu. Kadının konuşmasından Alman olduğunu anlamıştım. Ama küçük kız hiç konuşmuyor sadece büyük bir dikkatle yavru kuşun izini sürüyordu. Ben, küçük kızın kaçak kuş yavrusunu hemen yakalayacağından emindim. Öyle ya, kuşun çalılığa girmesiyle, kızın peşinden elini uzatması arasında belki bir saniye zaman farkı ya vardı ya yoktu. Olay yerinde bekledim. Benim için bu sahne çok değerliydi, bu değerli ana şahitlik etmeden ikinci kattaki odama çıkan ahşap merdivenlere yönelmedim.


Küçük kızdan ses soluk yoktu, gövdesinin yarısı çalılığın içindeydi, aradan beş dakika geçti, on dakika geçti, hayır, arama kurtarmadan iyi bir haber gelecek gibi görünmüyordu. Küçük kız gördüğüm kadarıyla esmerdi, bizim kızlara benziyordu, bu yüzden ona;

‘’Henüz bulamadın mı?’’

‘’Ben de arayayım mı?’’

‘’Gördün mü yavru kuşu?’’


Bunlara benzer bir sürü sorular soruyor ama ondan bir ses alamıyordum. Alman kadın ise çevrede yaklaşmakta olan kedileri uzaklaştırıyor, bir yandan da yavrusu için dönüp duran ana kuşa duyduğu üzüntüyü anlatan ifadelerle konuşup duruyordu. Sokağın karşı sırasındaki evlerde denize inmek için evinden çıkan veya dışardan evine gelen birçok kadınlı erkekli turist de bu anı kaçırmamak için meraklı gözlerle olayı izliyorlardı. Beklemenin faydası yoktu. Ben de çalılığın benim eve bakan tarafına geçip kolları sıvadım. Diğer tarafta küçük kız, bu tarafta ben. Ağaç formunu almış bitkileri olabildiğince zorlayarak bir tarafa yatırıp kızın arama işini kolaylaştırmaya çalışıyordum. Sorularım devam ediyordu ama gene çıt çıkmıyordu küçük kızdan.


Genç kız sadece ellerini değil, gövdesinin yarısını, kafasını çalılıkların içine sokuyor, yatıyor, uzanıyor, çalıyı çırpıyı yere serilmiş ot yığınlarını karıştırıyor, asla vazgeçmiyordu. Bunları tamamen kendi iradesiyle, içinden gelen candan istekle yapabilirdi bir insan. Deniz, kum, güneş; mini minnacık bir canı kurtarmaktan daha değerli değildi. Müzik, alkol, dans ve belki de ilk genç kızlığa adım attığı bu yaz tatilinde yaşayacağı ilk yaz aşkını yaşayabilme heyecanı dururken, küçük kız bu büyülü Akdeniz yaşamını elinin tersiyle itip, çalılıklar arasında, kendisine hiç fayda vermeyecek bir yavru kuş için çırpınıp duruyordu. Bu kız aslında mutluluğu kendi fiziki varlığına dokunacak şeylerde değil, iç dünyasını aydınlatacak, kimsenin fark etmeyeceği, fark etseler de bazılarınca küçümsenip alay konusu olacak bir görünmeyende arıyordu.


Yavru kuşun saklandığı bir metre kadar yükseklikteki bitkilerin tabanı yıllardır üst üste binmiş, kâh kurumuş, kâh yeniden canlanıp yeşillenmiş en az bir karış yüksekliğe ulaşmış otlarla kaplıydı. Gerçekten böylesi bir ortamda bu kaçak yavruyu bulmak samanlıkta toplu iğne aramak gibi bir şeydi. Bu ot birikintisi içinde küçücük bir yavru kaçtığı yerde kalmayabilirdi, onun için ben beş altı metre alt tarafa gidip otları yerinden kaldırmaya, kaldıramadığımı söküp atmaya başlamıştım. Ama o kız hâlâ ısrarla aynı yerindeydi ve gene ısrarla konuşmuyordu. Aradan, abartmıyorum yaklaşık bir saat geçmişti biz can hıraş aramalarımıza devam ediyorduk. Ana kuş da umudunu kesmiş olacak ki artık onun da ötmeleri duyulmuyordu.


Tam umudumun kesildiği bir anda ve ben gene otların arasını delik deşik ederken, Alman kadının sevinç dolu sesiyle başımı kaldırıp doğruldum. Olay mahallinde, ilgiyle bir canlıyı kurtarma girişimini izleyen onlarca insandan gelen sevinç çığlıkları, coşkulu alkışlar bu çabaların ruhen büyüklüğünü anlatıyordu sanki. İnsanın tüylerini diken diken eden sevinçli bir coşkunun içindeydim. Küçük kız da ayaktaydı ve avucuna bakıp gülüyordu, gene sessizdi. Yavru kuş avuçlarındaydı. Benim giydiğim gri, onun giydiği beyaz tişört suya sokulup çekilmişçesine terden sırılsıklamdı. Kızın saçlarının içinden, alnından gelen terler göz çukurunu istila ediyor, yüzünün terleriyse şarıl şarıl boynundan göğsüne iniyordu. Değerli anıların ancak yorgunluk, uykusuzluk, fedakârlık dolu bir yaşamın sonucu doğduğunu, güncelin tatlı çığırtkanlığına, o baştan çıkarıcı zevklerine kapılanların bu silinmez kıymetteki anılara uzak olacağının kanıtıydı bu çaba, bu terler. Yürekte filizlenip yeşermiş, sevgiyle beslenmiş sıcacık iyi duygular; zahmete bulaşmadığı zaman pek işe yaramazdı; o duyguları değerli kılan, işte bu küçük kızda olduğu gibi sırılsıklam terlere belenmiş, pes etmeye niyetli olmayan sevginin ateşlediği irade gücüydü.


Bir avuç içindeki hızla atan kalp, anasından, yuvasından kopartılıp, küçücük bedenini yabancı, riskin bilinemez bulanıklığında buluvermenin ürkekliği içindeydi. Küçük kız, yavru kuşa bakıyor, baktıkça ruhunda mutluluk kabarıyor, ışıl ışıl yanan gözlerinden şefkatin o ipeksi yumuşaklığı zavallı yavruyu sarıp sarmalıyordu. Minik kuş korkunun kara pençesi içindeki duygularını, kısa zaman içinde küçük kızın ruhundan avuçlarına kopup gelen şefkatin yumuşaklığıyla üzerinden atmış, kendini hoş bir kabullenişle hafif okşamalara teslim etmişti.


Çocukluktan genç kızlığa aralanan ilk kapının henüz önündeyken bu kızın, terleyen, çalılıkta çizilip açılan yalnızca bedeniydi, bu ter onun ruhunun derinliklerinden gelen mis kokulu gönül bahçelerinden fışkırıp yaşamını anlamlandıran bir pınarın gözüydü sanki. Çizilip açılan elleri, dünyayı galakside yörüngesinde tutan yegâne güçtü, bu güç sevgiden geliyordu. Küçük kızın kuşu avucunun içine aldığında, evrende var olan bütün mutluluklar sıkılaştırılıp toplanmış ve mini minnacık bir kuş yavrusu kadar olmuştu.


Alman kadın, küçük kıza baktı, bakışında hayranlık en yüksek perdeden sevgiyle karışmış, dudaklarına, gözlerine, yüz çizgilerine inmişti:


‘’Tanrı sana küçücük bir kuş yavrusunu kendi kaderine bırakıp gitmeyecek kadar erdemli bir kalp vermiş, ne mutlu sana,’’ dedi. Hiç Almanca bilmeyen birisi olarak, tam olarak böyle dediğine eminim. Çünkü o ses tonu, o yüz ifadesiyle bezenmiş bir insanın başka bir cümle kurması asla düşünülemezdi.


Nihayet kızın konuşmasından Rus olduğunu sonunda anlamıştım. Bir narin avuç, içinde tüm kaderini eline sığındığı insanın vicdanına bırakmış bir kuş, kuşun başını sevgiyle şefkatle okşayan iki kadın ve bir erkek eli. Gözleri mutlulukla parıldayan, dudakları sevinçten kapanmayan iki kadından bana doğru doğru esip gelen sıcaklığını gönül cebime özenle yerleştiriyor, ruhumu Akdeniz’in çok tuzlu mavilikleriyle dolduruyordum. Yalnızlık mı?

Sevinç gitgide yerini düşünceye bırakmıştı şimdi. Bu yavruyu ne yapacaktık?


Bir Türk, bir Alman ve bir Rus. Kimse kimsenin dilini bilmediği gibi, üzerinde anlaşacağımız bir ortak dil de yok. Ben, yavrunun bana verilmesini, çünkü ikinci kattaki balkona koyulduğunda ana kuşun yavrusuna kolayca ulaşabileceğini anlatmaya çalışıyordum. Alman kadın da benim önerimi destekleyip Rus kıza dil döküp durdu. Ama Rus kızı, az konuşuyordu ama kararlıydı; ‘’Doma,’’ diye kıpırdıyordu dudakları sadece. Bana ve Alman kadınına sevinçten ışıldayan gözleriyle bakıp, kuşu evine götüreceğini söylüyordu. Bu küçük kız çok ilginç bir karakterdi, bu yaşta bu kararlılık, bu suskunluk, bu vazgeçmeyiş ve sevgiyle dolup taşmış bir büyük kalp, gerçekten sıra dışıydı.


Alman kadın eşiyle el ele tutuşup, havlular omuzlarında denize, Rus kızıysa avucundaki kuştan gözlerini ayırmadan evine doğru gittiler. Sokağımızdaki kalabalık da dağıldı, ben ise ikinci kattaki odama çıktım. Dizüstü bilgisayarımı açıp yazdığım öykülerin birini seçip üzerinden şöyle bir geçmek düşüncesiyle gelmiştim. Ama önce bir duş almam gerekliydi, o kadar terliydim ki hemen ekşi ekşi kokmaya başlayan terler beni rahatsız etmeye başlamıştı. Duş sonrası yatağıma uzanıp diz üstü bilgisayarımı açtım. Ama ben başka bir dünyadaydım, ne bilgisayarı gözüm görüyordu, ne de bu serin şık odaya sığıyordum. Dışarı çıkmalıydım, çünkü artık yalnız değildim. Ve dışarı çıktım.


Bayır aşağı denize inen sokakta yürümeye başladım. Ömrümün kalan bölümlerinde çok kıymetli, zamanla bulanıklaşsa da asla silinmeyecek bir anıyı hayatıma katmanın hazzıyla yürüyordum. Sığ zevklerin uzağında, ortak bir sevgide birleşmenin coşkulu ve doyumsuz sevinci kaplamıştı her yanı. Yalnızlığın kovuluşu ve mutluluğun başkaldırışı yükselip duruyordu Akdeniz’e inen bu sokakta.


İlk karşılaştığım insanlardan gelen merhabalar daha şimdiden başkalaşmıştı. Medeni insanlara özgü kibarlık gereği alışkanlık olmuş, yabancı, uzak, yavan, yapmacık selamlaşmalar yerini; gözlerden girip kalbi dolduran selamlaşmalara bırakmıştı. Beni yalnızlığın en uç sahiline kaldırıp atan bu eğlenceli lüks otelim şimdi, insanın kalbini okşayan, ruhunu onaran cennetten bir köşe olup çıkmıştı. Bunalımımın krize dönüşmeye evrildiği bu tatil serüveni; önceki ve şimdiden sonraki olarak tam ortadan ikiye bölünmüş, ruhum mini minnacık bir kuşun kalp çırpıntılarının ateşlediği büyük patlamalarla ışıl ışıl olmuş, tatilimi bana yeniden vermişti. Bana yabancılaşan, beni içine almayan, ya da benim bir türlü içine giremediğim bu tatil köyünün soğuk duvarları aniden yıkılmış, tatili yaşamanın sorumsuzluk dolu rahatlığı tüm benliğimi kuşatıvermişti. Ondan önce birbirine yabancılığın bulanıklığı, umursamazlığıyla soğumuş bu tatil köyünün dar sokağına, şimdi sihirli bir ışık inmiş, sokak ansızın yüklendiği sevginin sıcaklığıyla artık beni kucaklayan, bana çok aşina bir dost gibi olmuştu. Küçücük korkuyla atan bir kalp, binlerce kilometre uzaklardan gelen, birbirini tanımayan, birbirinin dilini anlamayan üç insanı aynı yolda buluşturmuştu. Bu yol sevginin, vicdanın aynı kavşakta kesiştiği yoldu. Dünyanın en gerekli ama bir o kadar da ihmal edilmiş, en yüce hisleri barındıran bu kavşakta artık her yön uçsuz bucaksız yemyeşil ovalara, sabahın taze saf mahmurluğuna, ılık ve yumuşak esintili masmavi gökyüzüne çıkıyordu.


Şimdi yosun kokan yumuşak, tuzlu hoş esintiler gelmeye başlamıştı Akdeniz’den. Çam ağaçları sıcakta yumuşayan gövdelerinden, yapraklarından taşan kokularını, akşam öncesinin sihirli ılıklığına cömertçe salmaya başlamıştı. Sahile varıp bir şezlonga uzandım. Denizin dalgaları aynı ahenkle hoş bir melodi söylüyordu bana, denizin sevinci yanımdaki dışı buğulanmış soğuk bira bardağına akıyordu, denizin nefesi içimde kalan son yalnızlık kırıntılarını da alıp kendi derinliklerine gömüyordu. Güneş artık yakmıyordu. Gün büyüleyici bir havaya bürünmüştü, yumuşakça esen ılık rüzgâr ruhuma aydınlığı, huzuru taşıyordu. Ruhuma nisan esintileri katan anason kokulu servisiyle, göğsündeki armada ismi de yazan garson kız isyanla; ‘’ne yapsam beğendiremiyorum,’’ diye suskun öfkesiyle yanımdan geçerken, ‘’zıkımın kökünü içsin beğenmeyen, sıkma canını ablam,’’ diyordum. ‘’İçimden geçeni söyledin amca,’’ diyordu o da, karşılıklı gülüyorduk. Her şey gülüyordu. Beyaz köpükleriyle, kıyıya saldığı ılık rüzgârlarla Akdeniz’de gülüyordu.


Doğadaki bütün canlılar ebediyete kadar sürüp gidecek ve ezelden beri var olan bir savaş halindedir. Güçlü olan güçsüzü kullanır, ezer ya da yok eder. İnsanoğlu buna kendi içinde aklın, bilginin, becerinin zaferi, kendi dışındakilereyse doğa kanunları der geçer. Ama küçük Rus kızın kibar, narin parmakları arasına aldığı sevgi yumağı bu Akdeniz akşamı öncesinde ezeli ve ebedi vahşi yasaları paramparça etmişti.


Belki de kuytularda fark edilmeyip hep gerilerde saklı kalmış bir çocuğun yüksek vicdanından gelen, vazgeçmeyen ısrarlı çabaları, üçümüze de yeni bir kader yazmayacaktı gelecek adına, ama bugünümüzü değiştirmişti o asil çabalar. İçine düştüğüm karanlık çukuru bir bilseydiler ya diğer insanlar! Bugünü ve hatta bu anımı aydınlatan, küçücük bir şeymiş gibi görünen, kesinlikle arkadaş muhabbetlerinde bile anlatmaya değer vermeyecekleri bu olayın ilahi tarafını anlayacaklardı.


Nihayet bu kısa tatilin sonuna gelmiştik. Valizlerimizi odamızda hazırlamış ve kahvaltı yaptıktan sonra yola çıkmayı kararlaştırmıştık. Bu son sabah kahvaltısında, son üç gündür yüzünü zar zor gördüğüm Almancı tatil arkadaşımla kahvaltı yapıyordum. Komşum Alman kadın ve o kurtarma girişiminin başrol oyuncusu küçük kibar Rus kızı el ele tutuşmuş halde masama geldiler. Rus kızını o olaydan sonra bu ilk görüşümdü. Bu hoş bir sürprizdi. Yanlarına iyi yabancı dil bilen bir otel çalışanını da almışlardı. Yüzlerimiz sonsuz mutlulukla aydınlanmış, samimi hava kahvaltı yapılan geniş bahçeyi bütünüyle sarmıştı. Rus kız tercümanımıza; ‘’yavru kuşun üç gün içinde iki kat büyüdüğünü, onu Petersburg’daki evine götüreceğini,’’ söylüyordu. Alman kadın da, gelecek yıl yine aynı tarihlerde bu otelde Rus kızla buluşmaya sözleştiklerini, benim de burada bulunmamı özellikle istediklerini anlatıyordu. Yavru kuşun iyi olduğunu ve candan bir sahiplenmeyle yeni bir hayata başlayacağına çok sevindim. Onları mutlu etmek, bu güzel havayı bozmamak için, ‘’söz,’’ dedim:

‘’Söz, ben de seneye bu tarihte bu otele geleceğim.’’


Çokları için küçük, ama anlam derinliği olarak bu büyük olayın üç kahramanı; binlerce kilometre uzaklardaki vatanlarına birkaç gün içinde geri dönecekler, ama iyiliğin berrak sularında benlikleri hep güzelliğe doğru akıp duracaktı. Dostlarımla vedalaştım, iki kadın kahvaltı masalarına dönerken arkalarından bakıp kaldım bir süre. Çok uzak diyarlardan gelen, kalplerinde; yaz mavisi dostlukları, sevginin çam kokulu serinlikleri ve kanlarında sadece iyiliği taşıyan iki güzel insandı masamızdan uzaklaşıp giden.


Tatil arkadaşım manalı manalı hınzırca gülmeye başlamıştı. Benim saman altından su yürüttüğümü, iki kadından gelecek yıla bile randevu alabilecek kadar çapkın olduğumu, kendisinin ise iki kadını aynı anda idare etmeye çalışırken ikisiyle de düşman olduğunu, bana takılmamakla hata edip pişman olduğunu anlatıp durdu kahvaltı boyunca. Pek tabii ki söylediklerinde ciddi değildi, bu düpedüz şaka yoluyla biraz da hafif alay kokan sözlerdi.


Ben halâ gitmekte olan iki dostun ardından bakarken, bu söylenenlere dudak kenarımdan tebessüm ettim sadece. Karşısındakinin beklediği yanıta, nedeni ne olursa olsun insanı incitmeyen ama çok da önemsemediğini belli eden hafif, acımsı bir tebessümdü bu. Canlı olma vasfını insanlığa dönüştüren adanmışlığın çok uzaklarında, sadece tensel gıda ile beslenen duygusuzluğa, duygusal incelikten, vicdani etkilenmelerden bihaber, kışkırtıcı şehvetin kendince ışıltılı dünyasına kanat çırpan yaşam yoksunluğuna ancak acı bir tebessüm yanıt olabilirdi. Bizim kurduğumuz derin dostluğun hamuru vicdandı, mayası terdi, her dilimi tatlı hayattan vazgeçebilmekti, her lokması sevgiydi. Bu dostluk; alkole bulanmış dans pistinde yapılmamıştı, bu dostluğun kitabı şehvetle köpürtülmüş duygularla yazılmamıştı. Bir yavru kuşun kanadı çizmişti bu dostluğun sınırlarını, bir yavru kuşun kalp atışlarıyla örülmüştü bu yapının tuğlaları, çatısı. O çatı ki, onun altına ancak sınırsız sevgiyle beslenmiş dostluk misafir edilebilirdi. Alaycı övmelerinin derinlerinde yatan aslında bihaber olunan, hiç tanışılmayan dünyaları aydınlatan ışıktı; o ışık sevgiydi ve Aytmatov’un dediği gibi, ‘’sevgi emekti.’


Başarısız, yoksul, değersiz kılıp beni insanca yaşamdan reddeden ve bir kenara fırlatıp atan ülkem şartlarında, bir küçük olay birkaç günlüğüne de olsa tümüyle ruhumu canlandırmıştı, bu bana neden çok görülüyordu ki? Kendi hayatımın içinde kısa süreliğine olsa da esen bu ışıltılı, hoş kokulu esintinin ölmemesine izin vermemeye kararlıydım. Sonrası zaten, belki de kalan ömrüm boyunca sürecek yoksulluğun ağır nemli kokuları beni, ‘’yahu nerede kaldın be sefil,’’ diye özlemle bağrına basacaktı. Bu kaçınılmaz olarak bir Türk emeklisinin kaderiydi.

Sabahın erken vakti, evde ayakaltında dolaşmasın, göze görünmesin diye cami avlularına, parklara, bedava seyahat edilen belediye otobüslerine yollanan bir emekliler ülkesinde, bu iki güzel kalpli insanın davetine, bu isteğine, bu umuda nasıl katılabilirdim. Yüzümde acıklı bir gülümsemeyle;

‘Olur, iyi fikir, seneye burada buluşuyoruz,’’ diye yalan söylemiştim. Bu yalan, ülkemizde milyonlarca ezik emeklilere özgü bir beyaz yalandı.


O Alman kadın ve o küçük Rus kızı bu olurun anlamını asla bilemezlerdi. Onlar seneye aynı yerde, aynı tatili umut ederken, ben bir mucize olsa da, kendi emeklisini insanca bir yaşamla onurlandıran yeni bir anlayış ülkeme hâkim olsa diye umut edebilirdim. O umut içerisindeyim.




21 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 Comment


Şenol YAZICI
Şenol YAZICI
Nov 17

Başlangıcı farklı bir hava estirse de aksiyon içermeyen bir öykü için oldukça uzun...


Yine de kendini okutmayı başarıyor. İlgiye, zaman ayırmaya değecek, okuyanı pişman etmeyecek bir öykü.


Kitabı olan yazarın başka yazı örneklerini de merak etmeye başladım.

Edited
Like
1/706
bottom of page