top of page

BİLET



MEHMET KUM

*



Kapı destursuz açıldığında gecenin yarısıydı. Saçı başı dağınık göbekli bir adam, partal paltosunun içinden başını çıkarıp kapının aralığından içeriye uzattı. Günlerdir kapıyı pencereyi tekmeleyip duran lodos, yağmuru kucaklayıp suratımızda kamçı gibi patladı, masanın üzerindeki kitaplarımızı kucaklayıp köşe bucağa savurdu.


İçeriye girmekte tereddüt eden bu tuhaf adam, bayıra vurmuş öküz gibi soluyor, ürkek ürkek bakıyordu.


“Dayı, kapıyı kapa! ” dedik, aynı anda.


İçeriye girip göz ucuyla etrafı kolaçan etti. Ürkek adımlarla üvey ana gibi ısıtan teneke sobanın kıyısına sokuldu. Yağmur damlaları, yüzünden gözünden sicim gibi süzülüyor, soğuk sudan çıkmış enik gibi titriyordu. Bir ucu aşağıya sarkan el örmesi sarı kaşkolunu gevşetip biraz soluklandı.


Gözüm üzerinde gezmeye devam ediyor; sanki birisiyle boğuşmuş gibi... Üstü başı dağınık, tiftiklenmiş nefti paltosunun düğmesinin birisi sarkmış, yüzü kedi tırmalamış gibi yırtık yırtık...


Yarın, mikro ekonomi dersinden vizem var, aklımda bir sürü soru. Gözlerimden akan uykuya direne direne etüt odasına yürüyorum.


***


Akşam fakülteden döndüğümde sobanın bayırında sedire tünemiş, ölgün gözleri yere bakıyordu. Kaçamak gözlerle şöyle bir baktım. Benzi uçuk, soluk ve dalgındı. Holün sonunda merdivenlerin altında veliler için ayrılmış izbe odaya yerleşmişti.


“Bu adam kim? Burada ne işi var ?” diye kime sorduysam,


“Bilmiyorum”


“Tanımıyorum” dediler.


****


Akşamları para topluyor, bize yemek yapıyordu. Birimiz kap kacağı yıkıyor, birimiz sofrayı diziyor, birimiz salatayı hazırlıyorduk Yemek hazır olunca, saman sarısı yüzünde gülücükler tomurcuklanıyor, “Hadi köftehorlar yemeğe,” diye çağırıyordu. Arkadaşlardan birisi, “Ekber abi eline sağlık,” deyince ismini de öğrenmiştim.


Kısa zamanda bize kaynayıp karışmıştı. Yemekten sonra sobanın yakınında sandalyeye oturur, çayını keyifle yudumlardı. Bir akşam kupasını sobanın kıyısına bırakıp hindi gibi kabardı. Ceketinin koltuk cebinden kılıcı kınından çeker gibi bir bilet çekip çıkardı. Gök mavisi gözleri, tombul yüzünde gülücükler saçtı.


“Köftehorlar bu bilete dikkatli bakın,” dedi, bileti usulca uzatıp gözümüzün önünde gezdirdi.


“ Yılbaşı ikramiyesi bu bilete çıkacak, aha buraya yazıyorum,” dedi.


Oda arkadaşım Ebuzer:


“Ben şansa inanmam, matematiğe inanırım. Başıma şimşek düşme ihtimali daha fazla,” dedi, dudağını büktü.


Yüzünü çok nadir gördüğümüz Tıpçı Ahmet, övüngen bir edayla: “Dünyaya gelmek en büyük ikramiye,”dedi, “Düşünsenize babamın milyonlarca spermi annemin yumurtasına ulaşmak için amansız bir yarışa girdiler. Sadece birinci olan yaşayacaktı. İşte o birinci olan benim” Elini bize uzattı, “Siz de birinci olduğunuz için buradasınız. Biz en büyük ikramiyeyi zaten kazanmışız. Kıymetinizi bilin, varlığınızla mutlu olun, bundan daha büyük ikramiye mi olur ?”


Ekber abinin kaşları çatıldı, kırçıl saçına elini daldırıp karıştırdı. Birden bomba gibi patladı. “Keşke birinci olmasaydık, keşke dünyaya hiç gelmeseydik… Bu dünya çok acımasız; namerde muhtaç eder, üç paralık insanların önünde eğilmek zorunda kalırsın. Ne onurun kalır, ne gururun kalır. Ölmek istersin ölemezsin. Yaşamak istersin, yaşatmazlar. Keşke hiç birinci olmasaydık.” Bir an sessizlik oldu, sonra bir uğultu koptu,


“Trafik kazası geçirme ihtimalimiz daha fazla”


“Sakat kalma ihtimalimiz kat kat fazla”


“Ölme ihtimalimiz çok daha fazla,” dediler, sesler birbirine karıştı.


Yurdumuzun ağır abisi, naftalin kokulu Mustafa ;


“Haram,” dedi, “it kanından haram.” Koluma asılıp holün tenha bir yerine çekti. “Bu adam tekin birisi değil, uzak dur belki de mitçidir. Bunlar; yurtların önünde ya simit satar, ya inci boncuk satar, ya öğrenci gibi aramıza karışır, ya da bunun gibi yağmurlu, fırtınalı bir gece yurda sığınır. Velhasıl, bu tipler hiç ummadığın yerde karşına çıkarlar,” dedi.


***


Ekber abinin iki duygu hali dikkatimi çekmişti.


Ya, o koca adam yatağına gömülür, gözü saatlerce ahşap tavana asılır, yüzünü mutsuzluğun soluk tonları gölgelerdi. Ya da etrafa sebepsiz neşe saçar, her şeye gülerdi. Nihayetinde her akşam lafı dolandırıp bilete gelirdi. Bileti cebinden çıkarıp öpüyor, okşuyor, kokluyor, “Köftehorlar aha buraya yazıyorum büyük ikramiye bana çıkacak…” diyordu.


Bir gün arkadaşlardan birisi, “Abi büyük ikramiye sana çıkarsa ne yapacaksın?” diye sordu. Bir anda gülücükler tombul yüzünde solup hazan yaprağı gibi dökülmüştü. Fal taşı gibi açılan gözleri alev saçıyor, eli ayağı titriyordu.


“Paraları o mendeburun suratına suratına vuracağım,”dedi, bileti var gücüyle havada savurarak “Al sana para! Al sana para! Al meymenetsiz, al mendebur, al cadaloz kadın! Al istemediğin kadar para! Al, al, al mendebur kadın, al!…” diyor, bir türlü sakinleşmiyordu.


Bir hafta sonu Ekber abi, “Hadi gel biraz dışarıya çıkıp soluklanalım,” dedi.


Koza Han’nın bir alt sokağındaki tahta yığını ahşap yurdumuzdan çıkıp Tophane’ye doğru yolla koyulduk. Osman Gazi, Orhan Gazi türbelerini gezip iyice yorulduk. Oradan Altıparmak’a doğru baş aşağı salındık. Aniden peydah olan lodos bizi önüne katıp bir bohça gibi savurdu. Kendimizi lüks bir restoranın önünde bulduk. Tavuk nar gibi kızarmış vitrinde dönüp duruyordu... Ekber abi, kapıya doğru yönelince,


“Abi ben tokum, sen yemeğini ye, ben biraz buralarda soluklanayım”


“Ülen köftehor beni kızdırma, bir kaşık çorba içelim; içimiz ısınsın, kursağımız bayram etsin,” dedi.


Kolumdan tutup içeriye sürükledi. Beyaz ceketli ve jilet gibi pantolonlu, papyonlu garsonlar bizi kapıda karşıladı. Kıran vurmuş tavuklar gibi büzüle büzüle yürüdüm. Oturacağımız masaya kadar bize eşlik eden garson, deri kaplama ahşap oymalı sandalyeyi çekip yer gösterdi, Ekber abinin önünde yere kadar eğildi. Ağrı Dağı gibi heybetli garson, zeballah gibi tepemizde duruyordu. Etrafı alelacele gözden geçirdim. Mekanın duvarlarında siyasetçilerin, futbolcuların, sanatçıların resimleri…Tavanda ışıl ışıl kristal avizeler…Ceviz oymalı masaların üzerinde pırıl pırıl çatal, kaşık… Kristal tuzluklar, baharatlar, rengarenk peçeteler...


Garsonlar, masaya gümüş işlemeli cezvelerde sirke, sarımsak getirdi. Soğuk içecekler, mayonez, sos bıraktı. Yeşillik ve salata ile donattı. Etrafımızda pervane gibi dönüp duruyorlardı.


Biri menüyü uzattı. Gözüm Ekber abinin üzerinde. Yedi köyün ağası gibi masaya yayılmış, sayfaları çeviriyor, dudak büküyor, başka sayfaya geçiyor. Merakla ne istiyeceğini bekliyorum.


“ Az çorba; ezogelin olsun,” dedi. Garsonun apak yüzü bir anda perşembe pazarına döndü. Bir gözüm Ekber abi de, bir gözüm garsondaydı.


“Bana da az çorba, ezogelin olsun” dedim, sesim titredi. Ekber abi, bana kaş göz etti.


“Ülen köftehor gıdım gıdım ye, ekmeği çorbaya ban ban ye” dedi. Bir çırpıda ekmeği bitirmiştik.


“Ekmek” dedi, Ekber abi. Garson iki yarım somunu masamıza bıraktı, suratı mahkeme duvarı gibiydi.


Cızzz diye bir ses duydum, yan masaya baktım. Garson sapsarı tereyağını iskender kebabın üzerinde köpürte köpürte gezdiriyordu, ağzımın suyu aktı.


Ekber abi ikinci defa “Bi zahmet ekmek,” dediği an bir fare deliği bulsam saklanacaktım. Garson SS subayı gibi bize doğru yaklaştıkça sanki dallanıp budaklanıyor; büyüyüp, devleşiyordu.


“ Zehir zıkkım yiyin,” der gibi, ekmeği masaya attı.


Restorana girerken krallar gibi karşılanmıştık, çıkarken bir kovulmadığımız kalmıştı.


“Yoksulluğun gözü kör olsun, yurdu yuvası yıkılsın,” dedi, “Parasız insanın uyuz bir it kadar bile değeri yoktur. Dostların bir bir kaybolur, hayat yoldaşın bile yüzüne bakmaz…” Yol boyunca söylendi durdu.


1984 yılının son günü gelip çatmıştı. Tombala oynamak için holde sobanın etrafına tespih gibi dizilmiş, yılbaşı programını izliyorduk. Mustafa abi, “Haram, haram…” diyerek söylenip duruyordu. Ekber abi alelacele içeriye girdi. Üstünün karını silkindi. Paltosunu sandalyenin üzerine bırakıp lavaboya gitti. Geri döndüğünde yüzü gülümsüyor, gözleri parlıyordu. Sedirin üzerine bağdaş kurup oturdu. Yenini sıyırıp saate baktı.


“Biletlerin çekilmesine birkaç saat kaldı,” dedi.


Elini ceketin cebine daldırdı, sonra diğer cebine... Paltosunun ceplerine baktı. Yüzü toprak gibiydi. Tekrar, tekrar aradı.


“Ülen hergeleler biletimi yoksa siz mi aldınız?” dedi, boğazıma sarıldı.


“Abi, boğacaksın, kurbanın olum bırak”


Mustafa abinin yakasına asıldı.


“Uzak dur benden,” dedi, itekledi. “Tövbe, tövbe… Akşam akşam abdestimi bozacaksın”


“Abi biz almadık dedik”


İçeride yas havası. Etmediğimiz yemin kalmadı. Ekber abinin başı döndü, düştü düşecek. Koluna girip sedire oturttuk.Yüzüne su serptik, yavaş yavaş kendine geldi. “Nargile kahvesinde paltomu çıkarmıştım,” diye söylendi. Mozalan* ısırmış dana gibi birden dışarıya fırladı. Acı bir fren, küt diye bir ses. Dışarıya koştuk. Ekber abi arabanın altında kalmıştı.

Birkaç gün sonra yurtta bir söylenti, kulaktan kulağa yayıldı.

Gecenin bir vakti, partal paltolu, sarı kaşkollu tuhaf bir adam, gecenin bir vakti Koza Han civarında insanların yakasına sarılıyor, “Benim biletimi gördünüz mü?” diyor; sonra karanlığa karışıp gözden kayboluyormuş.

Comments


1/383
1/5
bottom of page