top of page
Yazarın fotoğrafıNiyazi UYAR

Benim Öğretmenlerim

Güncelleme tarihi: 2 Kas






 Niyazi UYAR*


Eleştirel bir gözle yazmak geldi içimden, dünde kalan öğretmenlerimi. Zaten eli kalem tutan az buçuk mürekkep yalamış, beyni ipotek altında olmayan herkesin eleştirel bakması gerekmez mi hayata?


Devletin artık işime yaramaz dediği 65 yaşı tamamlayıp altmış altıdan gün bile aldım. Benim yaşımdakilere devletin işime yaramaz deyip okullarda sınıf emanet etmediği eğitimcilerin yaptığı iş devlet yönetmekten çok daha stratejik olmalı ki, “altmış beş yaşını dolduranlar emekli edilir,” diye kanun çıkarması, siyasetçilerimizin ülkeyi ne kadar sevdiklerini göstermesi bakımından fevkalade önemlidir(!) Siyaset yapmada, ülke yönetmede yaş haddi yoktur, 80-90 elin ayağın tutsun, tutmasın 100 ol, 150 ol; sen tamam deyinceye kadar devamdır. Bazen onun tamam demesine izin verilmediğini de düşünmekteyim ben!


Bu yazdıklarım azıcık zülfü yâre dokunuyor mu, ya da “sen artık çocukluğun ikinci evresindesin deyip delidir, ne dese yeridir,” deyip es geçerler mi? Sorular, bir çengel gibi, göğün askı tutmaz boşluklarına bırakıp hayatta benim rol modelim olan - olmayan öğretmenlerimle ilgili bir yazı kaleme alıp azıcık zülfü yâre dokunacağım. Memnun olan da olacak, üzülen de olacaktır, bu da çok doğal. Şunu önemle belirteyim ki, bütün kutsiyetler adına söylüyorum. Yalan yanlış bir şey yazmayacağım. Yazdıklarımı kimse yalanlayamayacak. Öğretmenlerimden hayatta olmayanlar olacaktır, bu da doğal, nitekim benim yaşım altmış altı, onların yaşı seksenden aşağı değildir…







Başlayalım mı?


Altı yaşında okula kaydım yapıldı. Babamla görüşen Okul müdürü, çok değerli bir eğitimci olan Sait Özyiğit, okula yazalım seni, okuyacak mısın dedi. Ben de evet deyince, on kuruş da harçlık vermiş, bilseniz ne kadar çok sevinmiştim. On kuruş da paraydı o zamanlar!

Okula başladım, el kaslarım gelişmemiş olacak ki, çizgilerin arasına sığdıramıyordum harfleri. Adille öğretmen kızınca okula gitmekten vaz geçtim. Bu hayatımın ilk hatalarından biridir, çok yıllar önce yanlışımı kabul etmiştim. Çünkü Adile Hanım, hayatta öğretmen gibi öğretmen diyeceğim örneklerden biriydi. Bir yıl sonra okula başlamam şu talihsizliğe bakın her sene başka bir öğretmende okumak oldu.


Bir yıl sonra çok iyi ettiğimi görmüş oldum(!) Sınıf öğretmenimin adı Hüseyin Kaynak’tı. Onunla ilkokul bir ve üçüncü sınıfın özeti: “Bugün Cuma Müslümanların bayramıdır.” Bu ifade kara tahtaya el yazısı ile yazılır, biz de defterimize yazardık. Bir de şunu aklımda kalmış, birinci sınıfta alfabeyi ezberletirken, bizleri bir sandalyenin üstüne çıkarır, yirmi dokuz harfi ezbere okutur, V Y Z diye okuyup bitirince, “sensin geveze," diye bir replikle espri yapardı.


İkinci sınıf öğretmenim Toroslar diyarından Adanalı Naci Kulak’tı. Her ne kadar saçlarım uzun diye, (uzun olsa ne kadar uzun olacaktı ki, üç numaradan azıcık uzundur belki.)  Başıma soba odunu ile vurduğunu hiç unutamadım. Yine de beş yıl dersime girse eğitim hayatıma çok olumlu katkısı olacağını tahmin edebiliyordum çocuk aklımla.


Üçüncü sınıf öğretmenim köylülerin “Macır örehmen veya zaga ziga” dedikleri H.K. H.K göçmendi, eğitmenlik sertifikasıyla öğretmenlik yapıyormuş, öyle demişlerdi, köyde aklımda öyle kalmış. Ona dair hiç unutamadığım anılardan biri daha: Sınıfta bazı öğrencilerle tokat tokata kavga etmesi.  

     

Dördüncü sınıf öğretmenim Ali Sami Doğrukul. İçi, yüreği sevgi dolu bir öğretmendi. Bu meslek için tanrının özenle yarattığı biridir diye düşünürüm hep. Hele Ali Sami Öğretmenin mesleğinin onuncu yılında öğrencisi olsam ve bir beş yılı onunla tamamlayabilseydim, muhteşem olurdu. Beş yılı onunla tamamlayanlar gerçekten çok şanslıdır diye düşünüyorum. Okuttuğu öğrenciler hayatta hiçbir mevkiye gelememiş bile olsa, harika birer yurttaş olmuşlardır. Ah öğretmenim, beni beş yıl okutsaydınız, kim bilir ben nasıl bir Niyazi Uyar olurdum?  Ali Sami Doğrukul derken, bir anı anlatmadan geçmemek lazım!


Beşinci sınıfların öğretmeni bizim köyün insanı A.B. Bir gün sınıfımıza geldi, “bundan sonra öğretmeniniz benim, öğretmeniniz ile sınıfları değiştik!” demişti. Ne yalan söyleyeyim, sınıfta belki en çok sevinenlerdenbiri ben olmuşumdur. Çünkü A.B. Demirci öğretmen Okulunda okurken, abilerimle aynı evi paylaşmıştı. İşte benim sevindik delisi olmanın sebebi buydu. Bakın bu sevindik delisi olmam nasıl bir gün içinde yerle bir oldu, anlatayım. A.B. şöyle bir soru sormuştu:


“Çocuklar yakınımızda bir baraj var, adını kim söyleyecek?”

Herkes, parmak kaldırdı kaldırmadı, orasını tam hatırlamıyorum, “Borlu Bareci” dedi. Cevapları doğru bulmayan A.B. hayır doğru değil, hayır doğru değil, diyordu. Ben yerimden kalkmadan ve parmak kaldırmadan,


“Demirköprü Barajı,” dedim. "Gel gel dedi A.B. niye parmak kaldırmadan söyledin," diyerek, iki tokat yapıştırdı suratıma, şeytanlar maşallah çekmiştir! Yüzümde beş parmağının izini çıktığını söylemişlerdi arkadaşlarım ve o gün, kimse ile ağzımı açıp tek kelime konuşmadım. Ona dair içimde beslediğim sevgi yerle yeksan olmakla kalmadı, nefrete döndü. Ertesi gün tekrar Ali Sami öğretmene kavuşunca, bu seferde belki de en çok yine ben sevinmişimdir.  A.B. neden durduk yerde iki okkalı şamarı indirmesine sebep ne olur diye sorgularken, yanıtı doğru yanlış yine kendim verdim. Ablasının halam oğlu ile kaçmasının intikamını alıyor diye düşündüm. Çünkü böyle okkalı iki tokadı hiç hak etmedim ben!


O yıllarda köy öğretmeni olmak hakikaten zordu. Öğretmenin kalabileceği doğru dürüst konutlar yoktu. Bazen aynı çatı altında köylü ile birlikte evin bir odasında kaldıkları bile olmuştur. Hiç köy yüzü görmeyen şehir çocukları için köy hayatı kim bilir ne kadar çekilmez olmuştur?


Beşinci sınıfta yeni bir öğretmenle tanıştık. Her yıl öğretmenlerimiz değişiyordu, yine değişmişti işte: İ.E. İlçede yaşamış hep, köy stajı hariç belki de köyü hiç görmemiştir. İkinci sınıf, dördüncü sınıf ve beşinci sınıf öğretmenlerimizin hep ilk öğrencileri olmuştu sınıfımız. İ. E. sert bir öğretmendi, toleransı olduğunu hatırlamıyorum, küçük bir kabahatte yapıştırırdı tokadı.  Hele çok kızdığında "bahçeden bir sopa getirin," der, sopa getirmek için koşturan arkadaşlarımız öğretmene yalakalık olsun diye mi, getirdiği sopadan mahrum olacağını düşündüğünü için mi bilmiyorum. İsmail Öğretmen, önce sopayı getiren arkadaşıma “aç bak bakalım avuçlarını,” deyip sırayı onda başlatır; ben de içimden oh çekerdim! Sert ve disiplinli öğretmen İ. E le bir beş yılı tamamlasaydı sınıfımız çok başarılı bir olurduk muhakkak. Nitekim ilk test sorularıyla o tanıştırdı bizi. Hiç unutmam, hazırladığı 50 soruluk fen bilgisi sınavını yanlışsız yapan tek öğrencisiydim. Fakat onun gözde iki öğrencisi vardı, o iki arkadaşım gerçekten matematikten başarılıydı. Babalarına söyleyip "bu çocukları okutun" dediğine birkaç sefer şahit oldum, fakat ikna edemedi onları.


İlkokul bitmiş, ortaokul okumak için şehre gitmekten başka seçeneğim yoktur. O zamanı doğru anlamayana birine şehirde okumanın nasıl bir şey olduğunu anlatmak, masal anlatmak gibi gelir:


 Evde ana yok, baba yok, aş ekmek yok, soba yok, olsa bile içinde yakacak odun yok... ya sobanın yakılması, hele çamaşırların yıkanması… Haftada sonu gaz ocağında ısıttığımız su ile sırayla banyo yapmak zorundayız, eylülden şubata anaya babaya hasret, telefonla bile bir kez sesini duymuyoruz… Bugün sağlığa zararlı diye yenmesi doğru değildir, denilen beyaz ekmek bizler için hayaldi biliyor musunuz? Ekmeğimiz şehre gelen kamyonlarla köyden gelirdi, hafta bir. Bazı haftalar gelmezdi bile. O hafta iyice bayatlamış, küflenen ekmeklerin küflenmemiş yerlerini bulup yemek zorunda kalırdık. Desem ki, "pazar ekmeğine ulaşmak, sevgiliye ulaşmak gibidir," diye bir benzetme yapsam, saçmalama dersiniz. O beyaz ekmeğe güzel ad uydurmuş köylüler: Pazar ekmeği. Pazara gidenin eve getirdiği en güzel armağandır Pazar ekmeği…


Ortaokul yılları


Tek öğretmenli ilkokuldan sonra her dersin öğretmenin ayrı olduğu ortaokul, lise yılları. Hoş geldin, bakalım seninle sefalara kavuşabilecek miyim, göreceğim. Görmüş müyüm, görememiş miyim yazayım da siz de okuyun:













Demirci Lisesi 1/D sınıfı. Sınıf arkadaşlarımın hemen hepsi birbirini tanımakta, nerdeyse ilkokulun devamı gibi. Sene 1970. Kitap okumanın insanın kendini iyi ifade etmesinin, hayatta başarılı olmanın bir anahtarı olduğunu söylerdi Türkçe Öğretmenim Reyhan Hanım, Onun yönlendirmesi ile bol bol okumaya karar verdim. Fakat kitabı nerede bulacağım hiçbir bilgiye sahip değilim. Dinlenme tatiline geldiğimde babama Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu adlı kitabını okumak istediğimi söyledim. Cumartesi Demirci pazarıdır. Babam hem Pazar olsun hem de benim istediğim kitabı almak için İsmail Kazak’ın BMC marka kamyonun kasasında ilçeye gitti. Kitapçıya Reşat Nuri’nin Çalıkuşu adlı kitabını orta birinci sınıfta okuyan oğluma almak istiyorum demiş.  Kitapçı, Çalıkuşu’nun olmadığını onun yerine Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ŞIK adlı eserini severek okuyacağımı söyleyerek “bunu al amca,” Şık'ı vermiş.  Biliyor musunuz ilk satın aldığımız okuma kitabının adıdır ŞIK! Ondan sonra Denizler Altında Yirmi Bin Fersah! Arkası geldi buldukça okudum. Türkçe Öğretmenim Reyhan Hanım’ın kırmızıya karşı bir nefreti vardı, nedendi bilmiyorum. Kırmızı giyenleri uyarır, bu rengin komünist rengi olduğunu söylerdi. Reyhan Hanım, sarışın, bakımlı güzel bir öğretmenimizdi. Onun gibi güzel bir öğretmen neden böyle basit söylemler içinde olur ki?


Okul açılalı bir ayı geçmiş, ben bir aydır ne anamı görmüş ne sesini duymuştum. Bu esnada bendeki aile özlemi, küçük kardeşlerime olan özlem azalacağına artmaktaydı. Hemen her gün tuvalete, banyoya girip içimi çeke çeke ağlıyordum. Hiç unutmam tuvaletten çıkar gibi elimi yüzümü yıkar, ağladığımı saklardım. Ah benim güzel öğretmenlerim, benim gibi öteki köy çocuklarının hallerini görüp sınıfla kaynaştırsalar ne güzel olurdu.


Sınavlar başlamıştı. İngilizce dersimize, ilkokul öğretmeni M.Ş. giriyordu. Kına renkli bir yüzü ve saçları vardı. O gün üstüne giydiği takım elbisesi de kahverengiydi. Bizden çok çok onun gergin olduğunu bile hatırlıyorum, biliyor musunuz? M.Ş. sınav sorularını mavi renkle yazmış teksir kağıdına, sınav kağıdını elime aldım, oh ne harika kokuyordu. Birkaç sefer derin derin koklayıp sorulara şöyle bir baktım. Hiçbir şey anlamadım, birkaç sözcüğün dışında. Gayri ihtiyari, “offf, zormuş,” demişim farkında olmadan. Sınıfta çıt çıkmıyordu, sinek uçsa, sineğin kanat sesi duyulacaktı belki. “Kim o,” dedi. Tepeden tırnağa korku içinde, “benim,” dedim. “Gel, çık tahtaya,” dedi. O güne kadar o sınıfta olduğumdan habersiz kimi arkadaşım belki ilk kez görüyordu beni.


M.Ş. kolundaki saati çıkardı önce, sonra ceketini, sonra sağlı sollu girişti; ama ne girişme. On bir yaşında ben, taşı sıksa suyunu çıkaracak yirmi beş, otuz yaşlarında M.Ş ! Neden dövdü, neden hırsını alamayıp vurdukça vurdu; yaşım altmış altı, hala bu soruların yanıtlarını bilmiyorum…


Demirci'de kirada oturduğumuz ev, Tepetarla Mahallesi'nde Orman İşletme Müdürlüğünün karşısındaydı. Evimizin yan tarafında boş bir arsa vardı. Mahalledeki diğer arkadaşlarla futbol oynardık. Bir gün top oynarken topumuz yola kaçtı. Topu almaya ben gittim. O anda çağla renkli anadol marka bir taksi zıng diye durdu, bana çarpmamak için. Ben dilimi çıkarıverdim, sürücüye. O da galiba iyice öfkelenmiş, arabasını bırakıp beni dövmeye geldi. Ben de kaçtım. Kaçtım kaçmasına da o hala arkamdan geliyordu. Tabi yakalayamadı. Arkadaşlardan benim, Demirci Ortaokulunda okuduğumu öğrenmiş. Bir gün sonra okula gelip Okul müdürümüz Duran Kaymak'la sabah içtimasında tek tek öğrencilerin yüzlerine bakmıştı. Bereket tanıyamadı. Bu çağla renkli anadol marka araba Demirci Öğretmen Okulu müdürü G.Ö. mış. Ben ona "Deli Müdür," lakabını taktım.


Ortaokul ikinci sınıftaydım, abim öğretmen okulunun son sınıfında. Son sınıf öğrencileri öğretmen adayıdır. Eğitim tatbiki olduğundan, hem şehir stajları, hem köy stajları olurdu. Abim staj için Kerpiçlik Köyü’ne gitmişti. Staj süresi bir aydı. O bir aylık zaman zarfında on iki, on üç yaşında ben, yalnız kalıyordum evde. Muzaffer Demirlerin evinde kiracıydık. Zemin katta bir odaydı olup olan. Karşı komşumuz aynı sınıfta okuduğum sınıf başkanımız Mükerrem Erdemir’di. Ara ara denk gelirse okul yolunda yoldaşlık da etmiştik, her şey için teşekküre ederim sevgili başkanım!


Sosyal Bilgiler dersimize İzzet Yolasığmaz girmekteydi. Çok severdim onu. O, ne güzel bir insandı. Öğretmenliğimin rol modellerinden biri olmuştur.


İzzet Bey, sosyal bilgiler dersinden sınav yapmış, on üzerinden iki almıştım. Hiç ders çalışmıyordum, fırsat buldum mu, aynı köyden başka arkadaşlarım vardı, soluğu onların yanında alıyor, bol bol top oynuyor, gezip tozuyorduk. Akşam olunca da Sezgin Burak’ın çizdiği Tarkan çizgi romanının eski yeni sayılarını gece yarılarına kadar okuyordum. Bir çizgi romanı belki defalarca okumuşluğum olmuştur. Yakın bir tarihte sosyal bilgilerden ikinci sınavı olmuştuk. İlk sınavdan, on üzerinden iki alan ben, ikinci sınavdan sekiz almıştım. İzzet Bey, “bu iki ne, bu sekiz ne, çık tahtaya, seni sözlü yapacağım aynı sorulardan,” deyip tahtaya kaldırmıştı. İzzet Bey sormuş, ben istediğinden fazlasını anlatıp bütün soruları eksiği yok, fazlası var cevaplamıştım. “Geç otur, sekiz” dedi. “Ama öğretmenim bütün soruları doğru cevapladım,” dedim. “Otur demişti, bir iki alıp bir sekiz almakla canımı sıktın,” daha dikkatli çalışacaksın tamam mı” deyip gönlümü fethetmişti bir kez daha. İkinci dönem sosyal bilgiler ortalamam karneye dokuz olarak geçmişti. Sonradan öğrendim, bu güzel insanın, bir tren kazasında hayatını kaybettiğini... Ruhun şad olsun güzel öğretmenim, toprağın incitmesin!


Bir de Fen Bilgisi Öğretmenim Birsen Gür! O ne asalet ne zarafet, giyimiyle kuşamıyla tam bir Cumhuriyet Öğretmeni. Sanki Tanrı onu da öğretmen olsun diye yaratmış. Birkaç yıl önce ona ulaşabilirim diye epey çaba gösterdim; maalesef bir sonuç alamadım. Yaşıyorsa uzun, sağlıklı bir ömür diliyorum, vefat ettiyse, toprağın incitmesin, canım öğretmenim!


Bizim köyün insanı Demirci’yi sevmez pek; galiba onun etkisiyle olsa gerek ben de naklimi Salihli’ye aldırdım. Bu ara ortaokul üçüncü sınıfa geçmiştim. Çok küçük yaşta ailesinden ayrı birinin yıl kaybetmeden gitmesi başarının hakikisidir. Salihli’de nakliyecilik yapan, (çok acıdır 1993 yılında elim bir kazada hakka yürüyen) abim Gara Seyyah’ın yanında kalacaktım. O kamyona tuğlayı yükler yüklemez yola çıkar, üç dört gün eve gelmez, ben yine yalnız kalırdım. Evde yine ne aş var ne ekmek. Yaşım on üç, on dört, konuşacak, derdimi anlatacak, hiç kimse yok. Sınıfta yine yalnız kalmıştım. Sıkıntıdan patlamak üzereydim. Geceler boyu uyuyamıyor, sabaha kadar kendimle konuşup duruyordum. Düşün düşün… Sonuçsuz… Artık karar vermiş, geri Demirci’ye dönecektim. O gece kararımı verdim, sabah postaneye gidecek, Demirci Lisesi’ne telefon edecek, geri gelmek istediğimi söyleyecektim. Aradım Demirci Lisesi’ni. Okul Müdürümüz Aydın Gürkale’ydi. Durumu çocuk aklımla en çıplaklığı ile bir güzel anlattım. Babamın köyde olduğunu, Salihli’de yalnız, yapayalnız kaldığımı söyledim. Geri gelmek istiyorum, dedim. Aydın Gürkale, “geç kalma o zaman hemen gel, derslerden geri kalma” dedi. Tonlarca yükün üstümden kalktığını hissettim o anda. Postaneden çıkınca İstasyona doğru nasıl koşturduğumun tanımını yapamam.


Aydın Gürkale, “hayır seni alamam, bizi bırakıp gideni ben geri almam” deseydi, okul hayatım bitmiş olurdu. Biliyor musunuz on üç yaşında bir çocuk abisine, babasına haber vermeden böyle radikal bir karar alıyor. Şimdi olsa bu kadar cesur bir karar alabilir miyim; bilmiyorum. Aydın Gürkale, bir eğitimci gibi değil de duygularıyla karar veren biri olsaydı, ben köyde altı yok çarık gibi, yarı aç yarı tok sürünmeye devam edecektim.   Benim de eğitimcilik yaptığım yıllarda hayatına dokunduğum öğrencilerim olmuştur. Aklımda kaldığına göre mesela Davut, Melissa, Burçin, Emine… Özellikle Davut, BAL gibi bir okulu bırakmayı koymuştu kafasına. Ya doktor kızı Melis ya Utku ya Ihlara ya Eti… Kim bilir daha neler, kimler vardır? Hep aşkla yaptım ben görevimi. Okul yıllarında öğretmenlerimin yaptığı ayrım, köy çocuğu olmanın ezikliği. Benim hayatıma cidden dokunan iki eğitimci vardır: Biri Aydın Gürkale diğeri İsmail Hakkı Topkaya, uhreviyatla aranız yoksa sevgili öğretmenlerim, gönül dolusu, dağlar kadar, Everest Tepesi kadar teşekkür ederim. Yok maneviyatla ruhumu yıkıyorum diyorsanız Allah bin kere razı olsun sizden, hürmetle ellerinizden öperim.
















Lise yılları


Ortaokulu bitirdikten sonra ailemin ekonomik koşullarından dolayı eğitimime ara vermek zorunda kaldım. Bir yıl köyde davar güttüm. Ertesi yıl lise birinci sınıfı okumak için yeniden Demirci’nin yolunu tuttum. Bu ara siyasi olaylar Demirci’ye kadar gelmiş, ben de bir grubun içinde yerimi almıştım. Sosyal gerçekçiliği işleyen kitaplar okumaya başladım, fikri dünyamın zengin olması gerektiği için boyuna okuyordum. Fakir Baykurt’un, Bekir Yıldız’ın, Aziz Nesin’in kitaplarını okuyordum. Özellikle Fakir Baykurt’un doğal anlatımı adamakıllı çekiyordu beni. O yıllarda elime geçen her Fakir Baykurt kitabını adeta su gibi içiyordum. “KÖYGÖÇÜREN,” o yıllarda basılmıştı ve ben o eseri uzun yıllar sonra okudum. Çünkü lise birden sonra sınıf bilincini işleyen kitapları tercih ediyordum. Mesela, DİYALEKTİK VE TARİHİ METARYALİZM, FAŞİZME KARŞI BİLEŞİK CEPHE…” GİBİ. Birde gazeteci Rafet'in yanında çalışan sınıf arkadaşım Ali Şendur, bir gün sonra iki gazeteyi veriyordu okumam için. Teşekkürler Ali Şendur... Hiç unutmam o gazetelerin adlarını. Biri Yeni Ortam, diğeri Demokrat İzmir! Uğur Mumcu "Gözlem" başlığı adı altında Yeni Ortam Gazetsinde yazıyordu.


Ailem benim siyasal olayların tam içinde olduğumu öğrenince naklimi Salihli’ye alacağını söyledi. Ne yalan söyleyeyim azıcık sevindim, çünkü daha önceki başarısız Salihli deneyimim bana mağlubiyeti tattırınca canım sıkılmış, uzun yıllar kendimle hesaplaştım hep…

 

Salihli Demirci’ye göre çok farklı bir ilçedir. Gerek sosyal ilişkiler, gerek ekonomik yapı bakımından kıyas bile kabul etmez. Köyde bulunan hemen herkes için Salihli tercih edilen bir yerdir. İdari olarak Demirci’ye bağlı olan köy, alışveriş için hep Salihli’yi tercih etmiştir öteden beri.


Salihli Lisesi’nin ünlü 5Ed/C sınıfına nasıl düştüm anlatmadan geçmek hiçbir şey anlatmamak demektir. Okul müdürün olurundan sonra lise ikinci sınıfların müdür yardımcısına yönlendirdiler bizi. Lise ikinci sınıfların Müdür yardımcıs G.Y. Müdür yardımcısı Demirci’nin Borlu nahiyesindendi. Ben de Borlu’ya bağlı İcikler Köyünden olunca, bir gönül bağı oluştu ilk anda. Bizim yörenin insanın büyük bir çoğunluğunun düşünce dünyası G.Y ile aynıdır. “Seni dedi özel bir sınıfımız var, oraya yazıyorum,” dedi. Benim sınıflara dair bilgi sahibi değildim. Sınıf hakikaten özel oluşturulmuş militan bir sınıf! Teneffüse birlikte çıkıyor, koridorlarda birlikte yürüyor, kavgaya dövüşe, ölmeye, öldürmeye birlikte gidiyorlardı adeta. Ülkü Ocaklarının Salihli Lisesi ekibi 5 Ed/C Sınıfında toplanmış. Böyle bir sınıfta iki yıl bile geçiremedim, ne olup olmadığını anlatacağım. Sınıfta benim gibi düşünen bir erkek var: Süleyman Varol, o da suya sabuna dokunmaktan imtina eden biri. Kız arkadaşlarım daha çok kendi hallerindeydi, sağmış solmuş pek ilgilendikleri yoktu.


Salihli Lisesi'yle ilgili anlatıma G. Y. ile başlamıştım, C. Y. devam edeyim. C. Y. edebiyat öğretmenim. Derste edebiyattan çok, Dokuz Işık Doktrinini, sonra Hergün Gazetesi’nde Törük Altaylı takma adıyla yazdığı yazıları anlatmakta her derste. Ders işlediğini pek hatırlamıyorum. Derse başlar gibi olur, öğrenci psikolojisini bilenler bilir, bir öğrenci bir konu ortaya atar, gitti ders. İşte 5Ed/C Sınıf’nın militanlardan biri bir soru sorar, C. Y. ın da istediği odur zaten, anlattıkça anlatırdı...


C. Y. benim fikriyatımı öğrenmiş, ezmeye, kişiliğimle oynamaya karar vermiş. Çünkü onun anlattıklarıyla yolumu değiştirmemiş olmam, canını çok sıkmış anlaşılan. Sıkmaz mı, öğretmenim(!)her derste davasına yeni elemanlar kazandırmak için çırpınırken ben Niyazi Uyar olarak doğru bildiğim yolda yalnız başıma da olsam yürümeye kararlıydım. C. Y. bir gün sınav kağıdımı sınıfa getirmiş, divan şiirlerinin beyit yorumlarına dair yaptığım yorumları okuyup okuyup gülmüş sonra da,


“Tıraş, tıraş bunlar tıraş, sallamış, saçma sapan şeyler yazmış bu arkadaş,” diyerek beni küçük düşürmeye çalışmış, dalga geçmişti. Sonra sınıfın militanlarından birinin yorumlarını okumuş, “aferin, aferin; çok güzel,” diye beğenisini ortaya koyup harika eğitimciliğinin(!) sunumunu yapmıştı. Şimdi, ben Niyazi Uyar olarak diyorum ki, varsa öte dünya, bu öğretmene(!) hakkımı helal eder miyim?

 

Gelelim lise sona. Yıl 1977 Ülkede siyasal olaylar iyice zıvanadan çıkmış, gizli bir el, ülkenin gençlerini birbirine kırdırmakta. Aynı silahla bir sağdan, bir soldan insanlar katledilmekte. Hava raporunu verircesine ölüm haberlerini vermekte televizyonlar, radyolar.  Halk ölüm haberlerine kanıksamış, ölen kendi düşüncesinden değilse, sevinmekte, hatta oh iyi olmuş derken, kendi düşüncesindeyse vah vah diye acıyı yüreğinde yaşamakta.  Ülke kaynıyor, işçi eylemleri, öğrenci olayları, boykotlar… Sonra, Sivaslar, Çorumlar, Mamaklar, Maraşlar… Her gün beş on insanımız sağdan- soldan öldürülmekte. Kardeş kardeşe düşman olmuş, kardeş kardeşle kanlı bıçaklı. “Felek her türlü esvabı cefasın toplayıp gelirken, insanlar açlıkla bir sınava tabi tutulurken, analar sofralarına bir tas çorba koymanın derdindeyken, öte yandan evladım akşam eve sağ salim gelebilecek mi, diye merak etmekte!


Sene 1977 günler, günler ölüm haberleriyle işte böyle gam kasavet içinde geçip giderken, 6 Ed / C Sınıfı ile sıkıntılı, eza içinde geçecek günlerimin son yılına girmiştim. O yıl geçen yıla göre daha bir zor, hemen her derste üstüme yönelmiş, intikam dolu bakışları görüyor, dişlerin gacırtısını duyuyordum. Evdeki yalnızlığı, aşın, ekmeğin hikayesini anlatıp da iki de bir bu vaziyeti temcit pilavı gibi anlatmayacağım. Bu başka, bu can kaygısı, dövülme kaygısı. 6Ed/C Sınıfı’nın militan gençleri, bana karşı iyice bilenmişler, benim gibi sol düşünceyi benimsemiş biri o sınıftan mezun olacak olması, canlarını çok sıkıyordu anlaşılan. Militan gençler bu yıl iyice bilenmiş, iyice politize olmuşlar.


Tarih öğretmenim G. Y. sınav sonuçlarını duyurdu. 1962 Niyazi Uyar altı dedi. Olmaz öğretmenim dedim, ben onluk yazdım, imkânsız altı olamaz dedim. Sen tarihi çok mu biliyorsun dedi. Ben de çok iddialı olduğumu söyledim. Tamam tekrar bakayım dedi. Bir ders sonra baktım, sekiz dedi. Olamaz dedim, ondan aşağı olmaz dedim. Tamam sekizden fazla olmaz deyip defteri kapattı. Sınıftakilerde "tamam sekiz aldın daha ne istiyorsun," deyip bir ağızdan müdahale edince öyle kaldı. Yine bir gün Edebiyat Öğretmeni T. Z. önce münazara ile ilgili bilgi vermiş, sonra da“Nüfus planlaması gerekli mi değil mi, münazara yapacağız demişti. Ben bilerek isteyerek, “nüfus planlaması gerekli tezini savunacağımı söyleyip yine kendimi öne atmıştım. 6 Ed / C Sınıfı’nın ülkücü keskinleri gereksizliğini savunacaktı, biliyordum. Ben yalnız kaldım, T. Z. gönüllü- gönülsüz üç öğrenciye “sen de bu grupta olacaksın,” diyerek güya eşitliği sağlamıştı. Tartışma başladı. Ben konuya dair birkaç makale okumuş, araştırmalar yapmıştım. Sonra düşüncelerine güvendiğim birkaç kişiden, Orhan Erdal- İbrahim Demir ve daha başkalarıyla fikir alışverişinde bulunmuştum.


Münazara günü gelip çatmıştı. Çok iyi hazırlık yapmış, düşüncelerimi örneklerle destekliyordum. Karşı grubun düşüncesini biri, - adı lazım değil, adını anmaya değmez- ortaya koymuş karşılıklı soru cevap bölümünde gelmiştik. Çok iyi hazırlık yaptığım için karşı düşüncenin savunucuları ne derse çürütüyor, tek başıma karşı koyuyordum. Bu ara gönüllü-gönülsüz benim yanımda olanlar karşı gruba geçmiş, hatta T. Z. de karşı grubu desteklemeye başlamıştı hiç unutmmuyorum.

Edebiyat Öğretmeni T. Z. münazara sonucu herkese eşit sözlü notu verdi. “Öğretmenim neden,” deyince “böyle” demişti.


İşte o gün benim kalemimi kırmışlar, haddimi bildirmeye karar vermişler. Öyle bir plan yapmışlar, öyle bir plan yapmışlar, hani derler ya “İngiliz’in oyunu gibi,” İngiliz oyunu derken tertip de İngilizce dersine tekabül etmez mi? İngilizce dersine R. Ç. giriyordu. İngilizce ’den sınav olacaktık. Ders zili çoktan çalmış, fakat sınav yapacak R. Ç. gelmemişti daha! Şimdi şeytanın avukatlığını yaparak soralım. Sınav yapacak hakiki bir eğitimci on dakika, on beş dakika derse geç kalır mı?


 Bu ara Süleyman Varol ile sınav öncesi birbirimize sorular sorup hazırlığımızı tamamlamaya çalışıyorduk. Beş dakika geçti yok, on dakika geçti yok, on beş dakika geçti R. Ç. hala yok. Sıranın üstünde iki hacimli ders kitabı durmaktaydı, biri Yılmaz Öztuna’nın tarih kitabı diğerini hatırlamıyorum. Birden sıramın üstündeki hacimli kitaplarını alıp başıma indirmeye başladı biri. Ötekiler, kalabalık bir grup on, on beş kişi, “bu sınıfta komünistlere yer yok diyerek üstüme çullandılar. Kafama, gözüme, sırtıma, nereme denk gelirse gelsin vuruyorlardı. Beni öldürmeye kafaya koymuşlar. Eğer sınıf arkadaşım Fadime A. beden eğitimi öğretmenimiz İhsan Fidan’a “Niyazi’yi dövüyorlar,” diye haber vermeseymiş, ne olurdu bilmiyorum. Teşekkürler Fadime A. teşekkürler İhsan Fidan öğretmenim, can borcum var sizlere.


Şimdi ben Niyazi Uyar olarak bana saldıranları, Tanrının kıskandığı bir mesleğin sahibi Rüstem Çevik’e hakkımı helal eder miyim? Ya disiplin kurulunda, olayı objektif bir şekilde incelemeden beni mecburi tasdikname ile uzaklaştıran kurul üyeleri, Baş muavin A. Ö. Coğrafya Öğretmeni Ç. S. ve İngilizce Öğretmeni A. A. ve Okul Müdürü Y. E ! İhsan Fidan Öğretmenim beni baş muavin odasına bırakıp gitmişti. Baş muavin odasına gelen Y. E. beni o halde, kan revan içinde, üstümdeki bütün giysilerim paramparça olmuş olduğunu görmesine rağmen, ne geçmiş olsun, demiş,“ne oldu yavrum,” demişti. Daha o an, "atın bunları okuldan," diyerek onun harika bir eğitimci olduğunun örneğini vermesi alkışlanmaz da ne yapılır?


6Ed / C Sınıfı Salihli Lisesi ülkücülerinin özel timiydi. Ben bir başıma ne yapabilirim ki? Ustaca hazırlanmış bir planla, buna bence ders öğretmenini de katarak, 6 Fen / C Sınıfından adı Yunus olan bir öğrenci ile saldırıyı başlatılmış, sonra 6Ed/C’nin öteki ülkücüleri... bir güzel dövmüşler... Varsa öte dünya, bu iyi ahlaklı arkadaşlarıma(!) hakkımı helal etmiyorum, iki elim yakalarında. Çünkü 28 Nisan’da mecburi tasdiknameyle okuldan atmışlardı. Şimdi alıcılarınızı açarak dikkatlice okuyun. Okullar 19 Mayıs’tan sonra yaz tatiline girecek, böyle bir zamanda yirmi gün kalmışken okulların kapanmasına son sınıfta okuyan bir öğrenciye ceza vermek hakiki eğitimcilere yakışır mı?


Bana bu cezayı verenler eğitimci ise … (terbiyem el vermedi, üç nokta koydum.) İsmail Hakkı Topkaya olmasaydı, yolda bir arkadaşımın abisine o rast gelmeseymiş o, ben köyde ya çiftçilik yapacak ya da zengin birinin marabası olacaktım. Ellerinden öperim İsmail Hakkı öğretmenim, sağlıklı bir yaşam diliyorum. Zaten demezler mi, iyi insanlara sebep dünya yörüngesinde dönmekte. 


Disiplin yönetmeliğinin 16. Maddesine istinaden mecburi tasdikname ile uzaklaştıranlar çok iyi bilmekteler ki, çevrede bulunan okullardan hiçbiri benim kaydımı yapmayacak. Çünkü, benimle ilgili bütün bilgiler onlara ulaştırıldığını tahmin ediyorum. Yakın çevrede, Manisa’da, ilçelerinde, İzmir’de kaydımı yapacak okul bulamadım. Tesadüf bu ya, mecburi tasdikname ile uzaklaştırılan iki arkadaşım daha vardı Salihli Lisesi'nden! İsmail Hakkı Topkaya okuldan atılmaları duymuş, yakın çevresinden. Bir yolunu bularak da bize ulaşmıştı. Dedi ki,

Diyarbakır’a, Bismil’e gider misiniz? Diyarbakır değil dünyanın bir ucu da olsa gideriz dedik ve gittik.


Bismil’de yaşadıklarımı anlatmayayım, o bir başka yazının konusu çünkü.  

Sevgili okur, öyle lafla, “ben öğretmenim,” diye gort gort atmakla öğretmen olunmaz. Öğretmen olmak demek, direnmektir, teslim olmamak, gelene ağam, gidene paşam dememektir. İşte Cumhuriyetin yerleşip kurumsallaşamamasının bir sebebi de öğretmenliği hak etmeyen gaydırı gubbakların atalet içindeki, edilgenlikleridir.


Diyarbakır Bismil’de liseyi bitirdim.  Liseyi bitirmekle ile ilgili yapacağım benzetmeyi lütfen hoşgörün. “Gavur,” sözcüğünü kullanmam bir ayrımcılık değildir, bir deyimle somut gerçekliği anlatabilmektir…. Liseyi bitirmek benim için “gavur elinden kale almak,” gibi oldu, liseyi bitirmem.

 

Eğitim enstitüsü yılları


Bu bölümü uzatmadan iki öğretmenimle ilgili anlatımla noktayı koymak olacak amacım; şayet benim Çin işi mürekkepli kalem alıp başını gitmezse. Eğitim öğretim basamaklarının son durağı Bursa Eğitim Enstitüsü. Şimdinin üniversitesi. Eğitim enstitüleri kapatılarak, her biri üniversitelerin eğitim fakülteleri oldu ya. Oh bre! Bir dönemin gavarıcıları eğitim enstitülerini küçümsemişlerdi ya, işte o aklın devamı eğitim enstitüleri devlet ricalindeki etkili ve yetkilileri sayesinde kapatılarak fakülteye çevrildi ya, peki ne oldu, eğitimin kalitesini yükseltebildik mi?


Ben derim ki, köy enstitüleri, öğretmen okullarına göre daha üretken, bu ülkenin gerçekliğine göre eğitimci yetiştiren kurumlardı, kapatıldı. Yine öğretmen okulları, eğitim enstitülerine göre daha üretken kurumlardı, kapatıldı. Öğretmen okulları eğitim enstitülerine göre, hayat hakikatli kurumlardı, kapatıldı. Eğitim enstitüleri de eğitim fakültelerine göre daha nitelikliydi, onlar da kapatıldı. Şimdi de siyasete alet edilen “milli eğitim” politikasız-politikasıyla ihtiyaçtan çok öğretmen mezun ediyor ve üstüne üstlük eğitim fakültelerinde verilen eğitimi yetersiz bularak sınava tabi tutuyor öğretmenleri… Akılla, mantıkla açıklanabilecek bir şey değildir! Hakikaten normal düşünen bir insanın algılabileceği bir durum değildir bu vaziyet. Sonra da çağdışı bir uygulama ile onları mülakata tabi tutuyor, parti teşkilatından kartviziti olanlara,” sen öğretmen olabilirsin,” kartviziti olmayanların da hayatlarını karartıyor… Bu ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüklerden biridir bu. Çağdaş bir ülkenin eğitim politikası böyle olabilir mi? Bu kötülük, kötülüklerin tepe noktasıdır.


Görüyoruz işte, eğitim kurumlarında çağın gereklerine uygun bir eğitim öğretim veremiyoruz-vermiyoruz, soran sorgulayan bireyler yetiştiremiyoruz! Nasıl bireyler yetiştiriyoruz, deve sidiğinden, üfürükten tükürükten medet uman nesiller...











Bursa Eğitim Enstitüsü yıllarım da eğitimimin diğer basamaklar gibi çok zor geçti. Bu basamağa yaman bir de can tehlikesini eklersem ne demek istediğimi anlatabilmiş olurum. Eğitim enstitüsü gençliği demek, üniversite gençliği demek. Öğretmenlerle veya moda tabirle “hocalarla” duygusal bir yakınlık kurulamaz veya kurulması zordur. Ben iki öğretmenimden söz edeceğim: Baki Gözen ve S. B.


Baki öğretmen, şova kaçmayan, esaslı duruşu olan bir eğitimciydi. Dersini ciddiyetle işler, ara ara gündelik yaşamla, ekonomik koşullarla ilgili bir şeyler söylerdi. Onunla ilgili bir anım: Hiç unutmam, cümle öğelerinden çözemediğimiz soru olunca, “benim ilkokul dördüncü sınıfta okuyan kızım bu soruyu rahatlıkla çözer,” diyerek, bizleri şöyle bir sallardı. Şimdi hangi cümleler veya ne tür cümleler olabileceğine dair bir fikrim yok. Ha bu ara Baki Öğretmenin gerçekten o yıllar ilkokul dördüncü sınıfta okuyan bir kızı var mıydı, bilmiyorum.


Şimdi, gelelim S. B. İşin şov tarafını en iyi beceren, kendini ağıra satmaya çalışan biri dersem haksızlık etmiş olmam inşallah! Aynı zamanda şiir eleştirmeni olduğunu söyleyen S. B. “şiir tahlilleri konusunda, sağ cenahtan bir Mehmet Kaplan var, iyi eleştirmendir fakat o, eleştirilerine işçi sınıfı penceresinden bakmadığı için eleştirisi eksik kalıyor. Ben derdi, göreceksiniz bir şiir eleştirileri kitabı çıkaracağım, orada gereğinde Nazım’ı bile eleştirmekten geri kalmayacağım!” Aradan kırk altı, kırk yedi yıl geçti, söyledikleri mealen böyleydi.


2010 yılıydı, Konak Belediyesi’nin şiir günleri etkinliğinde Öğretmenimiz S. B. konuşmacı olduğunu gördüm afişlerde. Hemen eğitim enstitüsünden sınıf arkadaşım Ertekin Atalay’ı arayıp “S. B. Selahattin Akçiçek Kültür Merkezine geliyor, gidelim” dedim. Sağ olsun Ertekin arkadaşım, razı geldi birlikte etkinliğe gittik.


Etkinlikte S. B. tahlillerini, eleştirilerini dinledik. Program sonrası bir masa etrafında bir araya gelip çay içip dereden tepeden, Bursa’dan, Bursa’nın sisli günlerinden konuştuk. Buraya kadar her şey normaldi, güzeldi, sonra siyasal gündemi konuşmaya başlayınca...


O günler, 2010 referandumun en tartışmalı günleriydi. Siyasal iktidar, ülkeye demokrasi getireceğini, hatta “demokrasinin en ilerisini” getireceğini söyleyerek propaganda yapıyordu. S. B. eğitim enstitüsü gençliğinin gönlünde taht kuran eğitimciydi. Öte yandan da ülkücülerin hedefindeydi, canına kast ediliyordu. Hatta o yıllarda evi bombalanmış, S. B. çok ağır yaralanmış, yani ölümden dönmüştü. Artık S. B. tam bir efsane olmuştu. Neyse bizim o S. B. siyasal iktidarın, büyük oyununu görmemiş “yetmez ama evet” demekteydi. Siz bendeki şoku görün, vaziyeti anlatacak cümleler şu an bile kuramıyorum. İnanın, o an yaşadığımı, yüreğimin nasıl acıdığını anlatamam. Öğretmenimiz nasıl olur da o, büyük oyunu görmez, üstelik S. B. gibi biri, hala inanamam!


2010 Referandumu sırasında S. B. gibi yüzlerce aydın(!) “yetmez ama evet,” demişti. Hatta birileri mezarlarınızdaki ölüleri çıkarın derken, sol sosyalistler, onunla aynı renkte buluşmuştu. Öğretmenimiz boyuna anlatıyordu, o anlatıyor, biz dinliyorduk. Sonra birden demez mi“ Kurtuluş Savaşı’nda İnönü Savaşları denilen savaşlar olmamıştır!” Ertekin’le iyiden iyiye şaşkına dönmüştük. “Ama öğretmenim diyorduk, onu üzmemek adına, bakın işte İsmet İnönü, İnönü Savaşları ile milletin makûs talihini de tersine çevirdi, Atatürk’ün İnönü’ye çektiği kutlama telgrafı” falan demeye çalışıyorduk ki, fakat o resmi tarih deyip anlattıkça anlatıyordu.  

Serseme dönmüştük, neler konuştuk daha başka aklımda kalmadı.


Çok kıymet verdiğim rol modelim, gönlüme taht kuran S. B. yüreğimden rehberimden sildim gitti...


   

Bursa Eğitim Enstitüsü On İki Eylül sonrası kapatıldı, neden niçin kapatıldı, hiçbir fikre sahip değildik. Eskiden olsa eylem yapar, bir şeyler elde edebilirdik belki, fakat 12 Eylül bir silindir gibi geçti demokrasi güçlerinin üstünden. Enstitü kapatıldıktan sonra büyük bir çoğunluk İstanbul Fikirtepe Eğitim Enstitüsüne giderken, yaklaşık kırk kişilik bir öğrenci grubu Ankara Gazi Eğitim Enstitüne gitmiştik. Ankara'da yaşadıklarımız bambaşka sıkıntılar, bambaşka maceralar.


Nihayet 7 Kasım 1980 Tarihinde Ankara Gazi Eğitim Enstitüsünden mezun oldum. Uzun, çok uzun istihbaratlar sonucunda Van Milli Eğitim Müdürlüğü Kazım Karabekir Ortaokulu Türkçe Öğretmenliğine depo tayinim yapıldı ve 16 Şubat 1982 Tarihinde göreve başladım. 37 Yıl eğitimci olarak hizmet verdim, bir daha dünyaya gelirsem hiç tereddüt etmeden öğretmenlik mesleğini seçerim.

Haydi kalın sağlıcakla…

Etiketler:

164 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page