top of page
Yazarın fotoğrafıŞenol YAZICI

BENİM KİMSEM OLSANA


Ad yoktu mektupta. Yazı tanıdık geliyordu, ama asıl bir şey hep beklediğiniz, hep korktuğunuzsa bilirdiniz, işte öyle, hemen anladı.


Tepeye kurulu görkemli ev, ayaklarının altında bir denizanası gibi yayılmış şehre, dal dal oynayan o dev canlıya alıcı bir kuş gibi bakıyordu. Gece mavisi çiçekler açan sarmaşıklarla örtülü balkonu, o büyük kalabalığın ya da kimsesizliğin tam üstüne açılıyordu.


Su, balkonda dikilmiş, üstüne saldıran kente direniyordu.

Ne zaman, bunalan bedenini bir esintiyle soluklandırmak istese, kent, bütün düşmanlığını toplayarak sırtlara saldırır, geçmiş dört yandan duvar olup üstüne üstüne gelirdi. Gene öyle oldu. Buz kesen vücudunu, şehirden uzanan görünmez ellerden zorlukla koparıp salonun pahalı aydınlığına sürükledi. Bu akşam şehir daha güçlü, daha ürkütücüydü.


Seni almaya dönüyorum.”

İnanılmaz bir düş gibiydi.

Hani, bıçak sırtındasınız, attığınız adım sizi bir başka boyuta taşıyacaktır, öyle bir andır, bilirsiniz. O boyut hem var, hem yoktur. Girmeseniz o kapıdan, çekseniz ayağınızı, olağan yaşamınıza dönebilirsiniz; vazgeçmek o kadar kolaydır. Oyundan çekilirsiniz ya da girip adam gibi iliklerinizde duyarak yaşayabilirsiniz, yaşayacağınız neyse. Bu neysenin sonunda darmadağın olmak da vardır ya.

O yaşamayı yeğleyecekti.


Bunca yıl sonra nasıl bulabilmişti onu? Her halde Yankı kanalıyla… Yankı, dergideki büroya uğramış, bırakmıştı mektubu. O sırada Su, başbakanın eşine eşlik etmek için yurt dışındaydı.

Yankı, ikisinin de o günlerden kalma arkadaşıydı. Eski solcu, yeni liberallerden. Bir zamanlar getir götür işlerine baktığı turizm işletmesinin şimdi patronuydu. Ona ulaşmış olmalıydı önce.

“Bu zarfı Su’ya, ayın dokuzuna değin ilet,” demişti, sekreterine. Dün, uçaktan iner inmez de mektup kendisine ulaştırılmıştı. Hemen aramıştı, bu kez de Yankı yoktu. Kazakistan’a bilmem ne için gitmişti. Parçalanan Rusya, altın vaat eden Batı olmuştu, bir hücumdur gidiyordu.

“- İki gün oldu,” demişti, her arayana aynı yanıtı, aynı ses tonuyla veren Yankı’nın sekreteri kız. ”Henüz bize de telefon etmedi. Cep telefonu da uluslar arası hatta girmeye uygun değil. İletişim kurulursa sizin aradığınızı söylerim.”

Yankı, ayın dokuzuna değil iletin, demişti.

Ayın dokuzu bugündü. Kalkıp duvardaki takvime baktı. Sonucu bilse de inanmak istemedi. Takvime güvenmedi. Zaman zaman en güvenilir belgeler bile insanı yanıltamaz mıydı? Ajandasına göz attı. Yurt dışından gelirken, en büyük Papatya'nın uçakta kendisine imzaladığı, iktidar partisinin programını anlatan kitaba baktı.

Papatyaların en güzeline. 8, Mayıs, Londra…

Bugün ayın dokuzuydu.

Adresi biliyor muydu? Yankı’yı bulmuşsa, onunla ilgili her şeyi öğrenmiş olmalıydı. Büroyu, iş yerini, evini, telefonlarını… Neden telefon etmiyordu o zaman? Sabahtan beri telefon hiç çalmamıştı. Belki bir yanlış anlama vardı. Belki Yankı bir oyun oynamıştı. Ne var ki bu yazı, bu imgeler, bu tarz başka kimseye ait olamazdı.

Daha zarfı eline aldığında hissetmişti. Çok eskilerden kalma bir tanıdıklık vardı. Kimden geldiği belli değildi, kime gittiği de. Ne iş ilişkileri içinde olduğu şirketlerden, politikacılardan ne de arkadaşlarından değildi. Herkes aynı zarfı kullansa da bir im, bir şey onu özelleştirirdi. Bu zarf geçmişten geliyordu ve olumsuz bir enerji yayıyordu.

Daha yazıyı okumadan anlamıştı, oydu. Kâğıdın sol kenarını hep katlardı. Hiçbir zaman bilinen tarih, bilinen zaman olmazdı. Onun tanımladığı tarih olurdu.

İlkyaz yazıyordu. Ve yıldız zamanı...

Son mektubunu anımsıyordu. Tarih yerine, as’lolan hüzündür, yazılıydı. Bir olayda vurulmuş, tamamen rastlantıyla onun evine getirmişlerdi. Uzun sürmüştü iyileşmesi. Sonra, küsmüş, seni paylaşmayı beceremem, deyip gitmişti. Gidecek hiçbir yeri olmadan nereye gitmişti ki? Dağlarına mı? Hapse mi? Ölmeye mi? Hep ölmeyi özlememişler miydi? Ya da hep hüznü? Sonra karışık bir biçimde hapisle ilgili bir şeyler duymuştu hakkında, aramış, ulaşamamış, sonra da kendisi de evlenmişti işte…


Şimdi yıldız zamanı? Bu imge, yeniden yaşama dönüş demekti. Nasıl olacaktı? İdamlardan, ömür boyu hapislerden söz ediliyordu. Kaçak mıydı yoksa? Gerçi son infaz yasası, cezaları aza indirse de, onlara uygulanır mıydı? Uygulansa da, bu kadar?.. Dahası hapse girmiş miydi gerçekten?

Yüreği sıkışıyordu. Sevinmiş miydi? Hayır. Bu hayırı, nasıl bu denli kolay bulduğuna şaşırıyor, kahroluyordu, ama içinden gelen ses oydu. Onca zaman, dönse ne olur, diye düşünmüştü. Her seferinde yanıtı, neyim varsa bir tekme atar, tutarım elinden, yürü, derimdi. “Haydi dağlarımıza dönelim. Kitaplarımıza, televizyonumuza, sevişmelerimize…

Kırmızı panjurlarımızı açtık mı, sarı güller dolsun odaya.”


Bir tek sarı gül dikeceklerdi bahçeye. Kırmızı panjurlu evler, o günkü yerli filmlerin değişmez mutluluk simgesiydi.

Ya sarı güller, kimin hüznünün resmiydi?

Camdan görmüştü. Bahçede, yağmurun altında, bakla bakla ıslanan güller vardı, yağmur yüklü sarı güller.


Her yanı beyaza boyalı, sıkıntılı hastahane odasını iyi anımsıyordu. Odadaki tek yatakta göğsünün üstünden, omzuna yakın bir yerden yaralanmış bir genç yatıyordu. Uzun saçları, sakalları yeni çıkan yüzünü örtüyordu. Zaman zaman inliyor, annesini sayıklıyordu. Çocukken kurtlar tarafından parçalanan küçük köpeğinden, Pilot’tan söz ediyordu. Su, gencecik bir kız, başında oturuyordu. Sandalye vermemişler, dahası çıkıp gitmesini istemişler, kıyameti koparmış, gitmemişti.

“- Benim için bu hale geldi,” demişti. “İyileşmeden gitmem.”

“- Ölürse?” demişti aptal yüzlü bir hastabakıcı.

“ Salak,” demişti o aptal yüze içinden,

”- Ben de ölürüm,” demişti. Öyle onu kendinden sayıyordu, daha hiç tanımadan. İnsan kimsesizse sorgulamıyor, sevmeye öyle hazır duruyordu.

Hastane için kimlik gerekiyordu. Gencin kanlı giysilerinin ceplerinden çıkan pasodan öğrenmişti; adı Yıldız’dı.

Başhekim bile gelmiş, çıkaramamıştı onu.

“- Öldürseniz gitmem”, demişti. Öyküsünü anlatmaya uğraşmıştı. Başhekim, onu çıkarmaya kararlı, ama sözde bir babacanlıkla dinler gibi yapmıştı. Sonra ona bir çay söylemiş ve gerçekten dinlemişti.


Su, Kıbrıs’tan 74 savaşından hemen sonra, üniversite eğitimi için gelmişti. Okulunu görünce şaşırmıştı. Sanki savaş geçirmişti. Fakültenin duvarları kurşunlardan delik deşikti. Tanık olmayanlar için, iki yıl öncesi inanılmaz öykülerdi. Burada Cumhuriyet kurulduğundan beri görülen en kanlı iç çatışmalardan biri yaşanmıştı. Onlar geldiği zaman, yani birkaç yılda her şey unutulmuş, asılan asılmış, hapishaneler en eğitimli ve aydın konuklarını ağırlamış, ülke bir budamadan geçmişti. Bu ağaç, artık filiz tutmasın, der gibi budanmıştı.

O günlerde bir kız arkadaşıyla birlikte kiraladıkları küçük dairenin tam önünde, trafonun yanında biri öldürülmüştü. Çocuğa o kadar çok kurşun sıkılmıştı ki, elektrik direğinin demir ayaklarından biri kopmuştu. Direk, kaç yıldır, eksik ayağıyla öyle yıkıldı yıkılacak duruyor, sanki o kötü günleri anımsatan, ders alınacak örnek bir anıt olarak saklanıyordu.

Olaylar kısa bir süre sonra, bırakılan yerden aynen başlamıştı. Artık her iki taraf silahıyla, adamıyla daha da güçlenmiş ve hazırdı. Su, Türkiye’nin siyasi yapısını, sağ ve sol kavramlarının bu ülke için ne ifade ettiğini bilmiyordu, ama o günlerde Kıbrıs’tan gelen çoğu öğrenci gibi sola yakın duruyordu.

Okulunda sıra sürtüşmeler dışında pek olay çıkmıyordu. Gerçi başka okullardaki olayların yansımaları görülüyorsa da ciddiye alınacak boyutta değildi. Tedirginlikse, Kıbrıs gibi gerçek savaş ortamından gelenler için alışkın oldukları bir şeydi.

İlk o günlerde görmüştü onu. Tam karşılarındaki yamaca dayalı, çevresinde çoğalan apartmanlara inat ayakta duran, iki katlı bir gecekondunun alt katında iki genç oturuyordu. Her sabah aynı saatlerde duraktan otobüse biniyorlar, okullarına gidiyorlardı. Uzun saçlı, Akdeniz yüzlü, gözleri yüzünde iki zeytin yaprağı gibi duran çocuk, Su ile aynı okuldaydı. Gide gele tanış olmuşlardı. Her karşılaşmalarında, çocuk düz kaşlarının altından öyle bir bakıyor, gülümsüyor, ama konuşmuyordu.

Ondan hoşlanmıştı. Hani kimilerini sevmen için onun özel bir şey yapması gerekmez, bir görüşte ısınırsın, öyle. Sanki hep tanıyordu, sanki aynı mahallede büyümüşlerdi. Konuşmayı, arkadaş olmayı istese de, Akdenizlilere göre Türkiyelilerin daha bir tutucu olduğunu çabuk anlamıştı.

Bir kezinde otobüste bozuk parası çıkmamış, çaresiz düşünürken yetişmişti çocuk.

“- Ben alırım,” demişti. “Sonra verirsiniz.”

O kadardı. Konuşmak için bir neden olacağını umut etmişti, ama nerede? Parayı geri verdiğinde de birkaç sözcük, hepsi o..

Penceresinden onun gidiş gelişini, arkadaşıyla kapı önünde sohbetlerini izlerdi. Öyle zamanlarda camları silmelere dururdu, ama bir kez bile başını çevirip bakmamıştı. Yanındaki grisarışın, kıvırcık saçlı çocuğun gözü hep onlardaydı, ama onun seçimi ötekiydi.

Bir defasında Moskova Buz Revüsünün biletlerinden geçmişti ellerine. İkisini bakkalda gördükleri grisarışın dediği gence vermişti. Nasılsa gelir, arkadaş olmak için fırsat olur, diye ummuştu. Özenle hazırlanıp gittiklerinde, adının Ali olduğunu öğrendikleri gencin yalnız geldiğini görmek ne çok üzmüştü Su’yu.

“- Anlayın ben neler çekiyorum. Hep öyledir o, burnu kaf dağlarında,” demişti arkadaşı. “Ama iyidir.”

Su, grisarı çocuğa, yani Ali'ye Judas diyordu. Yani, hain. Neden öyle düşünüyordu bilmiyordu, ama öyle bir elektrik yayıyordu ve ne garip çok sonraları, onun Yıldız’ı ihbar ettiğini ve yakalanmasını sağladığını duyunca hiç şaşırmamıştı.

Olaylar büyümüştü. Su, anlamıştı ki, ulusların hafızası yoktu, olsa tarih olmazdı. Önce tüm üniversiteler, sonra ana caddeler, ardından kılcal damarlarına değin bütün ülke politize olup birbirine vurmaya başlamıştı. Su’yun sokağını da karşı grup ele geçirmişti. İçlerinden biri, Su ile aynı bölümde okuyordu ve o günlerde bıçaklandı. Onun bir bağlantısı olduğu düşünülmüş olmalı ki, tehdit ediliyor, mahalleyi terk etmesi isteniyordu. Bir an önce başka bir yere taşınması gerektiğini biliyordu, ama ne arkadaşı vardı, ne de yeni bir ev bulacak durumu.

Bir sabah hava aydınlanmadan, ekmek almaya gitmişti. Yaz kış kömür kokan sokaklarda vardiyadan dönen işçilerden ve okula giden birkaç öğrenciden başka kimse yoktu.

Bakkala varmadan biri kesmişti yolunu.

“- Bu mahalleden gitmeliydin, ” demişti. “Arkadaşımızı sen sattın.”

“- Tanımazdım,” demişti. “Nasıl satacaktım?”

Bir yandan adamın davranışlarını kollarken bir yandan da, yardım isteyecek birini aramıştı. Dönüp kaçmayı düşünürken, ardından gelen ayak seslerini duymuştu. Birileri de arkasını çevirmişti.

“- Seni uyardık,” demişti biri. “Güvendiğin yer olmalı. Ama şimdi…” Elinde birbirine zincirle bağlı kısa sopalardan vardı. Bruce Lee ortaya çıktığından beri bu sopalar varoşların ve siyasi eylemlerin korkutucu silahıydı.

Duvara doğru geri geri çekilirken, ekmek almış dönen grisarı genci görmüş, umutla bağırmıştı.

“- Ne olur, yardım edin! ”

Genç, şöyle bir bakmış, ardından bacaklarının bütün gücüyle koşarak uzaklaşmıştı.

Dizlerinin bağı çözülmüş, içi akmıştı. Oraya kenara yığıldı. Öleceğini düşünmüştü. Sinmiş inecek darbeyi bekliyordu ki, o anda birinin geldiğini anlamış, gözlerini açmıştı.

“- Bir kıza vurmak yakışıyor mu size?” diyordu dost bir ses.

Uzun saçlarının arasından parlayan gözlerini anımsıyordu. Evden aceleyle çıktığı belliydi. Ayakları çıplaktı. Duyunca, öylece fırlayıp gelmiş olmalıydı.

Adamlar duralamış, bir ağız dalaşı başlamıştı. O arada yanaşıp kızın elinden tutup kaldırmıştı.

“- Sen git,” diye fısıldamıştı.


Aklı onda kalkıp gitmişti. Gittiği için şimdi bile kendini bağışlamıyordu, ama çok korkmuştu. Eve varmadan duymuştu çığlığı. Dönüp koşarken bütün mahalleyi ayağa kaldırmıştı bağırışlarıyla. Genç yere düşmüş, omzunu tutarak çırpınıyordu. Göğüs cebinin üstünden kan sızıyordu. Ötekiler çoktan kayıplara karışmıştı.

Gerisini tam anımsamıyordu. Onca çığlığına yanıt vermeyen mahalleli, saldırganlar gidince ortaya çıkmıştı. Bir taksiyle buraya geldiklerini anımsıyordu.

“- Şimdi bana onu bırakın gidin, diyorsunuz. Gitmem.”

“- Gitme,” demişti başhekim de. “Sana ihtiyacı olacak.”

Soruşturma için gelen polise de aynını anlatmıştı. Esnemeye başlayan, çok ayrıntıya girmeseniz de olur, diyen polisi dinlemeden uzun uzun anlatmıştı.

Yara ameliyat edilmiş, sarılmıştı. Onun inlemelerini dinlemişti, sayıklamalarını. Terini silmiş, ellerini eline alıp yüzünü ezberlemişti. Çok iyi bilmediği Tanrı’ya dualar etmişti. Doktorlar gelip gitmiş, iğneler yapılmış, haplar verilmişti. Ertesi gün, gözlerini araladığında dünyalar onun olmuştu. Yeniden ilaçlar verilmiş, uyumuştu. O da ilk kez ayakucuna kıvrılıp gözlerini yumabilmişti.

Gelen hemşire için kalktığında yağmur çiseliyordu. Camdan dışarıya baktığında görmüştü gül ağacını. İri sarı güllerinin ağırlığıyla devrilecek gibiydi. Sarı gül, ihaneti ve ayrılığı anlatırdı biliyordu, ama orda çiseleyen yağmur altında ne kadar kimsesiz, masum, hüzünlü duruyordu. Yurdundan uzak, bir kargaşanın ortasında yalnız, dönecek yeri olmayan kendine benzetti onu. Güllere bakarken gözlerinin dolduğunu anımsıyordu. Dönüp yatağın yanına gitmiş, uyuyan gencin yüzünü okşamıştı.

“- Sen, benim kimsem olsana,” demişti. “ “Bırakma beni ne olur?”

Genç ilacın etkisindeydi. Yerinde dönmüş, çatlak, susamış dudaklarıyla elini öpmeye çalışmıştı,

“- Nergis,” diye fısıldamıştı.

Sevgilisinin adı olduğunu çok sonradan öğrenmişti. Ne çok kırılmıştı. O anda güveneceği, sığınabileceği bir kişi olmadığını düşünmek mi kırmıştı onu? Sığındığı her saçak altından tekmeyle kovulan, terk edilmiş bir kedi yavrusu gibi olmak mı?

Hemen kararını vermişti. Akşam yemeğini beklemiş, sonra bahçeye çıkmıştı. Üstü damla damla çiy dolu sarı güllerden birini koparıp saklamıştı çantasına. Sonra dalgın uyuyan genci uyandırmaya uğraşmış, tam ayıltamamıştı, ama gene de birkaç lokma yedirmişti. Ardından tekrar yatmış, uykuya dalmıştı çocuk.

Birden esmişti aklına. Kapıyı içerden kilitlemiş, soyunmuş yanına girmişti. Dokununca ayılır gibi olmuştu genç. Sıkıca sarılmıştı, Su’ya. Kim olduğunu ayırt edebilmiş miydi, bilmiyordu, ama öpmelerine, sevmelerine yanıt verememişti. Sonra üstünü örtmüş, minik bir kağıda,

Borcumu ödeyecek başka hiçbir şeyim yoktu. Teşekkürler ve elveda,” diye yazmış, sarı gülle birlik masanın üstüne bırakmıştı. Çıkıp gitmişti. Artık mahalleye dönemezdi. Okulu bırakıp Kıbrıs’a gidecekti. Belki de hiç görüşemeyeceklerdi.

Ne var ki, onca emeğine kıyamamış, bırakıp dönememişti. Bir ay sonra, okulda, ana binanın kantininde rastlamıştı ona. Kızın biriyle sarmaş dolaş oturuyordu. Geçip gitmek isterdi ya, ayaklarına egemen olamamış, sürüklenmişti yanına.

“- Geçmiş olsun,” demişti.

Çocuk onu görünce ayağa kalkmıştı. Yanındaki kızla tanıştırmıştı.

“- Nergis, Su; Kıbrıslı Su,” demişti. Anlaşılan önceden konuşmuşlardı.

Kız, sahip olduğu bahçede dolaşan bu yabancıyı hoşgörür bir edayla süzmüştü. konuşması biraz iğneleyici gelmişti Su’ya.

“- Sizin için ölmeye kalkan birini bunca zaman aramayışınız… Ben demiştim zaten Kıbrıslılar bizim gibi değildir.”

Su, Nergis’i kıskanmıştı, fakat o anda da nefret etmişti. Yıldız’ın kendini savunacağı umuduyla bakmıştı.

“- Ne yapsın? Eve git demiştim ona. Yalnız beni kim hastaneye götürdü, merak ediyorum. Bir de…”

Çok sonraları hastanede yanında kaldığını, şöyle böyle de olsa anımsadığını söyleyecekti. Onunla seviştiğini sandığını ya da öyle bir düş gördüğünü, uyandığında masanın üstünde sarı gülle notu bulduğunu…

“- Sana borcumu ödemek isterim,” demişti, ayrılırken onlardan. “Bir akşam yemeğe götüreceğim, söz.”

Sonra Nergis’in inadına Yıldız’ a yönelik, eklemişti.

“- Kıbrıslıların nasıl insan olduğunu anlatmak için, yalnız seni...”

Bir hafta sonra da, Papazın Bağı’na gözleme yemeğe götürmüştü onu. Sonra Botanik’te bir ahududunun altında, çalıların arasında Nergis’ten intikam alır gibi sevişmeye zorlamıştı onu.. Sokulmalarına yanıt vermeyen kahramanını ikna etmek içinde hastanede düş görmediğini, onunla seviştiğini anlatmıştı.

“- Benim bir sevgilim var,” demişti çocuk. “Hiçbir şey için söz veremem.”

“- İsteyen yok,” demişti. “ Benim de sevgilim var, senden bir şey beklediğim yok. Bu hoşlanma sadece. Biz sizin gibi değiliz, biz Avrupalıyız,” Sevişmeyi pardonu olmayan bir eylem, bir namus saymadığını, önemsiz olduğunu söylüyordu, ama söylerken içi kanıyordu. Ne yapacaktı, bu sevgilisi olduğunu söyleyen, bu yüzden ondan uzak durmaya çalışan çocuğu hem çok sevmiş, hem çok özlemişti. Kendini bir or..pu yerine koysa da, tek çözüm buysa ne yapacaktı?

Gerçekte sevgilisi yoktu. Beklediği yok muydu? Sadece o gösterişli, mağrur Türkiyeli kızın yanında, pek şansı olmadığını, sahiplenmeye kalktığı anda terk edileceğini düşünüyordu. Ama bu rolü oynayabilirdi; sözlüğünde hayır olmayan rahat kızı, her şeye katlanan iyi arkadaşı… Sebebi de vardı, yaşamını kurtarmıştı, karşılığını ödüyordu. İnsan bir şeye niyetlenmesin, olmazı karakter biçimine döndürüyordu. Şimdi düşünüyordu da, eğer Nergis olmasaydı, ya da onunla yarışabilecek güçte olduğunu düşünseydi, geleceğe yönelik bir hesap yapar mıydı?

O gün yapamazdı. Kıbrıs savaştan yeni çıkmış, ambargo altında, umutlarını yitirmiş bir yangın yeriydi. Tutunacak hiçbir dalı yoktu. Sığınacak bir yer arıyordu, değecek bir yer. Kendinden büyük birine, koruyup gözetecek birine çok ihtiyacı vardı. Yıldız değecek gibiydi, kimi insanlar yaratılıştan büyüktü, onun da öyle olduğunu düşünüyordu. İnsan kendinden büyük saydığı biriyle evlenmeye kalkmamalıydı. Evlilik eşit bir ilişkiydi. Onun için bir şeyler yapabilirdi. Onu sevebilirdi, ona omuz verir, onu mutlu edebilirdi, bunun karşılığında da dostluğunu isteyebilirdi, ama eşi olmak… Su’ya göre değildi. Olaylar artıp Nergis daha güvenli bir başka kentteki okula gittiğinde bile başka türlü düşünememişti. Ama Yıldız önerse, isterdi. Uymayacağını, çok acı çekeceğini bile bile isterdi.


Artık hemen her gün beraberdiler. Nergis varsa, alçak gönüllü, konuşmayan, borçlu, iyi bir ikinci arkadaştı, o yoksa arsız bir sevgili. Ne tartışacak, ne irdeleyecek şansları vardı. Yaşam son hız koşturuyordu, onlar da kaptırmış kendilerini gidiyorlardı. Ayrıntıyı tartışmak dingin insanların işiydi, canlarını kurtarma derdinde olanların değil. karmaşa başlamıştı. Okullar üst üste üç gün ender olarak açık duruyordu. Ölümler olağandı. Kavgalardan nefes alabildikleri zamanlar düşler kurarlardı. Okul biterse ve de sağ kalırlarsa kitap dolu, televizyonlu, bahçesi sarı gül dolu bir evleri olacaktı.

Televizyon her yerde yoktu, o devir. Çay parasını denkleştirip gittikleri pastanelerde daha yeni yeni boy gösteren o tuhaf kutuya büyülenmiş gibi bakarlardı. Bu başka bir şeydi; kitaplardan daha vurucu bir şey. Bir devir bu tip yerlerin değişmez eğlencesi pikaplardan bile daha büyüleyiciydi. Kitap ve televizyon ulaşamadıkları yaşamları öğrenmenin yoluydu. Sadece lüks yerlerde olduğuna göre de pahalı olmalıydı. Geç koltuğuna al çayını eline, bas düğmesine, dünyanın öteki ucuna taşın. Dalıp dalıp giderlerdi. Ama garsonlar durmazdı. İki de bir gelip, garip bir acımasızlıkla, oranın söğüt gölgesi ya da cami avlusu olmadığını anımsatırlar, duvardaki, her saat başı servis zorunludur, yazısını gösterirlerdi. Her saat pahalı bir çay… O kadar paraları hiç olmamıştı ki.

Nişanlı bir çift, toplumdan da onay almış bir ilişkiyi yaşıyorlarmış gibi davranıyorlardı. Gerçek altından daha gösterişli duran, Bent Deresi’nde bir seyyar satıcıdan aldıkları yüzükleri vardı parmaklarında. Ne garipti insan, her bir şeye kafa tutabilirdi, fakat iş aşka gelince, büyük annesi, kurt dedesi gibi seviyor, törenini de aynen öyle yapıyordu, bin yıl önceki gibi. Sevmek hep aynıydı, kendini hiç yenilemiyordu, ama aynılıktan dolayı da gücünden hiçbir şey yitirmiyordu.

Nerde sevişmemişlerdi ki? Bütün parkları, köşeleri bilirlerdi.

Siyasal’ın önünden kalkan bir cenazeye gitmişlerdi. Yağmur altında cenazeyi kaldırmak için saatlerce beklemişler, polis ölü genci vermeyince olay çıkmıştı. Kurtuluş Parkına doğru kovalamıştı onları polis. Parkın içinde, ağaçların arasında saklanacak yer bulduklarında ancak yara berelerine bakabilmişlerdi. Yıldız’ın gözüne aldığı bir darbe nedeniyle kaşı patlamış, dudağı yarılmıştı. Kendisinin de çorabı yırtılmış, burnu kanıyordu. Kediler gibi tükürüklerle yaralarını iyileştirmeye çalışmışlardı. Gövdesine Latince adı minik bir plakayla çakılmış, bodur, sık dallı iki ağacın ve çalılıkların koruması altındaydılar. Kolay kolay görünmezlerdi fakat dışarı da çıkamıyorlardı. Polis yakaladığı öğrenciyi coplayarak emniyetin aracına tıkıyordu. Yağmur bütün hızıyla sürüyordu. Üşüyorlardı. Bedenleri soğudukça yedikleri copların acısı her yerlerinde belirmeye başlamıştı.

Birbirine sokulmuş iki kedi yavrusu gibi ısınmaya çalışıyorlardı. İlk Yıldız öpmüştü ağlamasını bastırmak için iç geçiren Su’yu. Yaşadıkları dehşeti, kendilerini her an bulabilecek polisi bile unutmuş, sevişmişlerdi. Sevdiğinle öpüşmek, ona dokunmak ilaç gibiydi, ruhun merhemiydi sanki. Öyle mi sanıyorlardı yoksa? Ne sanıyorlarsa, o koşullarda her şeyi unutturabiliyorsa çok şeydi. Polis sirenleri, bağrışmalar hepsi sanki bir başka boyutta kalmıştı. Dışarı çıktıkları anda üstlerine çökecek karabasanı, dünyayı, acı veren tüm gerçekleri unutmuşlar, yitip gitmişlerdi birbirinin bedeninde. Birinin parkası altta, diğerininki üstte öyle uyuya kalmışlardı. Şimdi inanılmaz geliyordu, ama saatlerce uyumuşlardı. Uyandıklarında yağmur kesilmiş, karanlık çökmüştü. Ne polis sireni duyuluyordu, ne de gençlerin sloganları. Bedenleri kaskatı ve ıslaktı.


Hep öyle bıçak sırtında beraber olmuşlardı.


“- Okul bitince evimizi iş yerimize yakın tutalım, bir solukta gidip gelebilelim. Bir şey bahane edip eve kaçarız,” der, göz kırpardı Su. Öyle ya, sevişmek istiyorlarsa akşamı mı bekleyeceklerdi? o günlerde tek istedikleri, sanki büyük bir gözün gözetimindeymiş gibi hissetmeden, birbirine sokulacakları bir ev, kapalı bir yerdi. Başka hiçbir şeyleri olmasa da olurdu. Gerçi sonradan gecekondu semtlerinden birinde evi olmuştu, ancak okula da kent merkezine de çok uzaktı. Ya okulda ya bir yürüyüşte ya bir ülkeyi kurtarma toplantılarında oluyorlardı. Bir sandviç, bir simitle karın doyurmak kolaydı, onca yolu aşıp eve gitmek, sevişmek, dönmek… Ya onlar, evde insani işlerle uğraşırken ülke kurtarılırsa ne olacaktı? Bu tarihi yanılgıyı nasıl açıklayacaklardı?

Parktaki çıplak uykularını anımsayınca, sıcak yataklarında o huzuru yakalayamayan, birbirine ulaşamayan insanlar geldi aklına. Elinde olmadan kahkahayla güldü.

Saate baktı. On dokuzu geçiyordu.


Yeniden mektubu okudu. İsim aradı. Sarı Gül, yazıyordu salt. Kıyamet öncesinden, öte dünyalardan gelir gibi, öyle gerçek dışıydı.


- Gelmeyeceksin, dedi kendi kendine. Her şey bir oyun. Yankı’nın bir oyunu.

Tabi oyundu. Yankı, giderayak bir şaka yapmıştı; her zamanki eşek şakalarından birini. Yaşadıkları, bugün kimsenin taşımaya dayanamayacağı anılardı. O yüzden şakalarına da, konuşmalarına da sızıyordu. O gün dayanmışlardı. Yaşarken tek derdin kurtulmaktı. Üzerindeki ağırlığı görebilmek için biraz uzağa çekilmek gerekliydi. Biraz yukarı çıkmak ve oradan bakmak. Şimdi yukarıdaydı ve bakıyordu. Nasıl dev bir basınç altında ezildiklerini dehşetle görüyordu. Bedenlerini kurtarmak için minicik elleriyle çırpınırken üzerlerindeki ağırlığın boyutlarını kestirmeleri olası mıydı? Belki kafa bile tutabileceklerini sanmaları bundandı. Kimisi paramparça sıyrılmıştı, ama sadece bedenleriydi sıyrılan. Ruhları orda kalmıştı. Ruh şimdi bile çatır çatır eziliyor, çığlıklar atıyor, kurtulmaya çalışıyordu. Bu kadarı gerçek olamazdı. Bu akıl dışı bir şey, bir sanrıydı sadece. O gün gerçek olmayan bugüne nasıl taşınırdı? Beyni ona oyunlar oynuyordu.

Nasıl olurdu da Atatürk'ün kurduğu, her bir şeysini düşünüp tasarladığı umut veren bir ülke, elli yıl sonra sokak sokak ikiye bölünmüş, kardeş kardeşi öldürür olmuştu?


Bunaldı. Yeniden balkona yürüdü. Ne çiçek kokularını duydu, ne büyüyen ışıktan kubbeyi gördü. Kent gökyüzüne yayılan, yayıldıkça kızıllaşan ışık rengi bir kubbe örüyordu üstüne. Orda durup boşluğa görmeden baktı.

Telefon çaldığında her şeyin bir oyun olduğuna iyice inanmıştı. Gene de, telefona uzanan eli titriyordu. Açtı, ses alıncaya değin konuşmadan bekledi.

Kocasıydı. İtalya’daydı. Bir otomobil deviyle, Türkiye’de ortak üretim için anlaşmaya gitmişlerdi. Olursa İzmit, Yalova arasında büyük bir fabrika kuracaklardı. Gelip yer bile bakmışlardı. Son aşamalardaydı her şey.

Ne zaman geldiğini, yolculuğun nasıl geçtiğini soruyordu.

- Aynı hikaye. Bavulları doldurduk, geldik.

Canının sıkıntısını yansıtmak istemiyordu, kocasına. Yansıtsa ne kadar anlayacaktı ayrı.

- Sen nasılsın? Anlaşma ne durumda?

- Fena değil. Sadece yer sorun. Yalova’yı seçiyor adamlar. Ulaşım, işçi kapasitesi, Anadolu’ya yayılma şansı filan…

- Olacak şey mi? Bir yeşillik ora kaldı Marmara’da. Körfez çoktan bitti. Zaten bir iki fabrika var, çevreyi kirleten.

- Sen de çevreciler gibi konuşma. Fabrika ekmek demek. Aç insan yeşilliği ne yapacak?

- Yalova’dan çok daha aç yerler var, oraya gitsenize, Bilecik’e örneğin.

Kocası bu anlamsız çekişmeden sıkıldı.

- Yahu sana ne? Yalovalılar düşünsün bunu. Birkaç politikacısını ayarladık bile. Adamlar şimdi seçim yatırımı olarak anlatıyorlar fabrikamızı. Bırak da dua et, anlaşalım.

- Affedersin. Ümit ederim anlaşırsınız. Ne zaman geliyorsun kısmetse?

- Kolay değil. ama en erken hafta sonu.

- Ne yapalım? Ben de bir iki gün dinlenirim.

- İyi dinlenmene bak. Bu işi aşarsak dönünce, bir yerlere gideriz, Mısır gibi.

Nil, bu mevsimde sıcak olurdu, yine de hoşuna gitti.

- Hele bir dön. Gelmeden haber ver, evde olayım.

Telefonu kapatıp oturdu.

Bugün çarşamba. En iyi olasılıkla hafta sonuna gelirim, diyordu. Ne yapacaktı evde bir başına? Hep yalnız olduğu geldi aklına. Elde etmeye soyunduğu ekonomik ve sosyal gücün bir bedeli vardı. Çoğu kez kocasıyla ayrı ayrı yerlerde iş peşindeydiler. Bugüne değin nasıl sorun yapmamıştı, farkına varmamıştı? Arada bir aklına takılan dün korkusuydu, ama şimdi… Yalnızlıktan üşüdüğünü duyumsadı.

İçeriye koştu. Yatak odasındaki dolapları karıştırdı. Yığınla fotoğraf arasından birkaçını seçti. O yıllara aitti fotoğraflar. Birinde fakültenin bahçesinde, bir bankta oturuyordu. Üstünde kısacık bir etek, kolsuz bir bluz vardı. Uzun saçlarından bir tutam, rüzgârın önünde savrulup dudaklarının üstüne gelmiş, bıyık gibi duruyordu. Fotoğrafın yarısı özenle kesilmiş, kim varsa çıkarılmıştı. Dikkatle bakınca, omzundan dolaşan bir el görülüyordu. Onun eliydi. Elde minik bir gül vardı. Siyah beyaz fotoğrafta tam gözükmüyordu, ama sarı bir gül olduğunu biliyordu.

Resmin kesip çıkardığı bölümünü tüm ayrıntılarıyla anımsamaya çalıştı.


Evlenince kestiği bölümde Yıldız vardı. Siyah bir pantolon, gri renkli kaşe ceket giyiyordu. Uzun saçları alnına, yüzüne dökülüyordu. Düz kaşlarının altında iri gözleri oyuncağını yitirmiş çocuklar gibi hüzünle bakıyordu. Dudaklarını büzmüştü galiba. Etli, biçimli dudakları hep küsmüş çocuklar gibi dururdu.

Fotoğrafın arkasına bakıp tarihini bulmaya çalıştı. Yazılar vardı. Ama tarih ve tamamı öteki kesilen tarafta kalmıştı. Yazılarını anımsıyordu.

Sensizlik mavi bir bıçak ucudur.

Ölüm gibi,

Yalnızlık, kimsesizlik gibi,

Hele şimdi…

gül zamanı 77. Ankara

Sarı Gül


“Keşke gelseydi,” diye düşündü.


Yankı’nın bir oyunu olmasaydı her şey, çıkıp gelseydi, keşke. İki gün kalıp, sonra gider miydi? Onu almadan gider miydi? Ya da o, her şeyi bırakıp gidebilir miydi onunla?

Yankı onunla olan ilişkisini, geçmişini biliyordu, aklına esip böyle bir oyun oynamış olamaz mıydı? İyi de…

Yeniden içerideki odaya geçti. Mektuba yeniden baktı. Bunu nasıl düşünmemişti? Sarı Gülü bilmezdi Yankı. Sarı Gülü onlardan başka kimse bilmezdi.

- Aman Allahım, dedi. O burada.


Fotoğrafları çabucak kaldırdı. Odaya göz attı. Yer değiştirmiş bir iki eşyayı düzeltti. Dolabın en alt gözünden, eski giysilerin arasından kısa bir gecelik çıkardı, yatağın üstüne serdi. İlk giydiği geceyi anımsadı.

Bir reklâm şirketinde iş bulup çalıştığı zamanlardı. Eskiciden iki koltuk almıştı evine. Parkta ne kadar sarı gül varsa yolmuşlardı. İlk kez bir kaçış, bir sığınma değil, onla olmaya geliyordu. Doğum gününü birlikte kutlayacaklardı. Kavaklıdere’nin ucuz şaraplarından bir şişe ve bu geceliği getirmişti gelirken.

Keşke gelse, diye düşündü. Her şey güzel olabilir, özledikleri dinginlik geri gelebilirdi. Yaşamlarında kış yeterince sürmüştü ve baharın sırasıydı, gelsindi. Şiirdeki gibi, artık şarkı söylemek istiyordu. Keşke bir oyun olmasaydı her şey ve gelseydi. İki gün birlikte, böyle bir evde kalsalardı, çalılıklarda, parklarda değil. Birlikte hiç banyo yapmışlar mıydı? Jakuzide yıkansalar, birlikte korkusuz, kaygısız uyusalar, uyansalar ne güzel olurdu. Bu uzun, karmakarışık süreçte neler yaşamış, neler görmüştüler, paylaşsalardı.


İrkildi. Paylaşma sözcüğünden nefret ederdi o, çağrıştırdıklarından. Her şey onun yüzünden başlamamış mıydı? Daha gencecik iki insanken o yüzden kopmamışlar mıydı?


Salonu unuttuğunu düşündü. Çıkıp kolaçan etti. Umduğundan daha çabuk bitirmişti her şeyi. Gelirse eğer, nerede oturmalıydı, onu bile belirlemişti. Tam apliklerin altına, sırtını ışığa vererek oturacaktı. Işık arkasından ve yandan vurursa daha iyi gözükecekti. En azından yüzündeki çizgiler, gözlerinin kıyısındaki kedi tırnakları gözükmeyecekti. Yeni porselen dişleri rahatsızlık veriyordu. Konuşurken ağzından fırlayacaklarından korkuyordu. Aynada dikkat etmişti görünen bir şey yoktu ama gene de güvenli bir uzaklık ve loşlukta oturmakta yarar gördü. Onu tam karşısına ışığın önüne oturtacaktı, iyi görebileceği, gözlerini okuyabileceği kadar aydınlık bir yere.

Her şey tamamdı. Ne yapacağını bilemeden bir zaman durdu. İki de bir aynaya koşuyordu. Durmadan değiştirdiği saçları kötü gözüktü. Teni de soluk muydu ne? Sabah banyo yapmıştı, ama sıcak bir duş iyi gelebilirdi. Telsiz telefonu alıp banyoya girdi. Jakuziyi sıcak suyla doldurdu, içine girdi. Bir süre sonra paniği azalır gibi oldu. Oynayan, dalgalanan su vücudunu okşuyor, rahatlatıyordu. Bedenini sabunlayıp uzandı. Gözlerini kapanıyordu.

Anımsıyordu.


Sıcaktı. Baraja gitmişlerdi. Gölün çevresi gecekondulardan gelen piknikçilerle doluydu. Kimileri, bekçilerin tehditlerine aldırmadan suya giriyordu. Issız bir köşe bulmuşlardı. Birbirlerine sarılmış otururken kendilerini kaybetmiş olmalıydılar. Yarı yarıya çıplak yakalamıştı onları bekçi. Daha doğrusu bir zaman çalıların arasından izledikten sonra, elinde copuyla naralar atarak üstlerine gelmişti. Çıplak halde onları karakola götürmeye kalkmıştı. Giyinmelerine izin versin diye yalvarıp yakarmışlar, dinletememişlerdi. O arada suçluluk duygusunu atmış olmalıydılar ki, ağabeylerinin emniyet müdürlüğünde amir olduğu yalanını inandırıcı bir biçimde söyleyince kurtulabilmişlerdi elinden. O da çabucak orayı terk etmeleri koşuluyla. Kaçar gibi giderken giyinmişlerdi. Yolda fark etmişti ki, sutyenini kaybetmişti.

Şimdi düşünüyordu: Bekçi, onları, karakola öyle çıplak götürüp ne yapacaktı? Ertesi gün gazetelerde resimleri çıkardı her halde: “Anarşistler çıplak yakalandı,” diye de başlık atarlardı artık.

Telefonun sesini, ancak beşinci çalışında duyabildi. Önce bulunduğu yeri ayırt edemeden bakındı. Bir pencere arandı. Islak sarı güllerin üstüne açılan bir pencere… Sonra banyoyu, dört bir yanı saran buharı, kızarmış, çıplak bedenini algıladı.

- Efendim!

- Benim, dedi, biri.

Bu sesi, bin ses arasından tanırdı. Soluğu kesildi. Yıllarca beklediği, başlangıçta deli gibi arzuladığı, şimdi korkusuna dönüşmüştü. Karar vermesi gerekeceğini hissediyordu. Bu karar, bugüne değin elde ettiği ne varsa hepsini silip götürebilirdi.

Sessizliğin uzamasından karşısındaki tedirgin oldu.

- Tanımadın, dedi. Öyle ya, çok zaman oldu.

- Ne dediğimi biliyor muyum, sanıyorsun? Neredesin?

Bir yanı deli gibi onu görmek istiyordu, bir yanı uzaklarda olmasını.

- Buradayım, Ankara’da.

- Ne yapacaksın?

Ne anlamsız soruydu? Bir kez daha bu aptal soruyu, yanlış yerde sorduğunu anımsıyordu.

- Bilmiyorum?

Sesi kırılmış gibiydi. Onun çok değiştiğini düşündü kadın. Eskiden hemen tepki verirdi.

O masumluğun altında ne yaptığını bilen, hiç durdurulamayacak bir kararlılık saklardı; onu deli eden bir kararlılık. Her şeye gücü yetecekmiş gibi. Ne var ki, bu yumuşaklık, bir aslanın kedi rolüne soyunması yakışmamıştı ona, erinçsiz oldu. Bir yandan da, eğer bu değişim gerçekse belki de, her şey istediği gibi gelişebilir, diye düşündü. Onu yönlendirebilirdi.

- Seni görmek istiyorum. Bu kez ses kesindi. Burada çok kalmak istemiyorum.

- Evimi biliyor musun?

- Evet.

- Hakkımda her şeyi?

- Hemen hemen. Arzu ettiğin her yere ulaşmış gibisin. Kimsesiz değilsin. Görecek miyim seni? Bir yer söyle, oraya gel.

Bunu hiç düşünmemişti. Dışarıda daha savunmasız hissedecekti kendini. Korkusu arttı. Belli etmemeye çalıştı.

- Evim uygun. Birden, bir genç kız gibi heyecanlandı. İstersen… O zaman konuşuruz.

- Birkaç saati bulur gelmem.

Telefonu kapattıktan sonra ne yapacağını bilemedi. Özen göstermeden giyindi. Banyoya girmeden onu canlandıran neyse yok olmuş, yerini büyük bir endişe almıştı.

Bir kenara darmadağın uzanıp soluklandı. Artık hep böyle mi olacaktı? Hep korkacak mıydı, geçmişten?

Kalkıp balkona çıktı. Yüreği yerinden çıkacak gibiydi, yine de dayandı, oturdu. Kent demirkırı bir sisin ardına yatmış, sanki yediklerini sindiriyordu.

Anlatsa, alsa kocasını karşısına, onun koyungözlerine baka baka anlatsa, yeniden geçmişe döner gibi olduğunu, ruhunun yeniden sokaklara döküldüğünü, büyük sevgisizliklere bulanmış, yıkıcı bir insan acımasızlığıyla kuşatılmış yaşadığını anlatsa; ne zaman bu balkona çıksa kentin arka sokaklarının, ellerini yüreğine daldırdığını, kendine kendine çektiğini anlatsa… anlar mıydı?

Kocası yüzünde abartılmış bir acıma, aklında güç dengesinin sonunda kendinden yana bozulduğuna dair sevinç çığlıkları, ilk takışmalarında, istersen sokaklara dön, açlığına, istersen kimsesizliğine dön, demek için artık hazır, telefona uzanırdı.

“- Doktor bir gelsin gözük, sinirlerin bozulmuş.”


Doktor, şişman yüzünde, yaz kış boncuk boncuk terler anında evde olurdu. Kapının tam önünde gözlüklerini, görüş açısını netleştirmek için dengeleyerek vıcık vıcık bir yağcılıkla sorardı.

“- Han’fendi mi?

Han’fendi rahatsız değilse, doktorun yüzünden kaybolan gülümsemeyi kocası dışında herkes görürdü. Eğer kadın hastaysa gülümseme genişlerdi. Üstünde dolaşan eller bir doktorun eli değil, avuçlarının içine bütün cinsel iştahını taşımış erkek eli olurdu. Adam, mıymıntılığından umulmadık kurnazlıklarda bulunurdu. Kocasını oradan uzaklaştırmak için bir bahane yaratırdı, her zaman:

“- Hadi Erol, senin şu yeni gelen viskilerini duyduk. Bir içki hak etmedik mi?” der, yatak odasına bir yığın koridorla erişen salona yollardı. Sonra eller, apayrı bir insana aitmiş gibi kimi cesur, kimi yaptığına utanır, kimi alabildiğine duygulu, kimi ilkel ve saldırgan vücudunu dolaşırdı. Ellerin ritmine uyarak solukları hızlanır, alnında kocaman bir damar şişer, bilmem kaçlık merceklerin altındaki gözlerin akları büyür büyür… Hepsi o kadardı. Adamın bütün cinselliği o kadardı. Belki de evlenmeyişinin nedeni de buydu ya. Kapı çalınca ya da kadının tepkili bir tavrıyla dupduru, öyle mıymıntı haline çabucak dönerdi. Birkaç saniye önce içine girecek kadar yakın olan adam, inanılmaz bir resmiyetle ötelerdeki doktorluğuna otururdu.

İlk başlarda bir iğrenmeyle kocasına açmayı düşünmüş, ne var ki, kuruntuyla suçlanacağına, adamın bilmem nesi olsa evleneceğini duyacağına emin susmuştu. Birkaç kez, başka doktora gitmeyi önermişse de kocası itiraz etmişti:

“- Bakma mıymıntılığına, iyi doktordur, Şefik. Her yönden güvenilirdir, 68’den bilirim onu.”

Altmışsekizliler’e karşı hiçbir tavrı yoktu kadının. Ne var ki kocasının bu putlaştırmasına içerlemiş, bir karşı tavır oluşturmuştu giderek. Doktorla ilgili tedirginliğine, kocasının aldırışsızlığına, bir de bu eklenince öfkesi patlamıştı.

Merak ediyordu, kocası neden hiç sorgulamazdı?

“- Bıktım bu hikâyeden. Nesiniz siz Allah aşkına? Sanki o yıllarda üniversiteye uğrayan herkes, bir azizliğe ulaşıyor. Öyle bir söz kalabalığısınız ki, duyan da sizi Prag baharındaki tanklar altında ezilen gençlik sanacak…”

Baştan aşağı öfke, 68’e de, onun azizlerine de vermiş veriştirmişti. Oysa evlenirken birbirine söz vermişlerdi: Bir daha 68’li, 70’li… diye tartışmayacaklardı.


Okullar sık sık kapanıp uzayınca, bir iş bulmaya çalışmıştı. Sonunda bir dergide, gördüğü eğitimle, resimle ilgili bir iş buldu. Zamana pek bağlı değildi. İstenen çizimleri alıp evine götürür yapardı. Erol da o derginin ortaklarından biriydi. Tanışmışlar, birkaç kez yemeğe çıkmışlardı. Bir kezinde yaşanan siyasi olaylardan söz edip biraz da ağırca eleştirmişti öğrencileri. İlk tartışma da o zaman kopmuştu. Erol, tırmanan şiddet olayları nedeniyle duyduğu kaygıyı dile getirmişti. Gerçekte kendi küçük işinin geleceğinden endişe duyuyor, sözde ülkeyi düşünerek gençleri acımasızca eleştiriyordu. Olumlu örnek olarak kendi kuşağını 68 gençliğini örnek veriyordu. Şiddete birkaç küçük örnek dışında bulaşmadıklarını, halka aykırı düşmediklerini söylüyordu. Saklama gayretine karşın bütün söylediklerinde kendini düşünen bir egonun izleri vardı ve asıl bu Su’yu kızdırıyordu. Gerçi şiddetin ideali boğabileceğine katılıyordu, ama ortada bir yanlış varsa 68'lilerin günahsızlığını asla kabul etmiyordu. İlk ölümler o zaman başlamamış mıydı?12 Martçılar bir silindir gibi ezip geçmeselerdi, her şey nereye ulaşacaktı belli miydi? Bir şey doğruydu yalnız, 68 seçkin, iyi okullarda okuyan, çoğu dil bilen gençlerin, Avrupa’daki gençlik hareketlerini bir taklidi olmasına karşın, 70’li yıllarda bu tabana inmiş, sıra insanın işi haline gelmişti. Babasına, dolmuş sürücüsüne, mahalle bakkalına kızan, parasızlığına içerleyen tepkisini toplumsal bir kılıfta, yandaş bulduğu solda ya da sağda açıklar olmuştu.

Su, bütün bunları büyük bir ateşle ortaya koyuyor, Erol’un kuşağının devrimci tırmanışta sadece bir yapı taşı olduğunu, 70’lilerin tuğla tuğla ama bir duvar olduğunu iddia ediyordu. Bu kör dövüşünden kendisi de memnun değilse de savunmada saldırı esastır, diyerek kaş göz demeden vuruyordu.

“- Evet duvarsınız, ama kolay yıkılan bir duvar, ezbere, ajitasyona dayalı,” deyip inadına üstüne gidiyordu, Erol da.

Bir kezinde neye bulursa ona saldırmış, Erol’un da içinde bulunduğu iş dünyasını yargılamış, dahası, onun kendine gösterdiği yakınlığı da aşağılamıştı. Bunu bir lokantada yüksek sesle yapmıştı. Erkek kıpkırmızı kesilmiş, kendilerine bakan var mı, diye endişeyle etrafına göz gezdirmişti. Arada bir çevresini hesaba katarak cılız itirazlarda bulunsa da, onun pervasız saldırılarıyla susmuştu.

Tuhaf bir birliktelikleri vardı. Erkek önce onu kızdırıyor, sonra da susturmaya çabalıyordu.

Lokantadan o yorucu tartışmayı beraberlerinde sürükleyerek çıkmışlardı. Botanik’in orda arabayı kenara çekmişler, gergin bir susuşla oturmuşlardı. Çevrelerindeki insanların etkisiyle içini dökemeyen Erol, daha gergindi. Su’ya bakmadan üzüntülü bir sesle konuşmuştu.

“- Ben tek çocuktum. Kimse bana hayır demedi pek, karşı durmadı. İnsan bir garip, olmayanı arıyor. Sen de beni en çok saran, karşı koyuşun, savunmaya olan müthiş yatkınlığın. Ne var ki beni çok hırpalıyorsun, neden? Hak etmiş olabilirim ayrı, asıl neden?”

Verecek yanıt bulamamış, adamın teslim oluşundan utanmış, camdan dışarı bakıp durmuştu. Biraz ileri gittiğini düşünmüştü. Dahası söylediklerinin bir kısmına kendisi de katılmıyordu, ama ona karşı kabullenmeye de niyetli değildi. Kızmayan, bağırıp çağırmayan, yenilgisini öylece kabullenen Erol’a karşı bir eziklik duymuşsa da belli etmek istemiyordu.

Elinde olmadan alaycı, itici bir sesle,

“- Ne yapacağız şimdi?” dediğini anımsıyordu. Öyle, dalga geçer gibi. Bu soru başının belasıydı.

Bu anlamsız tümcenin; bir tür yok sayışın, meydan okuyuşun, belki de bir barış yolu arayan Erol’u nasıl sarstığını sanki iliklerinde hissetmişti. Tepkiyi beklemişti.

“- İstesem yarın o işten attırırım seni.” Erol da onurunu geri alma derdindeydi.

Belki bir uzun tepkinin başlangıcıydı sözler. Belki yumuşayacaktı, sonrası. Sonrasını duymak istemiyordu. O dergideki işi, bir zamanlar ülkeyi kurtardığını iddia eden 68’li, iktidarsız, aşağılık bir adamla birlikte olarak elde etmişti. Önemliydi o iş. Açlığı, yabancılığı, kimsesizliği biraz azalmış gelmişti ona.

Botanik’in küçük ağaçlarının dalları kış rüzgârının altında iki büklümdü. Soğuk eksi bilmem kaçlarda olmalıydı. Yine de bir çift, kanepeye oturmuş, sarmaş dolaş öpüşüyorlardı. Ucuz montu, kot pantolonu, bozulmamış makyajsız yüzüyle bir üniversiteliye benziyordu kız. O biçim biri olamazdı. Onların hiçbiri, en ucuzları bile, bu ayazda bir park kanepesine razı gelmez, ancak bir sevgili katlanır, diye düşünmüştü o anda.

Susarak öfkesini öldürebileceğini sanmıştı, olmamıştı. Biraz daha sussa çatlayabilirdi yüreği.

“- Ben,” demişti.” 74’te Kıbrıs’tan geldiğimde sen yoktun. Anavatanı anaya benzetip, bizi koruyup gözeteceğine inanıp geldiğimizde yoktun. Tıpkı bir İngiliz’e gibi, Amerikalıya takınılan gibi, yabancılara takınılan sevgisiz tavırlarla karşılaştığımızda da… Sonradan siz zaten kendi çocuklarınızı yemeye başladınız, bizi mi düşünecektiniz? Uğradığımız şaşkınlıkta, kim şeyim hıyar dese, bir avuç tuz alıp peşinden koştuğumuz günlerde, bir yandan açlık, bir yandan anarşi, en kötüsü zulüm ve sevgisizlikle kuşatılmış, bir başımıza karşı koymaya, şu iğrenç şehirde varolmaya çırpınırken sen ve senin gibiler yoktu.”

Sadece zonklayan kulaklarını duyuyordu. Erol’un yüzünde dal dal büyüyen endişeyi anımsıyordu. Sürdürmüştü:

“- Ne zaman ki, sokağa döküldük, ne zaman ki, uzayan, hiç açılmayan, güvenlik müvenlik diyerek aslında üç buçuk eşkıyayla başa çıkamayarak açamadığınız okullarımız peşinde buralarda sürünür olduk, ne zaman ki, ekonomik açmazlarımız büyüdü, yasal çalışamadığımız için gece kulüplerinde, diskolarda, o sözde aile gazinosu iğrenç yerlerinizde iş arar olduk, ortaya çıktınız. Önce sözde insan, yardımsever öyle çıktınız. Ne zamanki olmaz, dedik, hayır, dedik, üstünüzdeki postu atıp salyalarınızı akıtarak olanca sırtlanlığınızla dikildiniz.”

Kararını vermişti. Belki aptallık ediyordu, ama bu adam, onu işten attırırsa sevinemeyecekti bile. Mademki kendini ateşe sürüyordu, onu da hırpalayacaktı.

“- Evet, Erol Bey! O işi bulduğumda sen yoktun. Benim için ne kadar önemli olduğunu biliyorsun. Çalışma iznim de yok. Hakkımı arayamam da, çünkü Kıbrıslıyım. Ama senin ayaklarına kapanmam. Hadi sırtlan postuna bürünsene. Hadi çıkarsana tırnaklarını, hadi, yatmazsan benimle, işin tamam, de!”

Bu kadarını istememişti. Kendi sözünün büyüsüne kapılmış, uzatmıştı. Ok yaydan çıkmıştı artık.

Kapıyı açmış, soğuk, aç sokağın kokusu, içeri dolmuştu. Umutsuzluğunu hissetmişti. Yine de, boyun eğmediğinden dolayı büyük bir haz alarak karanlığa dalmıştı. Öyle gidebilseydi, basamakları inip Botanik’in alacalı karanlığını aşıp gidebilseydi, şimdi kim bilir nerede olacaktı? Buz tutmuş merdivenleri inerken büyük bir belirsizliğe doğru yürüdüğünü biliyordu.

Erol’un ardından yetiştiğini, tutup çevirdiğini ve suratının ortasına şiddetli bir tokat attığını nasıl unuturdu? Savrulup sırt üstü çimenlere serilmiş, içinde Rum milislerin süngüsüyle ölen bir kadının öyküsünün geçtiği usul bir ağlama tutturmuştu. Haksızlığın göz kırpışına canavar kesilen benliği tepkisiz kalıvermişti. Uzun süredir, babası, 74 Kıbrıs Çıkartması’nda Beşparmak Dağlarında öldürüldüğünden bu yana ilk kez böyle ağlamıştı. Büyük bir pişmanlıkla yanına çökmüş, onu sakinleştirmeye çalışan Erol’a sığınabileceği bir dostmuş gibi sarılıp ağlamıştı.

Yaklaşan bekçi düdüklerinin yırtıcılığı duyulmuştu.

“- Hadi gidelim. Bir yerde konuşalım, ama burada değil. Hadi lütfen.” Yalvarıyordu Erol.

Kalkmak istemiyordu. Kalkarsa, tokat için bir tepki göstermek zorunda olduğunu kestiriyor, insanlığın bu tuhaf koşullanmışlığına gülmek geliyordu içinden. Ne haksızlıklara, ne zulümlere gık demeyiz de, bir tokat, bir söz…

“- Gidelim de, tokat ne olacak? Nereye koyacağız benim onurumu? Sen, seninkini kurtardın. ”

Sözde gülmeye dönüktü. Kendi sözcüklerinin yırtıcılığına ve hüznüne kapılmış yeni gözyaşlarına boğulmuştu.

Erol, ne yapacağını şaşırmış, yüzünü, gözünü, saçlarını, kalın kabanını bile öpmüştü. O öyle üzerine düşükçe, çok zamandır yüreğinde bir çığlık gibi yükselen yalnızlığı, ağlama isteği büyümüş büyümüştü.

“- Seni seviyorum. Beni itmene dayanamam,” demişti Erol.

Ayna gibi anımsıyordu, ben de seni seviyorum diyememişti, birine demek için çıldırdığı o anda bile. Ona o kadar ihtiyaç duyduğu anda bile.

Kim bilir daha ne kadar, Su’dan yayılan kimsesizliğe ikisi de boydan boya bulaşmış öpüşürlerdi ya, bekçinin feneri bıçak gibi üstlerine inmişti. Apar topar bu eve gelmişlerdi. O gece Erol’la arasındaki bütün ayrım ortadan kalkmıştı, sanki ikisi de yetmişli yılların yetimleriydiler. Sanki ikisi de zulmün ve acının sınamasından neleri varsa yitirerek çığlık çığlığa çıkmış, artık sonsuz duyarlıklara erişmiş, anlayamayacakları, hoş göremeyecekleri hiçbir şeyleri yokmuş gibi sevişmişlerdi. Dünyalarından uzak düşüp bu hiç tükenmeyen ıssızlıkta bir başlarına kalmış gibi…

“- Evlen benimle. Yarın atlayıp babamlara gidelim,” demişti Erol, yüzlerce kez.

Erol’u sevip sevmediğini hiç düşünmemişti. Yaşamında böyle şeyleri düşünme lüksü yoktu. Çocukluğu, gençliği Eoka’cıların ölüm tehditleriyle geçmişti. Pek çok arkadaşı, ergenliğini göremeden toprak olup gitmişti. Evlenmek, sadece evlenecek yaşa gelebilmek büyük bir şanstı. Genç yüreği, kuşkusuz simgeleşmiş biçimlerle donanmış bir evliliği düşlerdi. Ne var ki yaşam, özellikle şu Türkiye’de geçirdiği yaşam, onu öyle bir ezmişti ki, tek istediği kendini korumaktı artık. Heveslere hiç yüz vermiyordu. Güzelliğini biliyordu. Bir yere varacaksa tükenmeden ondan yararlanması gerektiğini de. Gerçek gücü, ekonomik gücü böyle elde edebileceğini kuruyordu. Paran olmadıktan sonra, diğer güçlerin bir anlamı olmadığını çok acı deneylerle kavramıştı. Fakat evlenmek için erken değil miydi?

Bir yandan da, hep gelecek kaygısı çeken yanı, Erol’un gücünün, arzularına yetip yetmeyeceğini hesaplamıştı. Antalya’da babasıyla annesinin çalıştırdığı bir otelleri, Ankara’da evleri, İzmir’de bir şeyleri olduğunu biliyordu. Şu an, öyle yalnız ve güçsüz duyuyordu ki kendini, neden olmasındı? Belki, böylece kimsesizliğini aşardı. En azından evlenince Kıbrıs’a, ne olacağı bilinmeyen dört yanı deniz o büyük hapishaneye dönmek zorunda değildi. Çalışması, burada yerleşmesi sorun olmayacaktı.

“- Bir düzine sarı gül isterim,” demişti, gülerek.

“- Söz. Evlen benimle, sana bir kamyon sarı gül alacağım.”

Gece şafağa dönerken, bıçak gibi kesen bozkır ayazına aldırmadan battaniyelere sarılıp balkonda oturmuşlar, aşağılarda yorgun ve tükenmiş bir canavara dönmüş şehri seyretmişlerdi. O yoksulluğun ve kimsesizliğin sokakları saran iticiliğini algılamış, bu ev, bu kenti umursamadan çok uzaklara, enginlere bakan ev, müthiş sıcak ve güvenilir gelmişti. Ayrılmak istememişti.

Erol, onun hissettiklerini, korkuyu duymadan, ışık ışık dağlara yayılan kente hayran hayran bakmış,

“- Benim endişem bu,” demişti. “Her gün artıyor şiddetin dozu. Bu güzelliği, insanlığın ulaştığı bu çizgiyi yok etmek istiyorlar sanki.”

“- Bundan mı, bize düşmanlığın? Yakıp yıkma, biz yokken de vardı. Yarın, iki bin beş yüz yılında olmayacak mı? Ne adamlar var içimiz de? Her düşünce kendi pisliklerini üretmez mi?”

Erol saklamadığı bir beğeniyle eğilip öpmüştü.

“- Hiç yanılmazsın, değil mi? İnandıkların yanlış çıksa mahvolacaksın gibi savunuyorsun her bir şeyi. Ne iş kadını olurdun sen. Gel bir karar alalım. Tartışmayalım.”

“- Neden, tartışmazsak doğruyu nasıl bulacağız?”

“- Bırak zaman belirlesin doğruyu.”

“- Bu çok zor,” demişti gülerek.” Gene siz kazanırsınız. Doğruyu zaman değil, güç belirler. Bizimkiler güç olamayacak dende sıradan insanlar. Hiçbir zaman baş olamayacaklar. Siz tüm güçleri elinizde bulunduruyorsunuz. Kimi isterseniz o yükselir. Siz izin verirseniz konuşacağız. Size şirin gözükmek için patilerimizi kaldırıp kuyruk sallayacağız. Siz, neyi derseniz ondan söz edeceğiz. Bizimkiler, öyle bir yangın yerine dönecekler ki, bırak doğruyu belirlemeyi, kendilerini inkâr edecekler, solukları duyulmayacak. Ne diyorsun sen?”

Erol anlamaz anlamaz bakmıştı.

“- Bunca savunuyorsun, bir yandan da bir yere varamayacağını söylüyorsun, öyle mi?”

İhanet ediyormuş gibi bir hisle kente bakmıştı kız. Ondan kurtulmaya çalışsa da oraya aitti. Kim bilir kent, şimdi kaç arka sokakta, kendine ait olanları boğazlıyordu, sağ sol diye.

“-İnandığını savunmak başka, bilimsel doğruyu görmek başka bir şey. Kim demişti o sözü: Yirmisinde solcu olmayanın yüreği, kırkında kapitalist olmayanın aklı yoktur, diye. Bizim ki, bilimsel değil ki, tepki, yani yürek işi…”

“-Daha çok seviyorum, seni,” demişti Erol. Seni bir…”

“-Anarşist sanıyordun.”

“-Hadi evlen benimle.”

O balkonda oturup kentin aç saldırılarına gülemez miydi? Boğazlasınlar birbirini ona neydi? İstediği yer burası değil miydi? Kendini güvende ve güçlü hissedeceği yer.

“- Bir kamyon sarı gül alacaksın, unutma?”

Kimseyi belki henüz bulamamıştı, ancak o sığınılacak yeri, belki onu da değil ama korkmayacak gücü bulmuştu. Belki gerçek kimseyi… Aslında kimse, niteliği ve kimliği ne olursa olsun, kullanabileceğiniz güç müydü?


Daha sonra, ne 68 ne 70 tartışmamışlardı. Sonra 12 Eylül bıçak gibi her şeyi kökünden kesip atmıştı. Danışma meclisi, partiler, seçim çalışmaları ve Su’yu doğrulayan, tüyleri diken diken eden konuşmalar… Ülke bir yılda belleğini tümden yitirmiş, geçmişe ait nesi varsa silip atmıştı.

Söylediği çıkıyordu. Arka mahalleden gelen eski devrimcilerin bir kısmı, suyun başını tutmuş ağabeylerinin yanında, ikinci cumhuriyetçi, mezhep ya da ırk solcusu olmuştu. En hızlılar, bir karşı partide yer kapmak uğruna, uzlaşma arayışlarından söz ediyor, ama uzlaşma zemini olarak zıt partinin taraflı çizgisini gösteriyordu. Ortodoks Türk solcuları bile türemişti. Ülkücülerse, mafya babaları olma yolundaydı. Radikal dinciler, sisteme muhalifliği yeğlemiş, hızla çoğalıyordu. Atatürk’ün kurduğu kurumlar bile, vasiyeti de çiğnenerek kapatılmıştı. Yankı bile bir sağ partinin dört eğiliminden biriydi artık. Herkes kol kola kendi havuzunu dolduruyordu.

Aman ona neydi? O burada bütün dünyaya meydan okuyarak oturacaktı. Artık ne değişirse değişsin, kim gelirse gelsin, suyun başında var olacaktı. Öyleydi de, neden kafasındaki keşkeler çoğalıp duruyordu? Neden saman tadı alıyordu bu yaşamdan? Arkadaşlarından kaçı kendi gibiydi? Daha ne istiyordu? Koca bir derginin başındaydı. İnsanlar ona yaranmak için çırpınıyorlardı. Yarın, uykularını çalan aç bir canavar değildi. Saygı görüyordu. Kocasının yükselen işiyle birlik saygınlığı artıyor, bakan eşleriyle yemeklere katılıyordu. Doğruları belirleyecek şansı vardı artık. O zaman?..

Kurtulamamıştı. Ayaklarının altındaki yer, geçmişe doğru kayıyordu. Sanki bir sabah ayıldığında bakacaktı ki, bir arka sokakta, bir bodrum katında, tek süsü bahar desenli perdeleri olan rutubet kokan odasındadır. Yarın korkusu koca bir ejderha olmuş başucunda beklemektedir.

Kalktı. Kendisine bir içki hazırladı. Yeniden balkona dönüp koltuğuna oturdu. Gazeteleri eline aldı, ama bakamadı. Bütün yaptığı boşaydı. Ondan kurtulamıyordu. Beynini başka şeylerle oyalamaya çalıştı. Kente korkmadan, ayrıntıları bile yakalamaya çalışarak baktı.

Batıda, büyük binanın arkasında, çok uzaklarda güneş batıyordu. Oralarda bir yerde sanki dev bir yaratık şah damarından vurulmuş, kanı, bozuk bir fiskiye gibi koyu maviye boyanan gökyüzüne gelişigüzel fışkırıyordu. Gün yaprak yaprak, dal dal geceye teslim oluyor, ışık karanlığa bölünüyor, müthiş bir hüzünle ölüyordu.

SarıGül, o yaralı çocuk, gerçekten geri gelecek miydi? Gelip onca yılda, onca emekle oluşturduğu tüm yaşamı, bir karton kule gibi darmadağın edecek miydi?

İnsan güçlerinden dem vuruyor, ama bir beynine egemen olamıyordu. Bütün zorlamasına karşın yeşeren düşünceyi, öyle kolay, ha, deyince silip atamıyor, yönlendiremiyordu bile. Düşünce bağımsız bir biçimde koşullarını zorlayarak oluşuyor, şekilleniyor, büyüyordu. Sen silmek için uğraştıkça, o sanki baskıyla beslenen bir canlıya dönüşüyor, köpürüyor, gelişiyordu. En iyisi korkmadan üstüne gitmekti. Belki o zaman… Korkmadan mı? Onu düşününce endişe yüreğine her çatlaktan sızıyordu. Yüreğinin o kadar çok çatlağı, karanlık dehlizi vardı ki, birini buluyor, sokulup çörekleniyordu. Sanki bir ihanet soluyordu öyle zamanlar. Vücudu geriliyor, bu asılsız suçlamaya yanıt olmaya davranıyor, beceremiyor, çözülüyordu.

Ona hiçbir söz vermediğini, düşündü. Geri dönmüş aramamıştı doğru, kızgındı, arasa nerde bulacaktı? Okulların çoğu bilinmeyen tarihlere değin kapalıydı. Birçok kişi ölmüş, birçoğu tutuklu ya da kaçaktı. Sadece ayakta kalmak istiyordu. Geçmişi unutmak… Sonra o niye aramamıştı? Çekip gitmiş, aylar sonra önce tutuklandığını, ortadan kaybolduğunu duymuştu. Kıbrıs’taki adresini bilmiyor değildi, yazabilirdi, fakat yazmamıştı.

Artık kıyametti. Okula gitmek olanaksızdı. En son toplu olarak gitmeyi denemişler bir ölü, bir kaç yaralı vermişler, birçok kişi tutuklanmıştı. Yıldız, birden, habersiz ortadan kaybolmuştu. O zaman fark etmişti; onsuz ayakta duramıyordu. Çok yalnızdı. Aklına neler gelmemişti? Kim bilir kime gitmişti? Belki de Nergis’e. Gene de sabırla beklemişti. Gazeteler, Yıldız ve birkaç kişinin arandığını yazmıştı. Tutuklandığı duyulmuştu önce, ardından arandığı. Umudu kesmişti. Kimsesizdi. Parası yoktu. Geceleri, bombalanan, kurşunlanan evleri düşünüyor, öldürüleceği endişesiyle uyku uyuyamıyordu. Daha fazla dayanamayacaktı.

Kıbrıs’a dönmüştü. Niyeti, her şeyi unutmak, akrabalarının olduğu İngiltere’ye gitmekti. Türkiye’nin adayı işgal ettiğini savunan İngilizler, eskisi gibi davranmıyor, Kıbrıslı Türklere de sorunlar üretiyordu. Bir süre sonra ada, tam bir kapan gibi gelmişti ona. Rumlar yenilgiyi hazmedemiyor, yeni bir kavgaya hazırlanıyorlardı. Geçmişte olduğu gibi, bir gece tüm Türkleri keseceklerdi. Hele Avrupa ve Amerika Türk ordusunun çekilmesini sağlasındı, bak sen. Türkiye bir çekilirse bir daha gelinceye değin… İnönü 60’ta ayağa kalkmış, ancak girememişti Kıbrıs’a. Öyle olursa nereye sığınacaklardı? Dört yanı denizle çevrili adadan kaçacak nere vardı?


Ecevit yeniden iktidar olunca bir umutla dönmüştü geri. Bu kez kararlıydı. Ne sağına, ne soluna karışacak, okulunu bitirip Türkiye’de kalmanın bir yolunu bulacaktı.

Döndüğünde onu bulsaydı, onunla… Şimdi ya mahpus damında ya da büyük bir düşkünlüğün kucağında, koy sevgiyi, birbirini yiyor olurlardı, her hal. Yine de, o yaprak yeşili gözlere, masum yüze gülümsedi. Özlemle gülümsedi. Küs dudaklarını öptüğünü kurdu.


SarıGül, 12 Eylül’den kısa bir süre önce, olayların iyice yoğunlaştığı dönemde, kim bilir kaç yıl sonra, garip bir rastlantıyla yeniden çıkmıştı karşısına.

Kıbrıs’tan döndükten sonra bir süre özel bir yurtta, tam karakolun yanında kalmıştı. Okul bir açık, üç gün kapalıydı. Yurt giderini karşılamakta zorlanınca bir gecekondu bulmuştu. Ne var ki, dergideki işe başlamıştı ve çok fazla bir şikâyeti yoktu. Artık sokaklarda kan gövdeyi götürüyordu. Ölüm sayısının günde ellilere yaklaştığı günlerdi.

İlk geldiği zamanlar onu görmeyi çok istedi. Bilincinde olmadan öğrencilerin, polisten kaçanların gittikleri yerlere sürüklenmişti, kaç kez? Habersiz gidişine, bir kez aramayışına kırılmıştı ama elinde değildi, görmek istiyordu. Derneklerde, kahvelerde hiçbir yerde yoktu. Unutmaya mecbur bırakılmıştı. Aradan kaç yıl geçmişti kim bilir?


Bir gece uykusunun orta yerinde çalınan kapıya kalkmış, perdeyi aralayıp bakmıştı. Birisi, elektrik direğinin dibinde ayakkabılarını bağlıyordu. Bu daha önceden belirlenen bir işaretti. Kapıyı açmış, onu içeri almıştı.

“- Merhaba,” demişti gelen. Dostluklarına güvenir gibiydi.

“- Ne istedin?” Soğuk davranıyordu, inadına.

“- Beni tanımamış gibisin, hemşerini...”

“- Tanıdım, Yankı’sın. Ne istiyorsun?.”

“- Çok değil. Biri var saklanacak.”

“- Ben bu işlere karışmak istemiyorum, artık,” demişti, kesin bir sesle.

Yankı, uzun bir söyleve girişmişti. Bu adamların bir özelliği vardı. Tartışmak için hiçbir fırsatı kaçırmazlardı. Gecenin beşi olmuş, az sonra gün doğacakmış önemli değildi. Önemli olan düşüncesini kabul ettirmekti. Saklamasını istedikleri gerçekten hareket için değerli biriydi. Akademi bombalandığında arkadaşlara destek vermek için ordaydı ve vurulmuştu. Çok sayı da yaralı, ondan fazla ölü vardı. Çok kan kaybetmişti. Hastaneye götürseler polisin ne yapacağı belli olmazdı. Kuşkulanılmayan, güvenilir arkadaşların evleri yaralıyla doluydu. Gidecek başka bir yer olsa, onun uzak durmasını anlayışla karşılar buraya getirmezlerdi. Şimdi ne yapsınlardı yani, ölsün müydü çocuk? Bütün yapacağı bir gece, bilemedin iki gece saklamaktı. Yarın Hacettepe Tıp’tan iki kişi gelip yaralarına bakıp götüreceklerdi, o kadar. Bunu da mı, yapamazdı?

Makineli tüfek gibi duygu sömürüsü yaparak onu ikna etmeye çalışmıştı. Çıldırabilirdi Su. Ne yapsa, ne dese kurtulamayacağını anlıyordu. Bu işten bir sıyrılırsa bunların hiç bilmediği bir yere taşınacaktı.

“- Bana ne bunlardan. Beni ilgilendirmiyor artık,” demişti inatla.

Yankı, yumuşaklığı bir yana bırakmış, tehdit etmişti.

“- Bak bu semt bizimkilerin elinde. Bilirlerse senin bir arkadaşa sırtını döndüğünü, ne düşünürler? En azından başına bir hal gelse ilgilenmezler. Ne var yani, bir gece?”

Tehdidi görmezlikten gelemezdi. Bir süre düşündü.

“- Söz ver ama bir daha olmayacak. Yarın da gidecek.”

“- Söz,” demişti, Yankı. “ Bu son.”

Arabayla getirmişler bırakıp, gitmişlerdi.

Yalnız kalınca, şöyle bir bakmıştı ona. Divanda yüzükoyun yatıyordu. Bir bacağı sargıyla bağlanmıştı. Kan kirli, acemice sarılmış bezlerden yüze vurmuş, kurumuştu. İlgilenmemeye kararlı odasına gitmiş, kapısını özenle kilitleyip Yankı’ya bildiği bütün küfürleri sıralayarak yatmıştı ya, uyuyamamıştı bir türlü.

Bir iniltiyle, kendi acımasızlığına da şaşarak ayağa dikilmişti. İnilti kesilmişti. Ölmüş müydü yoksa? Belki de başlarından savmak istedikleri ölümcül birini… Dehşet içinde dışarı fırlamıştı.

Yanına gidince, öte dünyadan gelir gibi bir soluklanma duymuş, rahatlamıştı. Uzaktan bakmıştı. Kana, toza bulanmış uzun saçları vardı. Yıpranmış bir kot takım giyiyordu. Birinin paçasını baldırının orta yerinden, yarayı sarmak için olsa gerek kesmişlerdi.

O ara kımıldamıştı. Eliyle yaralı bacağını kavrayıp divandan yere doğru kaymıştı. Düşmesin diye onu tuttuğunu, ağırlığıyla ezildiğini, kan ve ter kokusunu anımsıyordu. Yaralı, başını binlerce görünmez ipi koparır gibi zorlukla ve yavaş yavaş çevirmiş bir şeyler mırıldanmıştı. Uzun saçlarının örttüğü yüzü göremiyordu ama çok genç olduğu belliydi.

Ne dediğini anlamamıştı, su istediğini varsaymış, başını dizine yatırıp siyah bıyıklarının örttüğü dudaklarını aralayıp içirmişti. Gözleri sonunda başka bir boyuttan bu dünyaya geçiyormuş gibi usul usul açılmış, algılamadan bakmıştı.

Su şaşırmıştı. Hiçbir şeysi benzemiyordu ama bu gözleri nerde olsa tanırdı. Onun için yaşamını tehlikeye atan ve bir hastane odasında yanına çıplak girdiği Sarı Gül’dü. Ne var ki, gözler dışında her şey sanki bir başkasınındı, benzemiyordu. Alnı derin çizgilerle yarılmıştı. Avurtları çökmüş, gözaltları simsiyah ve şişti. Bıyıkları olduğundan daha yaşlı gösteriyordu. Yaşadıklarının katılığıyla çatılmış, acıyla şekil değiştiren yüzünde zaman zaman bir çocuk görüntüsü belirip kayboluyordu. Sanki ayağına çivi batmış ama büyüklerinin öfkesinden çekinen bir yaramaz gibi duruyordu o anda.

Morarmış, yer yer patlamış dudaklarını güçlükle aralayıp,

“- Sen… Kimsin?” demişti.

Endişeyle doğrulmaya uğraşmış, sonra gene kendini kaybetmişti. O gece ateşler içinde kıvranıp durmuştu. Anlaşılmaz şeyler sayıklamıştı. Sonra sayıklamalar ve ateşi giderek artmış, çırpınmalara dönmüştü. Çaresizlikle montunu, ayakkabılarını çıkarmış, belden yukarısını soymuş, soğuk suyla ovup ateşini düşürmeye çalışmıştı. Göğsünün üstünde, omzuna yakın o bıçak yarasının beyazlığı duruyordu.

Gün doğarken biraz daha iyiydi. Yüzü renksiz, dudakları yüksek ateşten yara içinde ama gözleri görerek bakıyordu. Çevresini, yabancılığı fark etmiş olsa da, elinden bir şey gelmeyeceğinin bilincinde kımıldamadan yatmıştı. Su’nun tıpla ilgili bilgisi sınırlıydı. Gene de zamanında doğru biçimde müdahale edilmezse daha kötü olabileceğini kestiriyordu. Elinden bir şey gelmemişti. Onun Yıldız olduğunu anlayınca bir şeyler yapmak için aklını atıyordu ama ne yapabilirdi? Doktor getirmeye kalksa, polisin hemen haberi olurdu.


İşe gitmemiş, yaptığı bir çorbayı içirmeye çalışmıştı. Öğleye doğru evin içinde çaresizlikten kıvranırken tıptan iki kız gelmişti. Şöyle bir bakmışlardı. Yaranın çok önemli olmadığını, kurşunun kaba eti delip geçtiğini, yalnız kan kaybı olduğunu, iltihap kapmaması gerektiğini söylemişlerdi. Yarayı temizleyip sarmışlardı.

İğne yapmışlar, bir iki de ilaç bırakmışlardı. Şu anda onu götürmeye kalkmak tehlikeli olabilirdi. Birkaç gün daha kalırsa düzelir, alırlardı.

“- Allah cezanızı versin,” demişti. Öfkeyle. “ Ölebilir, birinin başında durması gerek. İşim, gücüm var benim?”

Ne var ki, ellerinden gelen bir şey yoktu.

“ – Ölürse senin de yapacak bir şeyin yok,” deyip gitmişlerdi. Kendi kendini yemişti. Neyleyecekti şimdi? Çalışması, işe, okula uğraması gerekiyordu. Eve mi, bağlanacaktı? Gitse, bu kez de ölürse? Evinde ölmesini kaldıramazdı. Polisin sorgusunu sualini koy bir yana, dayanamazdı buna.

Akşama değin yattığı odaya girmemişti. Kulağı ondan gelecek her sese duyarlı resim çalışmalarını sürdürmüştü. Karanlık çökünce özenle hazırladığı yemeği ve ilaçları alıp yanına gittiğinde onu yatakta gözleri açık bulmuştu. Geldiğini görünce, toparlanmaya çalışmıştı.

Tam karşısına geçip oturdu, yüzüne baktı.

“- Kusura bakmayın. Size yük oldum. Sen?..”

Tanımış, ayağa kalkmaya çırpınmıştı.

“- Sen Su’sun.”

Koşup tuttu onu, Su.

“- Kımıldama. Evet benim. Seni bana yazmışlar galiba. Ne bu halin? Filistin’e geçtiğini duymuştum.”

“- Senin de Kıbrıs’a döndüğünü…”

“- Ne olacak şimdi?”

Bu aptalca soruyu gene nerden bulmuştu bilmiyordu ya, dost olmayan bir ses tonuyla sormuş olmalıydı. Her seferindeki gibi geri çekilmeye başlamıştı Yıldız.

Doğrulmaya çalışarak:

“- Giderim,” demişti. “Sana yük olmak istemem.”

Ayakta bile duramıyordu. Yatağına yerleşmesine yardımcı olmuş, yemeğini önüne koymuş, acısa da yenemediği öfkesiyle homurdanmıştı.

“- Var say ki, sesli düşündüm. Gideceksin tabi, önce biraz kendine gel ama. Ömrümce sana bakamam her halde. Daha, önce nasıl gitmişsen öyle kaçıp gidersin.”

Yıldız,

“- Gitmek zorundaydım. Yakalansaydım, sağ çıkabilir miydim içerden?”

Bir an boşluğa bakmış,

“- Arasaydım senin de başın derde girerdi, ” demişti.

Yüzü solgundu. Elleri titriyordu. Su, pişman olmuştu geçmişi karıştırdığına.

“- Boş ver bunları şimdi, inandım say. Say ki, sana olan borcumu ödüyorum. İyileşmeye çalış.”


Günler geçmiş, sık sık dergiye gitmesi gerekmiş, her seferinde Yıldız’ın gereksinmelerini hesaplayıp yanına bırakmış, erken dönmeye çalışmıştı. Görüşmek İçin ısrar eden Erol’u bile geri çevirmiş, sadece bir öğle yemeğine çıkmıştı onunla. Giderek bu zorunlu yüke alışmış, hatta sevmişti. Gün geçtikçe sağlığı düzelmiş, bir zamanlar tanıdığı gence iyice benzemişti. Yine de çok zayıftı, git desen, kırılıp gidecek gibiydi. Sanki dünyanın tüm acılarını kendinde toplamış, ancak yaygara koparmadan katlanıyordu. Bir militandan daha çok, Ankara’nın ünlü kafelerinde boy gösteren burjuva çocuklarına benziyordu. Yaşanmış hiçbir acının, en azından dıştan belli olan nefreti, acımasızlığı yoktu üstünde. Masum bir çocuk gibiydi. Onca yıllık arkadaşlıklarına, yaşanan ortak geçmişe karşın zaman zaman utanıyor, Su’nun paldır küldür şakalarını duymazlıktan geliyor, odadan çıkmadan gömleğini bile çıkarmıyordu.


Ona geçmişi anımsatmayacaktı. Kendisindeki değişmelerden daha çok onun değiştiği ortadaydı. Dün, kovboyculuk oynar gibi iki yürüyüşe katılan, sonra büyüyüp, okuyup her şeyi unutacak çocuklar değillerdi artık. Kendi geçmişi şöyle ya da böyle belliydi. Ya onunki? Kaygı vericiydi. Bu duruma gelmek için kim bilir nelere karışmıştı? Besbelli ki, artık bir geleceği yoktu. Evet, onu şimdi de çok seviyor, çok hoşlanıyordu, ama hiçbir geleceği olmayacak biri için edindiği her şeyi harcayabilecek miydi? Gerçi ne olursa olsun gitmesini istemiyordu. O, onun kimsesiydi ve ona borçluydu. Aceleye gerek yoktu. Nasılsa buradaydı şimdilik ve düşünecek zaman vardı.


Biraz toparlanınca kıt kanaat artırdığı paralarından önemli bir bölümünü ayırıp yırtık pantolonunun yerine Amerikan pazarından hakiki bir Wrangler kot almıştı ona. Pantolonu eve getirdiğinde, gözlerinde gördüğü sevinci anımsıyordu. Basit bir kot için iri gözleri kaynamış, yalnızlığı yüzüne oturmuş, titremesinin önüne geçemediği sesiyle teşekkür etmişti.

“- Yanıma gelir misin?” demişti.

Elini tutmuş, yanağını öpmüştü.

“- Teşekkür ederim.”

İnsanı deli eden sevimli, küçük bir çocuktu.

On gün sonra, bir akşamüstü eve geldiğinde onu giyinmiş, traş olmuş, koltukta oturur bulmuştu. Epeydir onu söz dinleyen bir çocuk gibi almıştı ve bundan hoşlanmıştı. Şimdi, yetişkin bir erkek gibi karşısında görünce şaşırmıştı. Geçmişte olduğu gibi gölgesinde sesi soluğu olmayan kimliksiz bir kadın olmak, hemen alışacağı bir şey değildi. Tedirginliğini örtmek, onu yeniden savunmasız bir çocuk haline sokmak için çıkışmıştı.

“- Niye giyindin, öyle? Doğru yatağa.”

“- İyiyim. Hem sana daha fazla yük olamam.”

“- Buna ben karar veririm. Sözümü dinleyeceksin.”

Gülmüştü.

“- O kadar küçük değilim. Yirmi bir yaşındayım.”

Sanki yüz yaşındayım, der gibi söylemişti.

“- Gene de ablan sayılırım. Ben yirmi üç yaşındayım.”

“- Artık gitmeliyim. Sana borcumu ödeyemem. Daha fazla da yük olamam. Polis duyarsa yanarsın.”

Eğilmiş asker postallarını giyiyordu. Gidecekti. Eve geldiğinde onu bulamamak, yeniden yalnızlığı kucaklamak... Önceki gidişine katlanmak daha kolaydı, o zaman ansızın yok olmuştu, alışmaktan başka şansı yoktu ki.

“- Nereye gideceksin? Derneğe güvenme, ben güvendim bir devir… Tam iyileşemedin bile.”

“- Bilmiyorum. Bir kızın ona zor yeten ekmeğini bölüşmektense…”

“- Git o zaman. Ne cehenneme gidersen git.”

Kapılar açılıp kapanmıştı. Odasına girmiş, yatağa atmıştı kendini. Gittiğine iyice inandığı bir anda sesini duymuştu.

“- Gidecek yerim yok. Kal dersen kalırım.”

Kapının dibine oturmuş, suçlu ama kabullenmiş, cezasına razı gülümsüyordu.

“ Keşke önceden de gitmeseydin, mecbur edip alıştırmasaydın kimsesizliğe,” diye düşünmüştü Su, boynuna sarılırken.

Yarası iyice iyileşmiş, neşesi geri gelmişti. Bir akşam dergiden aldığı parayla en iyisinden bir şişe şarap, yiyecek alıp dönmüştü. Yere sofra kurmuş, bir de mum yakmışlardı. İkinci kadehte miydi ne, bir şey almaya kalkmıştı.

Yıldız:

“- Güvercinler gibi yürüyorsun,” demişti.

“- Nasıl yürür güvercinler?”

Erkek, söylerken kararsızdı. Uzun zamandır birbirine o kadar ölçülüydüler ki.

“- Başı dimdik, göğsü çıkık, göğüslerine çok güvenir.” Utanmıştı söylediğinden.

O an ikisi de bedenlerini duyumsamışlardı. Su, büyüyen sessizliği bitirmek için küçük radyosuna sarılmıştı. İf you gou away çalıyordu. Dikkatleri dağılmış, toparlanmış, gülümsemişti. Kızmıştı kendine. “Bir zamanlar her şeyi bölüşmediniz mi, şimdi ne oluyor?” diye düşünmüştü.

“- Bundan böyle güvercinlere biraz daha dikkatle bakacağım,” demişti.

Benzetmeyi sevmişti.

“- Gittiğimden beri yalnız mıydın? Güzel kızsın…”

Oysa Erol’un armağan ettiği saati görmüş, arkasındaki yazıyı da okumuştu.

“- İnsan başkaları varken de yalnız olabilir, değil mi?”

“- Öyle de, seni sevmemek…”

“- Sen sevdin mi, örneğin?” Şaka gibi sormuştu. Yine de yanıtı beklerken yüreği ağzına gelecekti nedense.

“- Ben… Hiç düşünmedim. O günlerde sorsaydın… Ama seni… Sevmek isterdim. Ne var ki, artık çok geç.”

İlk çözülme o zamandı. Katılığını yitirip ağlamıştı Su.

“- Çekip gitmeseydin ne vardı? Hani dağlarına götürecektin beni?

Eğilip öpmüştü dudaklarından, Yıldız. Onunla sevişmemeye kararlıydı. İyileşecek ve ne zaman isterse gidecekti. Niye gittin bile demeyecekti, ne var ki, dayanamamıştı. O gece birlikte uyumuşlardı, sonraki geceler boyu da… Gelecekle ilgili hiçbir düşünceleri, birbirine verilmiş sözleri yoktu. İkisi de, bu birlikteliğin ne kadar sürebileceğini hiç düşünmemişti. Sadece sürsündü. O günlerde yarın yoktu.

Bir akşam, Erol’un ısrarlı yemek davetlerinden birini kabul etmiş, eve geç kalacağını bir arkadaşıyla yemeğe gideceğini söylemişti. Yıldız’ın bulutlanan yüzünü fark edememişti.

“- Saati alanla değil mi? Onunla yattın değil mi?” diye çıkışmıştı.

O da kapıldığı öfkeyle…

“- Yatarım,” demişti. “ Bu yürek de benim bu da. İstediğime de veririm tamam mı?” Söylerken bir eli kalbinin üstünde, bir eli bacaklarının arasındaydı.

Nasıl anlayamamıştı? Sevmek sürekli bir sorgulama, sahiplenmeydi. Çatışma zamanlamadaydı. Kırılma noktalarının denk gelmesi gerekti.

Daha önceki beraberliklerinde, Yıldız’ın bir kez, her hangi bir erkek arkadaşını sorguladığı olmamıştı. Şimdi hiçbir sözleşmeleri yokken…

İçerlemişti. Kısır bir tartışmaya sürüklenmişler, kendini kaybedip aklına ne gelirse demişti. Onu asıl kötü eden:

“- Yattın mı onunla?” sözüydü.

Bu geç kalmış sahiplenmeye kızmıştı.

“- Seninle yattım, diye herkesle yatarım, sanıyorsun değil mi? Yatarım,” diye bağırmıştı. “Kimseye de hesap vermem. Sana bile. Beni bu toplum yok edemeyecek, benim tırnağıma bile dokunamayacaklar. Yeterince hırpalandım zaten. Bundan sonra o yere ulaşacağım. Gerekirse herkesle yatıp o yere ulaşacağım, anladın mı?”

Yarasından dolayı bitkin ve solgun çocuğun yüzünde büyük bir üzüntü dalgalanmıştı.

“- Amaçlara ulaşmanın daha soylu yolları yok mu?” demişti.

“- Ne gibi, sizinki gibi mi? Güldürme beni. Milyonlarca yıllık gelenek değişecek ve varsıllar nesi var nesi yok size bırakacaklar, öyle mi? Üç tane baldırı çıplağın insanlık tarihinin bütün gücüyle donanmış, tüm üretim araçlarını elinde tutanla başa çıkması, ancak sizin yerli filmlerinizde olur. En büyük yalan onlar. Sizin her şeyiniz yalan be. Hikâyeleriniz yalan, türküleriniz yalan, filmleriniz yalan. Hep siz yeniyorsunuz devleri. Yenseniz ne olacak? Eşyanın yapısına aykırı mı hareket edeceksiniz? Siz mi, üreteceksiniz varsılı yoksulu? Hikâye anlatıyorsun.

“- Ben bir şey anlatmıyorum,” demişti çocuk, öfkelenecek gücü kendinde bulamadan, safran sarısı kesilerek. “ Bu kadar basit değil, sen de biliyorsun. Beri yandan bir yere varılamayacağı ayrı bir konu. Ama pis bir yaşama katlanmaktansa, umut ederek…”

“- Umut ederek geberin o zaman. Hepimiz kendimizi kurtarmak derdindeyiz asıl. Ben yolu buldum, bu da onların arasına karışmak.”

İlgili ilgisiz ne bulursa onunla saldırmıştı. Hazmedemiyordu. Sorgulanmayı, yanlışının altının çizilmesini hazmedemiyordu. Çocuk öyle duvara dayanmış, inanmaz, tanımaz bakıyordu. Tepkileri sınırlıydı ama yüzünden içinde kopan fırtınaları anlamak mümkündü. Kendini denetlemek için harcadığı enerji onu tüketmişti.

“- Hepimiz acı çekiyoruz. Kendince ders alıp farklı düşünmeni de anlıyorum. Ne var ki, haksızlık ediyorsun, sadece kendimizi düşünsek kurtulmuş değil miydik, zaten? Okumuştuk, suyun başını tutmayacak mıydık? Biz halkımızı düşündük. Yılmayıp daha da bilenmemiz gerekmez mi?”

Çözülmemekte direnmişti, Su. Onun bitkinliğine acısa da tek parça kalacaktı.

“- Siz istediğinizi yapın,” demişti alayla. Onu düşürmenin hazzıyla vurmuştu. “Şimdi arkadaşımla buluşmaya gidiyorum.”

Bir zamanlar Yıldız giderek onu nasıl bir yalnızlığa itmişse şimdi aynını ona bırakıyordu. Güle güle kullansındı.

“- Sana can borcum var, ondan başımın üstünde de yerin. Ama paylaşmayı öğren.”

Genç adam sarsılarak baktı ona.

“- Paylaşmak mı?” demişti, fısıltıyla. “ Sevgiliyi…”

Doğru yerdi vurduğu. Yaraya ikinci kez bıçak sokmaktı, şimdi anlıyordu. O söz bitirmişti. “ Paylaşmayı öğren.”

Yemeğe çıktığı Erol’la kalmıştı o gece. Aklına gelmemiş değildi ama eve gitmeye cesaret edememişti. Ertesi akşama değin de varlığını unutmayı yeğlemişti. Sonra, eve koştuğunda, yoktu, gitmişti. Sadece bir mektup vardı.

Bir daha da görmemişti onu.

Günler sonra bir sancıyla doktora gitmiş ve öğrenmişti. Hamileydi. Çıldıracak gibiydi. Ne yapacaktı şimdi? Erol, yenilemişti evlenme teklifini. Kabul etmişti o da.

“-Hamileyim,” demişti. “ Ama bundan dolayı değil, kabullenmem. Vazgeçebilirsin.”

Çocuğun başkasının olabileceği hiç gelmiş miydi aklına?

Çok geçmemiş, çocuğu düşürmüştü. Çocuk sahibi olmayı da işlerin düzelmesine ertelemişlerdi. Ekonomik durumları ne kadar iyileştiyse de, bir çocuğa bakacak kadar hiç düzelmemişti işler, ne hikmetse.


Yıldız’ın son andaki yüzü hep aklındaydı o gece. Ne var ki eve dönüp onunla yüzleşmeye cesareti yoktu. Söylediklerinin ağırlığını kendi de hissetmişti. Pişmandı. Senelerdir beklediği tavrı, geç de olsa sonunda yakalamış, ama nasıl yanıt vereceğini kestirememişti. Sahiplenmesini hep istemişti. Sahiplenirse, ona ait olduğunu, kendine yakıştırdığını anlarsa özgüveni geri gelecekti. Şimdi yaptığıysa...

Ertesi gün dayanamaz hale gelince alelacele üstünü giyinip fırlamıştı. Çantasını bile unutmuştu. Erol’un şaşkınlığına, yarım kalmışlığına bakmadan sokağa atılmıştı. Taksiye binmeye kalktığında çantasını anımsamış, geri dönmüş, öyle oturan Erol’u bulmuştu.

“- Özür dilerim, gitmem gerek, çok önemli,” gibisinden bir şeyler mırıldandığını hatırlıyordu.

Yine de bağışlayıcı, anlayışlı kapıya değin geçirmişti onu, Erol. Parası olup olmadığını bile sormuştu. Lanet olsundu, o teslimiyetçi, o mazlum haliyle hep kazanmamış mıydı? Hep öyle büyük bir haksızlığa uğramış ama hoş gören bir dervişliğe soyunup kazanmamış mıydı?

“- İşini bitirince ara beni. Unutma, söz verdin, evleneceğiz.”

O gece boyunca söz vermiş miydi? Sevişmek biriyle, tek başına söz vermek değil miydi, zaten?

“- Ararım.”

Bir söz ya da onaylama değildi, söylediği, sadece kırmadan kurtulmak derdindeydi.

Yol bitmez gelmişti. Ürkünç bir şeyler bekliyordu. Evi basabilirdi polis. Komşulardan biri kapıyı çalmış, geldiğini sanıp açmış olabilirdi. Hiçbiri olmazsa evde yemek yoktu, belki de ekmek de.

Bir olağanüstülük olmadan kapıyı açmıştı. Her şeyi bekliyordu, ama o rutubet kokusunu bile bastıran sessizliği beklemiyordu. Yine de, umutla her yere bakmıştı.

Sonunda gerçeği kabullenmişti. Odasında, gözü hiçbir şeyi görmeden bir yerlere çökmüş, vurgun yemiş gibi oturmuştu. Onun vazgeçilmezliğini kavramış deliye dönmüştü. Uzun süre, belki döner, diye beklemiş, gecenin alacası çöküp, sesler azalınca masanın üstündeki kâğıdı görmüştü. Yazılı iki sözcüğü anımsıyordu.

“Hoşça kal”

Mektubu okuyunca, gece olmasına aldırmadan sokağa fırlamıştı. Gideceği her yeri, dernekleri dolaşmış, Yankı’yı işe girdiği bir turizm firmasında bilet keserken bulmuş, sormuştu. Bilen kimse yoktu. Sonunda yorgun argın oturup düşünmüştü. Bulsa ne diyecekti? Onu seviyordu, ama boş bulunmuştu işte. Erol’la yatmış, bunu değiştiremeyeceğine göre bir başka yanlışla gidermeye, kabul ettirmeye çalışmış, o nedenle paylaşmayı öğren, demişti, öyle mi diyecekti?

Tabi ki, insan sevdiğini kıskanacak, asıl kıskanmayan, sahip çıkmayan, asıl hem sevgiden söz edip hem de kıskandırmaya çalışanda bir sakatlık vardır, uzak duracaksın ondan; ben yaptım, ama bildiğin gibi değil mi, diyecekti? Sana kendimi kanıtlamak, ezilmemek, geçmişte beni ittiğin yalnızlığın öcünü almak için mi, diyecekti. Yok, çıkışı yoktu.

Kaybetmişti.

O yaralı çocuk öyle yitip gitmişti. Uğruna sevdaları erteledikleri büyük kavga da beş bin ölüden sonra bitivermişti saman alevi gibi? 12 Eylül yeni bir bellek ameliyatıydı, çok gerekli bir şeyleri kesip almışlar, ancak yerine doğru bir şey koymadan yarayı dikmişlerdi. Yüreği sızladı. Ölenleri, sakat kalanları, tutuklananları düşündü. En çok ertelenen yaşamlara üzüldü.

“Doğru zamanda rastlasaydım ona,” diye düşündü. Doğru insana rastlamak yetmiyordu. Doğru yerde, doğru zamanda rastlamak da gerekiyordu. Tarlanı nasıl yağmurun olduğu yere taşırdın? Kimisi öyle zordu.

Onun kendini sorgularken, sevdiğini anlamamıştı. Sevmek sorgulamaktı, sahip olmaya kalkmaktı.

Düşünüyordu da, kocası hiçbir zaman başka erkeklerle yakınlığını sorgulamamıştı. Kendisi de onunkileri. İnandıklarından mıydı, yoksa aldırış etmediklerinden mi? Zaman zaman kocasının bir angut olduğunu düşündüğü olurdu, sormaz soruşturmaz, bir şeyden anlamaz diye. Angut ne uçabilen, ne eti yenen aptal görünümlü bir kuştu. Belki de kocası da, onu anguda benzetiyordu. Öyle ya, iş gezilerindeki sekreterler, salt sekreter miydi acep? Yıldız’ın gittiği zamanları anımsıyordu. Çocuk canıyla boğuşurken, o; eski sevgililerine, Nergis’e gittiğini düşünmüştü. Çünkü onu seviyordu.


Sarı Gül’ü anımsayınca içi yanıyordu. Onu olmadık zamanlarda, bıçak ağzında tek başına bırakmış gibi eziklik duyuyordu. Hastane odasında, Yıldız yarı baygın yatarken ona söylediklerini anımsıyordu.

“Benim kimsem olsana.”

Kocasını anımsayınca… Aldırmıyordu.

Olsun, bu aldırışsızlıkta huzur vardı.

Artık kimsesi yoktu doğru, herkes vardı. Böyle herkesle yaşamaya alışmış ve tam üstesinden gelmişken, o kalkmış, her şeyi yıkmak için geri geliyordu.

Dağlarına, kitaplarına, Sarı Gül’e götürecekti onu. Bu eve, kapısındaki arabasına, Antalya’daki yazlığına, bakan eşleriyle çıktığı gezilere, bir telefonla tüm Türkiye’yi ayağa kaldırabilmeye, bu erince, bu güce, hayır, diyecek, onunla haritada nokta olmaya gidecekti.

İnanılmazdı. Sahip olduğu her şeyi bildiğini söylüyor ve gene de bırakıp gitmesini istiyordu ondan. Bırak neyin varsa, yoksulluğuna geri dön, diyordu. Niçin? İki zeytin yeşili göz için, üç yaşanmış anı için. Gidecek dağlarda kitap okuyacak, mısır dikecek, onunla sevişecekti.

Sevişmek istese dünya ayağındaydı be. Hem de adamdılar üstüne üstlük. “Ne adam ama,” diye geçirdi içinden alayla. “Gösterişli bedenleri içinde ruhu olmayan adamlar, gemi aslanları.”

- Delisin sen, dedi boşluğa. Başka bir şey söyle, başka bir şey, daha vurucu bir şey… Kim takar yüreği be? Öyle kandırmışlar seni. Gözleri ıslandı. Uzaklara daldı.

Gerçek zenginlik, gerçek güç neydi? Yaşama yenik düşmeyecek kadar olan mı? Yoksa?.. Yüreğini dolduracak bir sevdiğiyle, kimsesiyle dağlarda olmak birden sevimli geldi ona. Sonra bırakıp gideceği erinci düşündü. Elde etmek için verdiği kavgayı. Çelişkiler içinde boğuluyordu.

Kahırla mırıldandı:

- Beni de böyle kandırmışlar. Ama vazgeçemem anla. Gitmeseydin, durup savaşsaydın. Halkın için verdiğin emeğin birazını aşkın için verseydin.

İçeri girdi. Telefonu çevirdi. Çıkan kentin emniyet yetkililerinden bir hanımdı. İyi arkadaştılar.

- Biri var, dedi. Rahatsız ediyor beni. Sansasyon olmadan aşmak istiyorum.

- Kimliğini biliyor musun?

- Emin değilim. Yalnız tehdit ediyor, eve gelmekten söz ediyor.

- Palavracı bir sapıktır, ama dikkatli olmalı gene de. Evin etrafına adam dikeyim.

- Yok, birileri duyup konu yapabilir, çevre de rahatsız olur. Bir yığın soru… Sorun olursa, ben seni arayayım en iyisi.

- Tamam. Bir devriye otosu oralarda olacak. Seni rahatsız eden bir durum olursa, yoksam bile vereceğim numarayı çevir.

Anlaştılar.

Gelsin, otursun konuşsunlar, yaşanacak ne varsa tamamlansın. Sonra da adam gibi kalkıp gitsin. Yok, üstüne gelirse…

Odasına girdi, soyundu. Bir pantolon, yakası kapalı bir buluz giydi. O anda zil çaldı. Balkondan eğilip baktı. Aşağıda montlu, kısa saçlı biri vardı. O çıkınca balkona bakmıştı dönüp. Gözlerinden tanıdı, oydu.

Otomatikle kapıyı açtı. Merdivenin eşiğinde karşıladı, elini sıkıp içeri aldı. Sarılıp sarılmamaya karar verememişti. Onunla ilk karşılaştığında, ölürüm her hal diyordu. Ölmedi. Babasının delik deşik cesedi Magosa’daki evlerine getirildiğinde de böyle olmuş, tutulmuştu. Düşündüğü yere oturttu onu. Kendisi de ışığı ardına alarak karşısına geçti.

- Yaşlanmışsın, dedi. Saçların dökülüyor.

Kızdı kendine. Böyle zamanlarda, tutulan elini ayağını örtmek için aptalca saldırganlaşırdı.

- Sense hiç yaşlanmamışsın, dedi, Yıldız.

Yer yer beyazların ışıldadığı sakalları vardı. Gözlerinin altı simsiyahtı. Avurtları çökmüş, çenesinin hemen sağ altında da bir yara izi oluşmuştu. Yıpranmış bir kotla, rengi atmış bir gömlek giyiyordu. Çoraplarının topukları aşınmıştı. Eski Yıldız’la tek ilişkisi gözleriydi. Uzun kirpiklerinin altında gözleri, bu yorgun yüzde ne işi vardı dedirtecek kadar derin, masum ve ışık ışık yanıyordu.

Koltuğa kalkıp gidecek gibi ilişmişti, lüksten rahatsız olmuş, kıpırdanıyordu. İki de bir avizelere, yerdeki halıya takılıyor, gözlerine bakmıyordu. Bir şeyi onaylamadığı, ama belli etmek istemediği zaman gözlerini kaçırdığını bilirdi.

- Bir şey içer misin?

- Hayır, içmem. Sesi soluktu.

Kadın içerden iki vişne suyu doldurdu. Sonra geçip bir devir başını döndüren erkeğin karşısına geçti oturdu.

- Çok çirkinleşmiş olmalıyım.

- Aksine güzelsin, diye yanıt verdi, Yıldız.

- Yüzüme bakmıyorsun?

- Ondan değil…

Derin bir nefes aldı. Duvardaki tabloları, avizeleri gösterdi.

- Düşündüm de, bunlar içindi tüm kavgan...

Kadın yeniden doldurdu bardakları.

- Seninki de halk içindi. Değdi mi kavgana?

- Bilmem, bunu ancak halk söyleyebilir.

- Ve şimdi beni götüreceksin öyle mi?

- Evet.

Aklı almıyordu, götürmekten söz ediyordu.

- Nereye?

- Dağlarıma.

- Yapabileceğime inanıyor musun?

- Sen inanıyor musun?

Birden ayağa kalktı. Yüzü değişti. Gözlerinin altındaki torbalar gözlerini kısınca yok oldu. Bakışları ağırlaştı.

- Herkes kendi rüyasını gördü sanıyordum. Benimkisi, kurtarılmayı istemeyen bir halkı kurtarmaya kalkmaktı; bedelini ödedim. Sen de kendi rüyanı gördün. Değer diyorsan, cehennemini yaşa, kal! Değmezse gel.

- Nasıl?

- Pazarlık yok. Sevdanın pazarlığı olmaz, olursa sevda değildir.

Su, konuşurken heyecanlıydı, sesi titredi, çünkü söyleyecekleri geçmişte yollarını ayırmıştı. Kaygısından değiştirdi söylemini biraz.

- Neler yaşadım, biliyor musun? Nasıl pay… bölüşeceksin o geçmişi?

-Sen bana neler oldu biliyor musun? Sen nasıl, senin deyiminle, paylaşırsan, ben de öyle katlanırım geçmişe. Ama bundan sonrasını paylaşmamı önerme, sakın önerme. Kaldıramayacağın, insana aykırı onursuzluklar yaşamışsan bu senin yükündür, benim değil. Anlaşıldı, gitme zamanım geldi.

Hoşça kal, demeden merdivenleri iniyordu. Diyecek çok şeyi vardı, ama bulamadı aradığını. Bağırıp çağırmayı düşündü. Birikmiş, söylenecek onca sözcük varken, o kadar düşünmüşken… Bu kadar kısa süremezdi bu an. Hissediyordu ki, öfkelense, bağırıp çağırsa her şey kopacaktı ve bir daha asla… Kimi anların pardonu yoktu. Ama bir şey, yapılacak bir şey olmalıydı.

- Ne olacak şimdi? Ağzından dökülmüştü. Dondu kaldı. Cümle ona korkunç geldi, her söylediğindeki etkisini, yıkıcılığını bekliyordu.

En alt basamaktaydı. Durdu, yerdeki uzun halıya, duvarlara baktı, sonra dönüp yukarı, yüzüne. Şaşılacak bir şeydi ama gülümsüyordu. O saçma cümle ilk kez bir işe yaramıştı.

- Bana düşen buydu, sana gel demek. Yüreğim sende kalmıştı, geri almalıydım.

- Şimdi aldın ve… Gelmemi istemiyorsun artık.

Söylerken pişman olmuştu Su. Bu kadar çabuk çözüleceğini ummuyordu. Kimi zaman hayat taktiklere gelmiyordu işte.

- Gelmek benim seçimimdi. Herkes kendi seçimini yapmalı değil mi?

Daha bir şeyler sormak istiyordu kadın. İrdelemek, anlamak, sonra da nazlanmak istiyordu. Oysa konuşamıyorlardı bile. Konuşmaya izin vermiyordu ki adam.

Şimdi o merdiveni de inecek, halıyı aşacak ağır maun kapıyı açıp çıkacaktı. Su, ondan bu kadar kolay kurtulacağını aklına getirmediğini düşündü. Kurtulacak, sonra… Sonrası bir anlamsızlıktı, gösterişli boş bir kabuktu.

- Yukarı gelsene, sana bir şey ikram edeyim.

Hiç istemeden söylemişti. Başka ne yapacaktı sanki? Hiç mi gururu yoktu?

- Sonra gidersin.

- Hoşça kal, şimdi de giderim.

O basamağı da indi. Bu adam, bu Allahın belası adam ona santaj yapıyordu. Köşeye kıstırmış ya da kıstırdığını sanıyordu, yanılıyordu. Su’yu hiç tanımıyordu.

- Güle güle. Umursamıyordu, halıda attığı adımları izledi. Kapı yedi adımdı. Altıncı adıma kadar soğukkanlıydı, yine de kafasının içi bir teraziye dönmüş, bir kefesine Yıldız’ı, bir kefesine evi, kocasını, tüm elde ettiklerini yerleştirmiş tartıyordu. Yedinci adım ve kapı kolunun mekanik sesi çözdü onu.

-Dur Allahın belası, bir şey soracağım: Kaçak değilsin değil mi? Onu kaldıramam.

-Değilim, yattım ve çıktım.

Saklanacak bir şeysi olmadığını kanıtlamak ister gibi kollarını kaldırmıştı. Sol kolunu indirip saatine baktı, sonra cebinden iki bilet çıkardı.

- Geliyorsan çabuk olmalısın. Otobüsün hareketine dört saat var. Biletleri almıştım.

57 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page