top of page

BELKİ BİR ÖYKÜ



BELKİ İÇ DÖKÜŞ

BELKİ BİR ÖYKÜ



Erkek yerine kız olarak doğduğum için ne zaman acı çekmeye, kaderimi lanetlemeye başladım bilmiyorum.

Ama bellek aynamdaki en sararmış fotoğrafımda bile bunun öfkesini, ezikliğini yansıtan duruş belirgin. Kız çocuğu olmak kadar aşağılık başka ne vardı ki? Daha beş altı yaşımdayken babamın usturasıyla sakal traşı olmaya kalkışımın (bereket en büyük abim tarafından görülüp, iyi bir dayakla kazasız belasız atlattım olayı), kız çocuklarıyla oynamak yerine yalnızlığı seçişimin kökeninde yatan aynı kanayan yaraydı.

Bu iç kanama, benden istenmemesine karşın bir süreliğine de olsa (ilkokul son sınıf ve orta birde) kimi günler kara çarşaf giymeme, kendimi böylelikle kapatıp, örtmeye, bir günah, utanç unsuru olarak saklanmama yol açmıştır. Ama tüm çabalarımın boşunalığının farkındaydım: ‘kız’ olarak gelmiştim dünyaya. Ailenin altıncı çocuğuydum. Üç kız çocuğunun ölümünü gören annem, yaşayan iki erkek çocuğuna karşın benim kız olarak doğmam karşısında büyük bir korku ve üzüntüye kapılmıştı Nitekim korkmakta haklıymış. Doğuşumun akabinde hastaneden çıkıp gitmiş bir daha da annemi çıkartmak için geri dönmemişti babam.

Kanımın her zerresinde hissetmem gereken öyle aşağılık bir şeydi kız olmak, ve bir giysi gibi çıkarıp atma şansım yoktu. Kaderimdi; tevekkül edecektim. Yapabileceğim tek şey babama ve ağbilerime itaat etmek, kendimi sevdirmeye çalışmaktı. Gerçekten de çocukluğum ve genç kızlığım boyunca yalnızca babamın herhangi bir başarımdan dolayı beni öpmesi, saçımı okşaması için ne çok çaba harcamışımdır.

Secdeye her kapanışımda da beni huzuruna kabul ettiği, dua etme şansını bana verdiği için şükranlarımı, minnetimi sunuyordum Tanrıya. Her tesbih duasında, “Allahım günahlarımı affet et!” diye çekiyordum tesbih tanelerini....

Çok bunalıma girdiğim zamanlarsa Nazmi’yi, onun psikolojisini düşünüyor, avunmaya çalışıyordım. Nazmi mi? Nazmi, yalnız yaşayan bir garip kişi. Garip kişi; ancak dışardan bakan hiç kimsenin, onun yaşamını tek göz bir gecekonduda sürdürmek, annesinden kalan yetim maaşıyla geçinmek zorunda olduğunu anlaması mümkün değildir. Hep keyfi yerindeymiş güleryüzlülüğüyle insanın karşısına çıkan, karşısındakini alaycı bir bakışla süzen, elini kolunu yumuşak, yuvarlak savuruşlarla hareket ettirirken, çenesini yukarı diken, bir kaşını da kaldırıp göz altından insanların kendisine yönelik tepkisini izleyen, parlak tüysüz yüzü her zaman jilet kesikleriyle dolu bir adam.

Her zaman çok temiz giyinirdi Nazmi. Jilet gibi ütülü olurdu ceketi, pantolonu. Sanki evden çıkmadan önce saatler boyu sokağa çıkmak için hazırlandığı hissini uyandırırdı. Boyuna ince bej çizgileri olan lacivert takım elbisesi içinde kolalı yakalı bembeyaz gömleği, sanki yeni alınmış gibi duran kravatı. Kravatının eğri ya da gevşek olduğuna hiç rastlamadım.

Tiril tiril giysileriyle sessizce girer içeri, her zamanki yerine oturur, zarif bir şekilde bacak bacak üstüne atar, at yelesi gibi biraz da kabarık duran boyalı olduğunu sonradan anladığım parlak simsiyah saçlarını arada bir düzelterek, ince uzun parmakları arasında yakmasa da tuttuğu sigarasıyla, sanırım biraz da havasını atardı bize.

Fısıltıya benzer bir sesle konuşurdu. Gerçek sesi nasıldı bilmiyorum. Konuşması sırasında sürekli kaçırırdı gözlerini. En büyük şikayetiydi yalnızlık. Özellikle de yemek için masaya oturduğumuzda açardı bu konuyu. Evinde tabii ki yemek yaptığını, ama oturup tek başına yemenin içine sinmediğini söyler, dert yanardı. Fakat bir açık kapı bırakmış olmamak için de evlenmekte geç kaldığını, ancak şöyle kırk yaşını geçmemiş, eli yüzü düzgün, helal süt emmiş, güzel, kibar, eh tabii ki ‘varidatlı’ ve daha önce evlilik yapmamış bir hanım bulunursa da düşünebileceğini söylerdi. Annem kahkahayı basar, “Ah Nazmi” derdi, “öyle birini bulsam ben de kaçırmam”

Bir gün annem Nazmi’nin, laf aramızda, kadın olduğu sırrını verdi bana.

O gün, belli etmemeye çalışarak inceden inceye süzmemin nedeni, gerçekten bir erkek olmadığı konusunda delil bulmak içindi. Annem Nazmi’nin gerçekte bir kadın olduğundan emindi ama o kadar alışmıştım ki bir erkek olduğu düşüncesine. Ve Nazmi’ye duyduğum hayranlığa yakın duygularım birden irtifa kaybetmeye başlamıştı.

Bir kadın ha? Nazmi’nin o samimi, alçakgönüllü, sıcak, içten dostluğu bütün önemini, değerini yitirivermişti. Ya da çok fazla değer kaybetmişti. Bir zamanlar Nazmiye’ymiş adı. Annesi ölüp de küçük yaşta yetim kalınca erkek gibi giyinmeye başlamış. Kasketi kafasına geçiriş, o geçiriş. Gerçi annem de başkalarının yalancısı.Yoksa Nazmi’yi Nazmiye olarak gören kimse yokmuş.

Erkek terliklerinin içinde adeta kaybolmuş, arada bir bol gelen terliğin düşmesiyle ortaya çıkan ince taraklı, minik ayaklarına bakar, tahmin yürütmeye çalışırdım. Zaten, ince, minyon vücuduna hiç yakışmazdı erkek terlikleri. Bir elini koltuk altında, sanki göğüslerini örter gibi tutar, öteki dirseğine dayanak yapar aynı zamanda, bir eli de çenesinin altında ağzını büze büze konuşurken vücut hatlarındaki yuvarlaklıkları hayal ederdim. Sanırım onu en fazla ele veren yeri, uzun ceketinin örtmesine karşın kendini belli eden bel ve kalça hatlarıydı.

On üç on dört yaşlarımda geceleri herkes uyuduktan sonra çıkıp ıssız sokaklarda dolaşmaya başlamamda Nazmi’den aldığım cesaret de rol oynamış olabilir. İtaatsizliğimin, Nazmi’ye heveslenmekle ilgisi var mı yok mu bilmiyorum ancak sırtımda babamın ya da ağbimin takım elbiselerinden biriyle sokağa fırlamamın kendimce nedeni, sokakta özgürce yürüyebilmenin keyfini çıkartmaktı. Çünkü eşarbın, bacaklarıma dolanan pardösünün içinde kendimi bir hapishanede gibi hissediyordum. Okula giderken de, çarşıya inerken de kılığımdan utanıyordum. Bu giysiler, zavallılığımı pekiştiren unsurlardı sanki. Kurtulmak, sokaklarda başım dik dolaşmak istiyordum. Ağbilerimin özgürlüklerini kıskanıyordum deliler gibi. Benim için yasak olan hiçbir şey onlar için yasak değildi. Ve ben onlar için geçerli olmayan bana özel tüm yasaklardan nefret ediyor, aynı zamanda bunu düşünerek günaha girdiğim için de kendimi suçluyordum.

Kötü bir çatışmadır o. İnsanın cehennemini kendi yaratması böyle bir şey.

Ben bir kızdım. Sürekli olarak yüzüme vuruluyordu bu. Yaptığım her işte, her davranışımda, gelecekle ilgili tüm planlarımda karşıma çıkartılan vetoydu. Giysilerimden yürüyüşüme, konuşmama, gülümsememe, mimiklerime, jestlerime varıncaya tüm davranışımı belirleyip kısıtlayandı: hele de artık ergin bir kız olmuşken. Gelinlik çağına gelmiştim.

Demeye getiriliyordu ki, yarının sağmal ineğiyim. Görevim kutsaldır: çocuk doğuracağım. Ve cennet tabii ki benim ayaklarımın altında olacak. Elbette kocamın icazetiyle. Ama tüm bu süsleyip püslemeler, erkeğin döl yatağı, kaburga parçası, zeka fıkarası ve tabii ki şeytanın soyundan gelen, onun eteğinden düşmüş bir kırpıntı olarak görüldüğüm gerçeğini örtemiyordu..

Ve bu horgörülmeye daha fazla dayanamadım. Psikolojik bir açıklaması mutlaka vardır: Karşıt olmayı deneyerek de intikam almak gibi. Nasıl mı? Bizimle aynı sokakta oturan bir arkadaşım vardı. Süslü püslü bir kızdı. Zaman zaman ona gitmeme izin verilirdi. Böyle günler büyük bir sevinçti benim için. Onlarda makyaj yapar, eteğimin belini kıvırıp boyunu kısaltır ya da zaten Mehtap’ın elbiselerinden birini sırtıma geçirir, annesinin peruğunu da kafama takar ve başka biri olurdum. Hatta o halimle çarşıya bile inerdik. Gözümde kocaman güneş gözlükleriyle asla keşfedilmemiştim.

Tabii ki bu bir kaçıp bir yaklaşmalar, hem kaçıp hem karşı çıkıp hem ondan yana tavır almalar, iki farklı nokta arasında bir sarkaç gibi sallanıp duruşum kendime yönelik bir giyotindi aynı zamanda. Hep ruhumda taşıdığım bir giyotin. Suçluydum. Seçilmişlerden biriydim. Kadın olarak yaratılmamın nedeni suçlu olduğumun en başından bilinmesiydi. Böyle davranarak daha büyük suç işliyordum. Önceden görebiliyordu Tanrı çünkü ve ona göre bir kader biçiyordu. Kadın olmak buydu sonuçta. Nazmi kaçmakla küfre girmişti. Tanrının verdiği kimliği inkar etmişti. Onun yolundan yürüyemezdim, öteki yolu zaten kabul edemezdim.

Alfa ve Beta; Düş ve Kabus’tu yaşadığım.

Dramatik bir film seyrederken veya bir kitabı okurken, müzik dinlerken kontrolüm dışında gözlerimden yaşlar süzülmesinin temel nedeni, yakamı bırakmayan çaresizliğimdi. Kendime ağladığımı bilmeden ağladım kendime. Başkasına ağlar gibi kendime, kendime ağlar gibi başkasına ağladım. Başkasını savunur gibi kendimi, kendimi savunur gibi başkasını savundum. Ama sonuçta hep çaresiz kaldım. Ben suçluydum, evet. Gerçek kendim bu yüzden ortaya çıkamazdı. Kendimi sevdiğim ölçüde nefret edişimin, kurban edişimin ruhsal olarak bir türlü bir araya gelemeyecek, bütünleşemeyecek, birbiriyle uzlaşamayacak iki kişilikli olmaktan başka açıklaması var mı?

Çıldıracağımı sanırdım, çıldırmak isterdim. Bu eksiklikle, tamamlanamayacağım duygusuyla yaşamak imkansızdı çünkü. Ama öyle bir bıçak sırtıydı ki bulunduğum yer, aynada baktığım yüzle buluşmamız her an gerçekleşebilirdi. O derin karanlık boşluğa yuvarlanmanın uçundan kaç kez döndüğümü hatırlamıyorum. Ölüm gibi değil, uçurum gibiydi. Dipsiz, sonsuz bir kara delik.

Ve son anda kendimi geriye atardım.

Ölümü denemek mi? Üstelik bunun en büyük günah olduğunu bile bile! Bedenlerimiz bize Tanrı’nın emanetiydi ve ona hiç zarar vermeden götürmek zorundaydık. Aynı biçimde can da bize Tanrı’nın emanetiydi ve onu da ancak ve yalnızca Tanrı alabilirdi.

Ama buna rağmen denedim kendi kaderimi seçmeyi; hem de defalarca.

Son intihar denememden sonra vardığım nokta belki de acı çekerek uzun bir intiharı gerçekleştirmenin daha zor olduğu, daha kahırlı olduğuydu.

Ve dünya hepimize son derece zor, kahırlı yaşamlardan başka bir şey vaat edecek durumda değildi.

Ve ben hep zor şeyleri sevdim, seçtim.

*



32 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/684
bottom of page