top of page
Yazarın fotoğrafıYusuf AKSOY

AŞAĞI MAHALLE

Güncelleme tarihi: 11 Kas





Yusuf AKSOY


*

Osman, o akşam erkenden uyumuştu. Altı yaşına kadar yaşadıkları yukarı mahalledeki evlerinden aşağı mahalledeki yeni evlerine taşınacaklardı. Anne, babası ve ağabeyleri eski evlerindeki eşyaları toplarken Osman da kendi oyuncaklarını topladı. Oyuncaklarını teyzesinin aldığı sarı çantasına yerleştirdi. Çok sevdiği oyuncakları tahtadan treni ve kırmızı topuydu.


Yorucu bir günün ardında herkesten önce Osman uyandı. Amcaları ile birlikte kaldıkları evlerinin odalarını son bir kez dolaştı. Eski evleri ahşap şirin bir evdi. Ev, dört oda bir koridor ve mutfaktan ibaretti. Uzun bir balkonu ve büyükçe de bir avlusu vardı. Avluda çiçekleri açtığı zaman mis gibi kokan kocaman bir iğde ağacı vardı. Osman, küçük kardeşi Uğur ile hep o iğde ağacının altında oynardı. Kardeşi ile beraberken top oynamayı özellikle çok severdi. Avluya mahallenin diğer çocukları da geldiğinde avlu şenlik yerine dönerdi. Hemen içlerinden birini ebe seçip saklambaç oynarlardı. Ardından kaçak-polis oyunu gelirdi. Televizyondaki polisiye dizilerden öğrendiklerini bu oyunda uygulamaya çalışırlardı. O zamanlar televizyon yayınlarının yeni başladığı yıllardı. Osmanların yaşadığı Yozgat’ın Şefaatli ilçesinde televizyonu olan sadece iki aile vardı. Bu ailelerden biri Osmanlardı. Almanya’da çalışan amcası oradan televizyon getirmişti. Televizyonlu günler, onların avluya çıkıp oynama zamanlarını biraz azaltmaya başlamıştı. Çizgi filmler çocukları televizyon başında hareketsiz ve paylaşımsız tutmaya başlamıştı. Allah’tan her evde televizyon yoktu. Bu yüzden mahallenin çocukları çoğunlukla sokakta oynuyorlardı. Onların neşeli seslerini duydukça Osman ve Uğur da izledikleri çizgi filmi yarıda bırakıp mahalledeki arkadaşlarıyla oynamaya çıkıyorlardı.



Aşağı mahalledeki evlerine taşınma işi o günün akşam saatlerinde tamamlandı. Kocaman bahçesi olan tek katlı, ancak beş odalı bir evdi. Yeni evlerine Osman çabuk alıştı. Kardeşiyle paylaştığı odadaki dolabına oyuncaklarını yerleştirdi. Bahçelerinde kayısı, erik, şeftali ve ayva ağaçları vardı. Bu ağaçlar henüz küçüktü. Büyüdüklerinde bolca meyve vereceklerdi.

Osman, taşındıkları yaz mevsiminin bitiminde, Eylül’de, ilkokula başladı. Öğretmenini, okulu, kitapları, defterleri ve rengârenk kalemleri çok sevmişti. Çocuklar okula geliş ve gidişlerde bile oyunu ihmal etmezlerdi. Okula birinci gelmek, okuldan sonra da evlerine koşarak birinci gitmek onlar için çok eğlenceli bir oyundu. Osman okul yolundaki tepeden çantasının üstünde kayarak indiği için diğerlerinden daha önce okula varıyordu.  Bu yüzden yeni alınan okul çantası bir hafta içerisinde kullanılmaz hale gelmişti.


Osman okuldan gelir gelmez elini yüzünü yıkamayı alışkanlık edinmişti. Yemekten sonra hemen ödevlerini yapardı. Ödevleri bittiğinde de bahçeye koşardı. Aşağı mahalledeki çocukları tanımadığı için ilk zamanlar sadece kardeşiyle oynuyordu. Osman ve kardeşi Uğur, ağabeylerinin hediye ettiği misketlerle oynamaya bayılırlardı. Oyunda kim yenerse yensin oyun sonrası misketleri kardeşiyle eşit şekilde paylaşırdı. Seksek oynamak da onları çok eğlendirirdi. İlkokulda öğretmeni onlara birçok yeni oyun öğretmişti: Mendil kapmaca, deve-cüce, istop, … Bu oyunlar okula gitmeyi daha cazip hale getirmişti.


Osman’ın sınıfındaki Ömer adında bir öğrenci okula çok zor alıştı. Her sabah Ömer’i okula babası getiriyordu. Babası gider gitmez ağlamaya başlıyordu. Sınıfta da tek başına oturmak istiyordu. Zeynep öğretmenleri bu duruma üzülüyordu. Her sabah Ömer’e: “Ömer, yalnız oturmaktan sıkıldığında istediğin arkadaşınla oturabilirsin.” deyip gülümserdi. Yaklaşık iki hafta sonra okullarına Ayşe adında bir öğretmen daha geldi. Ayşe Öğretmen, Gaziantep’in Nizip ilçesinden gelmişti. Şefaatli, ilk görev yeriydi. Ayşe Öğretmen’in kardeşi Hasan da onunla birlikte gelmişti. Hasan, Osman’ın okuduğu 1/A sınıfına kaydedildi ve evleri de Osmanlara çok yakındı. Hasan, evlerinin penceresinden Osmanlar bahçede oynarken hep onları izliyordu. Belki de bu yüzden okulda Osman ile oturmak istedi. Osman ne zaman bahçeye oynamaya çıksa Hasan’ı da çağırırdı. Hasan, bu duruma çok sevinirdi.



Aşağı mahallede evlerine yakın bir Kanak diye bilinen bir ırmak ve ırmağın yanında da bir top sahası vardı. Anne ve babalarından izin alabilen çocuklar hafta sonları orada buluşup oyunlar oynarlardı. Birdirbir, uzuneşek ve çelik çomak oyunları en çok sevilen oyunlardı. Oyunlar, çocukların birbirlerini daha yakından tanımalarına, birbirlerini sevmelerine hizmet ediyor ve paylaşabilmeyi öğretiyordu.


O senenin şubat tatilinde Osman’ın karnesi hep pekiyi olduğundan Çetin ağabey’i onu sinemaya götürdü. Keloğlan adlı filmi izlediler. Sinema dönüşünde köprüden geçerken Osman, heyecanla ağabeyine seslendi: “Ağabey, yavru köpeğe bak!” . Yerde karın içinde yeni doğmuş, minicik bir köpek yavrusu titriyordu. Osman: “Ne olur onu eve götürelim Çatin abi.” dedi. Ağabeyi yavru köpeği hemen kucağına aldı. Yavru köpek ağabeyin kucağında Osman arkada koşar adımlarla eve gittiler. Yavru köpeğin çok üşüdüğü ve aç olduğu her halinden belliydi. Köpeğe “Bozo” ismini koyup ona süt içerdiler ve onu ısıttılar. Bozo artık Osmanların ailesinin sevgi odağıydı. Bozo çok çabuk büyüdü. Osman ve Uğur’un yanından hiç ayrılmaz oldu. Onların tüm oyunlarına neşe ile katılıyordu.  Özellikle futbol oyununda tüm oyuncular gibi formundaydı ve bir kaleciydi.


Tatilin ortalarında Osmanlar bahçede oynarken Ömer bahçe kapısına gelip dikildi. Osman:- “Merhaba Ömer. Bizimle oynayabilirsin.” dedi. Ömer çok mutlu bir şekilde hemen oyunlarına katıldı. O gün dalya (yedi kiremit) ve yakan top oynadılar. Böylece dışarıdan gelen Hasan ve Ömer, tadına doyum olmaz oyunlar sayesinde çok yakın arkadaş oldular.


Nisan ayının ilk hafta sonu mahalledeki çocukların geleneksel etkinliği olan Çiğdem-Çiçek adlı ilkbaharın gelişin kutlama etkinliği unutulmamıştı. Yukarı ve Aşağı mahallenin tüm çocukları cumartesi günü top sahasında toplanmışlardı. Bu yıl ki Çiğdem-Çiçek Etkinliği’ni konuşup görev dağılımı yaptılar. Biri bahçelerindeki odunluktan geniş bir çalı dalı getirecekti. Diğerleri ise okulun arkasındaki tepeden yeni açan çiğdem çiçekleri toplayıp getirecekti. Daha sonra bu çiçekler çalıya tek tek takılacaktı. Öğle saatlerinde çalı mor, kırmızı ve sarı renkli çiçeklerle süslendi. Yaşı büyük olan çocuklar ellerinde çalıyla önde, diğer çocuklar arkalarında her evin kapısında:


                                                     “Yağ verenin kızı,

                                                       Salça verenin oğlu olsun.”




Tekerlemesini söylerlerdi. İhtiyaç eksiklerine göre tekerleme değişirdi: Süt verenin kızı / Ayran verenin oğlu olsun … Çiğdem-Çiçek etkinliğinin sonunda çocuklar mahallelerindeki evlerden topladıkları tabak tabak yağ, salça, bulgur, tencere ve içi ayran dolu su güğümleriyle etkinlik yemeğinin yapılacağı çeşmenin yanında toplanırlardı. Mahallede o yılki yemek pişirme sırası gelen Fatma Teyze toplanan malzemelerle kocaman bir tencerede pilav pişirdi ve tüm çocuklar afiyetle yediler. Çocuklar karınlarını doyurduktan sonra el ele tutuşarak hep birlikte top sahasına koştular ve akşam vaktine kadar oyunlar oynayıp şarkılar söylediler. Mahalle sakinleri çocukların büyük bir coşku ile kendi çocukluklarının oyunlarını da oynamalarına mutlu oluyorlardı. Mahallenin büyükleri çocukların neşesini, birlikteliğini ve paylaşımlarını gördükçe yarına dair umutlu olduklarını gülen yüzleriyle gösterirlerdi.

19 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 Kommentar


Şenol YAZICI
Şenol YAZICI
11. Nov.

Yusuf AKSOY,


Sonunda ÖYKÜ de kapıyı çaldı.


İlk örnek olarak çıtayı aşmayı başarmış. Dahası bir çocuk öyküsü olarak bakarsan çok çok iyi...


Bu an önemli; "ben o türküyü bilmem" diyen bir şarkıcı olmayacağına göre, bir uzmanlık alanı olsa da yazar dediğin edebiyatın her alanından haberdar olmalı; bu gerçek anlamda edebiyatçılığa soyunmak demektir.

Gefällt mir
1/706
bottom of page