top of page
Yazarın fotoğrafıŞenol YAZICI

Öğretmenim

Güncelleme tarihi: 11 saat önce


Aydın ÖZYAR

*

"İyi Adamlar"

*

ŞENOL YAZICI

 


Şimdi sonbahar.


Birazdan göçmen kuşlar da geçer, gökyüzünü "v"lerle doldurup geçerler. Bir sonraki yıl döneceklerini bilmek bile kesmez sizi, sevdikleriniz, bildikleriniz yoktur artık, yalnız kalmış gibi duyumsar, hüzünlenirsiniz.


Sonbahar, ayva sarı nar kırmızı... bolluk ve bereket mevsimi değildir sadece, yaprak dökümüdür aynı zamanda... Çevremdeki tanıdığımız, bildiğimiz kim varsa; tanrının bir lütfu, hazır kıta seçmediğimiz akrabalarımız, ilk seçimlerimiz olan aşklarımız, dünya emekle oldurduğumuz yoldaşlarımız, yokluktan yarattığımız arkadaşlarımız, külüne muhtaç olduğumuz komşularımız, velhasıl güvendiğimiz dağlar yıkılıyor, aşına olan ne varsa bir bir eksiliyor, hiç dönmeyeceklerini bildiğimiz sonsuz bir yolculuğa çıkıyorlar.

Yaş aldıkça her ölenle bir parçamızın eksildiğini daha çok hissettiren bir üşüme alıyor.

Elimizde değildir, git gide çoğalan yalnızlığımız donduruyor.


Hele "iyi insanların" kaybı yok mu?


Yaşar Kemal, İnce Mehmed'de der ya; "O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler, " okurken burnunuzun direği sızlar, aynen öyle.


iYİ ADAM deyişi kadar kişiye özel, görece bir ifade görmedim.

Aslında " Siz nasıl bilirsiniz bilmem, ama o kişi benim için iyidir, " denilmek istenir de neden herkesin kabul etmesi gerektiği düşünülür ve niçin musalla taşındaymışız gibi ağız birliği ile "iyi biliriz" denilmesi istenir onu anlamam.



İnançları ve alışkanlıkları çok kurcalamamak gerek.


*


3 Kasımda Bilal Hoca Çaykara'dan da yakını olan Aydın Özyar'ın öldüğünü, cenazesinin 5 Kasımda kalkacağı İzmir'e gidip gidemeyeceğimizi sordu.


Aydın Özyar tanıdık birinden öte ömrüm için "milyon taşı" gibi çok anlamlı biriydi. Sağlığında bir türlü denk getirip gidip göremediğim ÖZYAR'ı şimdi sonsuzluğa uğurlayacaktım. Orda bulunmayı isterdim. Ne var ki birkaç gündür doktorlarla uğraşıyordum, daha da uğraşacak gibiydim. Hükümetin gururla anlattığı sağlık uygulamaları sonunda semeresini vermiş, bazı doktorlara hiç, bazılarına ise ancak olağanüstü bir emekle ulaşabilir olmuştuk. .


"Bilemiyorum , bir bakmam gerek, ama gitmeyi isterim," dedim.


Metroda kullanılmadığından artık sislenen anılar arasından, siyah beyaz fotoğrafları, öğretmen okulu yıllarını seçmeye çalıştım.


Belki de ömrümün en güzel yıllarıydı o yıllar. Sınavla girdiğim okulda yatılı okuyordum. Her öğün sıcacık yemeğimiz ayağımıza geliyor, o dönemde bile kaloriferle ısıtılan koca binalarda hem eğitim görüyor, hem de barınıyorduk. Her yıl giysilerimiz bile, çamaşırlarımıza değin yenileniyordu.


Devlet o devir ne güzel devletmiş.


Sizi bilmem ama , benim tüm muhalif halime karşın, devlet denince gayri ihtiyari önümü iliklemem işte o günlerde gördüğüm özendendir, yoksa ben devletin iyi ve namuslu yurttaşının daha iyi yaşaması için kurgulanan çok güçlü bir organizasyon olduğuna inananlardanım.


Bu sonraki uygulamaları hiç anlayamayacağım, yetiştirip istihdam etmek, ondan yararlanmak yerine" giderlerse gitsinler" demeyi, yuvadan atmayı yani.


Kemerkaya'daki Erkek Öğretmen Okulu denizin kıyısında gösterişli, Rumlardan kalma, ama sağlam , güzel bir taş binaydı. Bilenler bilir, yol geçene kadar deniz, alt bahçesinin dibine vururmuş. Kocaman ön bahçesinde binbir çeşit ağaç vardı. Küçük Atatürk büstünün yer aldığı minik havuzda kırmızı balıklar yüzerdi.


Akşamları zorunlu etüt saatlerinde nöbetçi öğretmenlerin gözetiminde zorunlu ders çalışıyor, okul işliklerinde, çok zengin kütüphanesinde ya da donanımlı spor salonunda kendini geliştirme imkanı isteyen buluyordu.

Kİ o dönem Trabzon kırsalının kitabı, Ayvasıl pazarında seyyarcının sattığı Hayber Kalesi Cengi sanan, değil keman, kostel kemencesi bile tanımayan çocuklarından olan ben, sınıfımın en çalışkanlarından olmuş, piyano çalmaya başlamış, özel ilgi duyduğum sporda ikinci yıl elit cimnastık takım kaptanı olmayı başarmıştım.

19 Mayıslarda çıktığımız türbinleri dolduran hayranlarım beni adımla çağırıyorlardı, Şenol ya da Ali Kemal kadar değilse de epey ünlüydüm.


Üç yıl rüya gibi geçmişti. Neler olmadı ki o arada.


Hele katıldığımız bir boykot deneyimi vardı ki ülkemin sonraki 20 yılını götürecek siyasi olayların ve olaylara bakışın resmiydi. Boykot için yürüdüğümüz sahilden polisin önünden kaçarken yitirdiğim tek ayakkabıya ağlayarak döndüğümüz gece bizi bahçedeki at kestanesinin altına toplayan sonradan Cemal Süreya'nın eşi Zühal Tekkanat'ın götürdüğü Hatay Lokantasında "şair arkadaş" olarak tanıyacağım Mustafa Okan Baba'nın "Sizi aç köpekler..."diye bağıran sesi hala kulaklarımdadır.


Kısa süre sonra onun yerine Aydın Özyar yeni müdür olarak atanmıştı, nasıl da sevinmiştim.



*

O sonbahar hüzünden de öteydi.

Ülkenin kıyametiydi.

Deprem bütün Marmara'yı vurmuş, insanlar dört bir yana çil yavrusu gibi dağılmıştı.

Biz de yıkılan evimizden ne kurtarabilmişsek onla İzmir'de soluğu almıştık.


Bu ülkenin büyük bölümünün hasreti olan bu güneş şehrinde bizim ruh halimiz zemheriydi .

Güneş masmavi gökyüzünde altın bir sini gibi dönüp dursa da içim üşüyordu.


Sırtımdan belime iğneler akar,

Hiçbir şey bıraktığımız yerde değildir artık,

Terkedilmiş, cami avlusu çocuklarıyız.

Bir okyanus ortasında tek gibidir ömrün.


 

Üşürüz… Hep üşürüz


diye zikrettiğimiz günlerdi.


Ardı ardına oluşan depremin cehenneme çevirdiği Marmara'dan katarlar halinde kaçtığımız, tebdili mekanda rehavet vardır deyip yollara düştüğümüz günlerdi..


Tedirgindim, Ankara'nın memurluğum boyunca bana muamelesini bilmemden dolayı kaygılıydım, ama karakış yaklaşırken çadırda küçük çocuklarla daha fazla kalamazdık. Bulabildiğim tanıdık isme umarsız gittim.


Kaygılandığım gibi olmadı.


Çok tuhaf bir şey bu.

Sadece dünyaya bakışım nedeniyle, yani baştacı ettiğimiz demokrasi getirisi, iktidarda olan A Partisinin yandaşı bir çakal da olsa kutsanırken, daha dün iktidarda olan B partisi, hatta ülkenin kuruluş felsefesine sahip milyonlarca kişi tu kaka oluyor, işe alınmıyor, hakkı olanlar teslim edilmiyor, nerdeyse fırından ekmek de alamayacak dende lanetleniyor, nasıl iş bu?


Buna nasıl olur da demokrasi denir de ayrı bir konu?

Gördüğüm bu ülkede demokrasi sorunların temeli, ülkeyi kırk parça yapan bizzat o.


İşte öyle, bugüne değin kendimi bir gariban mülteci, en çok yeni gelen bir Balkan göçmeni gibi görebildiğim ülkemde ilk kez, o gün, hakkım olan konularda olmaz sözcüğünü duymak istemeyen onurlu bir Türk yurttaşı muamelesi görecektim bakanlıkta...


Yıllarca uğraşsam olmazdı. Daracık bir sonbahar günü, 28 Ekim'de o yarım günlük mesai saatinde Edebiyat öğretmenlerine kapalı olan İzmir'e Türkçe öğretmeni olarak kararname çıkartıp gitmiştim.


Ankara'daki ağabeyin elini omzunda hisseden her ergen çocuk gibi gururlu ve çalımlı...


Geride dünya kadar ölü ve bir virane bıraksak da biz postu kurtarmıştık ya...


Ne var ki insan gittiği yere kendini de götürüyor. Biz yorgun, yıkılmış sözcüğün tam anlamıyla bir depremzedeydik. O halde cennete gitsek huzur bulamazdık.

Her tatil koşarak geldiğimiz Ege kıyıları şimdi hiç de öyle bayram yeri gibi gözükmüyordu.


Gündüz bir güneş ülkesi olan Bornova, akşam olunca, aydınlığını, güneşini ilk gördüğü çöpe atıyor, simsiyah, kasvet ve iç acıtan hüzün yüklü giysilerini giyiyor, solgun ve yetersiz lambalar aydınlanamayan caddeler, portakal , mandalina bahçeleri felaket yalnızlık kokuyordu.


İnsanlar, günahlarını almamalı, nazik ve güler yüzlüydü, ama o kadar... Seni, kirli, sorunlu, hasta... kabul etmeye niyetli bir kalenderlik ve anlayış, elbette psikolojimden, göremiyordum.


Ne yapsam kurtulamadığım halim aynen böyleydi; zemheri.


Cemre düşmez dağlarıma,

Nevruzlar başka tanrıların çocukları,

Artık bir lokma, bir hırka, bir de sen değil hayat,

Kimsesizlik giyneğimiz



Üşürüz hep üşürüz.


Muhtaç ama onurlu insan, sorunlu insandır.


Onların akılsız olanlarına suç işlerken, yozlaşırken ya da birilerine tetikçi olup kullanılırken rastlayabileceğiniz gibi, akıllı ama arkasızlıktan çıkar kapı, yol bulamayanlarını parklarda kendilerini jiletlerken görürsünüz.


İzmir'de çok tanıdık vardı, ama yakın dost, çat kapı gideceğimiz , ben üşüyorum deyip "hoşt başka kapıya demeyecek ," sarılabileceğiniz tek insanımız yoktu.

Ankara'dan referansım olan "ağabeyin" beni emanet ettiği insanlar da hiç de benim dilimden konuşmuyorlar, beni güya seviyorlar, ama severken dövüyorlardı.


Hele müdürüm olan arkadaş... Yanımda, Atatürkçü öğretmenlerine veryansın ediyordu, ben de duyarlı halimle kendime alıyor, iyice yaralanıyordum. Artık emindim bu ruh halimle bu adamla bir saat bile çalışamazdım.

Sonunda isyan ettim, "Ben sizden değilim, " dedim. Bana evini fahiş bir fiyatla verip komşu yapmaya çalışan müdür o kadar şaşırdı ki ikram ettiği çayın parasını bile vermeden ayrıldı yanımdan.


Geçmiş deneylerimden bilirdim: Eğer ki arkan olmadığı çok belliyse, devleti, hükümeti, yöneticiyi... kahvede bile olsa, eleştirirsen Sivas'ta, Adapazarı'nda bana yaptıkları gibi seni cezalandırırlar. Haklılıklarını artırmak için yeni suçlar da yaratabilirler sana. Ne var ki arkanda adamın var diye sanırlarsa hele bunu haklı bir nedenle yaparsan seni memnun kalacağın, tabi susacağın bir yere getirebilirler.

Artık bekleyecektim.


Sen misin öyle diyen, çok geçmedi, birkaç gün sonra beni alıp Bornova Anadolu Lisesine verdiler. İstesem, yırtsam kendimi gidemezdim, her şeyden önce sınavla öğretmen alan bir okuldu.


O zaman anladım ki Ankara'daki büyük ağabeyin gerçekten eli güçlüydü İzmir'de, sonradan öğrenecektim ; hatırlı akrabaları vardı ve İzmir'in ileri gelen işadamlarından, otogarı da yapan Mehmet Niyazoğlu akrabasıydı.


Yani ben onların rastlantısal da olsa yakını olarak biliniyordum... Sağolsun böyle bir onura kavuşmuştum ve bu onuru Öğretmen Okulları Genel Müdürü olan öğretmenim Aydın ÖZYAR'a borçluydum.



*

Aydın Özyar'ı uzun yıllar ne görmüş ne duymuştum.

Tam 27 yıl olmuştu okuldan ayrılalı, belki ben tanırdım ama onun beni anımsayacağını hiç sanmıyordum. Hayat öyle bir şeydir, birileri bir dönem hayatınıza girer, rolünü öğrencidir, öğretmendir, komşudur, arkadaştır... oynar, sonra bazen sessizce, hiç iz bırakmadan, bazen gürültüyle, yani iz bırakarak kaybolur.


1999' baharında Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulunda öğretim üyesi olan Şengül Sugertin "Senin bir öğretmeninle tanıştım," demeseydi haberim de olmayacaktı Aydın ÖZYAR'in öğretmen okulları genel müdürü olduğundan.


Deprem olduğunda bir süre bütün yoksunluklarına karşın Yalova'dan ayrılmak istemedim bir zaman. Oraya karşı hiçbir yere duymadığım bir bağlılık duyuyordum. İlk kitaplarım orda yayımlanmıştı, gazetelerde yazmaya orda başlamıştım, daha önce neydim bilmiyorum ama şimdi ilk kez eylemli olarak hayatın içinde yer alıyordum. Dahası komik gelecek size ama okul müdürü, belediye başkanı, milletvekili, valiyle... ilk kez ömrümün bu döneminde dişe diş kavgalara tutuşmuş, çok dayak yemiş ama yenilmemiş, yılmamış bir gururu da taşıyordum. Ne var ki kış koşulları kapıya dayanınca bu koşullarda küçük çocuklarla burada yaşanamayacağını düşünüp tayin istemeye karar verdim.


Ankara'daki arkadaşlarımı arayıp yardım istedim, kısa bir bekleyişten sonra ilk olumlu haberi Yüksek Öğretmen'de öğretim üyesi olan Şengül Sugertin'den alacaktım. Öğretmen okulları genel müdürü olan Aydın Özyar bana her türlü yardımı yapacaktı. Bu arada MKE'de müdür olan halamın oğlu Ali'de o zamanın bakanlarından Eyüp Aşık'ın depremzedelere ev verdiğini söylüyor, görüşmeye gitmem için başımın etini yiyordu. Ben de hangi birine ev yetiştireceklerini düşünüp içimden olmaz diyordum ama gittiğimde o görüşmeyi de yapma kararlılığıyla telefonla bütün randevularımı ayarlayıp yola çıktım. Eyüp Aşık'la görüşmemiz tahmin ettiğim gibi tuhaf geçti. Bakan bize özetle "böyle saçma bir habere nasıl inanırsınız" dedi.


Beni makamında kabul eden öğretmenim Aydın ÖZYAR'sa otuz yıl önceye göre çok değişmemişti, belki birkaç kır saç , hepsi o. Yalnız anımsadığım Aydın Özyar daha ciddi , daha sert gözükmeye çalışan hatlara sahipti , bu ise durmuş oturmuş bir insanın dinginliğini taşıyordu yüzünde.


Sahi,43 yaşında bir öğrenci 57-58 yaşındaki öğretmeniyle ne konuşur? Hal hatır sorduk, kitaplarımdan birini verdim, memnun kaldı, daha da konu bulamadım. O zaman işte o bugün bile utandığım baltalığı yaptım:

"Hatırlar mısınız bilmem ama siz beni okulun son günlerinde sigara içtim diye fana dövmüştünüz?" dedim ama söz ağzımdan çıkmadan çok ayı ettiğimi, hatta tüm umudumu budamış olabileceğimi fark edip utandım, pişman oldum ama geç kalmıştım.


Umduğum olmadı:

Büyük bir kalenderlikle, hep ciddi durmaktan bir gülümseme acemisi gibi duran yüzüne acemi bir tebessüm oturtarak ;

"Anımsamıyorum, ama öğrenciler bizim çocuklarımızdır, şimdi sigara içerken görsem seni gene döverdim," deyince ikimiz birden güldük.


Başıma ne işler açacağını bilmeden günde dört beş paket içtiğim günlerdi. Bazen kurtulmak istiyor ama beceremiyordum.

"Keşke," derken yürekten demiştim.

İnsan bakar kör ya da kendi davasının hem davacısı hem savcısı olunca böyle oluyor: Aydın Özyar'ı ancak 27 sene sonra anlamış ve orda affetmiştim.


" Şimdi bırakalım geçmişle uğraşmayı da sen buraya gelmek istersin yoksa başka bir yer mİ?

Ankara'nın soğuk , kasvetli günleriydi.

"Gelsem ne yaparım ki burda?"

" Yanıma alabilirim seni?" demesin mi?

Bu itimadına duygulandım, gözlerim yaşardı. Ne var ki sadece ben değildim ki, neyimiz varsa kaybettiğimiz bu depremin etkilerini onların üstünden silmem gerekti.

Buraya gelirken kardeşlerim ve arkadaşlarımın olduğu Ankara' diyordum ama şimdi, nereye giderdim ki?

Benim karar veremediğimi anlamış gibi:

"İzmir'e gitmek istemez misin?" dedi.

Ben de B planım oymuş gibi;

"Olur !" dedim, hemen.


Biz çaylarımızı içerken memura talimat vermiş, kararnamem hazırlanıp bir örneği elime verilmişti.


Çiğli'deki öğretmen okuluna verilmiştim.


Oradan çıkıp İzmir'e geçtik o gün. Çiğli'deki öğretmen okulu cehennemin dibinde emanet bir okuldaydı. Aile sevmemişti tepelerdeki okulu.

İyi de nasıl olacaktı ki?

Düşün düşün buldum. Sorun değildi; Ankara'da ağbim vardı. Çekinerek telefon ettim, o ciddi adam, hoş görüyle karşıladı beni.

Hatta sıkıldığımı fark edip teselli bile etti.

"Öyle düşüneceğinizi bilmeliydim, ama onlar yakında yapılacak kendi okullarına yola inecekler, belki de lojmanın bile olur diye verdim seni oraya," dedi. Ardında ekledi: "Şimdi nereyi istersin?"


"Beni Bornova'ya verir misiniz ?"

"Oldu bil, kararnamen Bornova'ya yazılacak?"


Bornova'ya verildim.... ve orda Aydın Özyar'ın doktor olan oğlunun o günlerde öldüğünü öğrendim, bana hiç bir şey belli etmemişti oysa.


Sonra başlangıçta anlattıklarımı yaşadım, baktım olmuyor, çoluk çocuk da mutsuz, geri dönmeye karar verdim.


Utandım Aydın Özyar'ı arayamadım. O dönemin DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel'i tanırdım. Ona telefon ettim, ezilip büzülerek anlattığım derdime olumlu yaklaştı. Ertesi gün Ankara'ya gittim bu kez dönüş kararnamesini de elden aldım.


Aydın Özyar'a da kısa bir mektup yazdım.

" Öğretmenim, İzmir'de yaşamayı beceremedim, geriye dönüyorum. Her şey için teşekkürler.

Saygılarımla"


Bir ay sonra Bursa'daydık.


Hep aklımdaydı ama bir türlü Sevgili Öğretmenim Aydın Özyar'ın gidip elini öpmek kısmet olmadı. Dergi tüm zamanımı çalıyor, etkinliklerde ömrüm geçiyor, bir türlü o zamanı yaratamadım ...

Dürüst olmak gerekirse hiç biri değil, en çok utancımdan fırsat yaratamadım.


Yerin aydınlık olsun öğretmenim.


*


AYDIN ÖZYAR KİMDİR?


1940 yılında Trabzon - Çaykara'da doğdu. İlköğrenimini Çaykara'da, Orta öğrenimini Erzurum ve Trabzon Öğretmen Okullarında, Yükseköğrenimini İstanbul'da tamamladı. Yozgat, Erzurum ve Trabzon Öğretmen Okullarında matematik öğretmenliği ve yöneticilik görevinde bulundu.1975-1995 Yılları arasında; Bakanlık müfettişliği ve Başmüfettişliği yaptı. 1995 yılında atandığı İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü görevinde iken 1996 yılında MEB Öğretmen Yetiştirme ve Eğitim Genel Müdürlüğüne getirildi. Genel Müdürlük görevini 7 yıl yürüttükten sonra, kendi isteği ile 2004 yılında emekli oldu. Özyar, Milli Eğitim Vakfı Denetleme Kurulu Başkanlığı ile Ege Karadeniz Dernekleri Federasyonu Genel Başkanlığı yapmıştı.



31 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 Comment


Şenol YAZICI
Şenol YAZICI
34 dakika önce

Değerli OKURLAR,


YAZIMLA İLGİLİ İTİRAZLAR geldi.


Yazıda andığım kimi insanlardan kötülük gördüklerini ifade edenler oldu okurlardan.

Sağolsunlar, nezaketle buraya yazmamışlar ama bana özelden bildirdiler.


Lütfen sağduyuyla bakın. Sözünü ettiğim en az elli yıllık bir süreç...


İNSAN, 60 yıl -70 yıl yaşayacak, önemli bir rolde olacak da onu her seferinde Ahmet Mekin gibi "iyi adam" göreceksiniz, mümkün mü bu?

En azından bir miras davası yaşamayanımız var mı?


Bunu öngörmüştüm aslında, bu nedenle yazıya

"iYİ ADAM deyişi kadar kişiye özel, görece bir ifade görmedim," diyerek başlamıştım.

"Aslında " Siz nasıl bilirsiniz bilmem, ama o kişi benim için iyidir, " denilmek istenir de neden herkesin kabul etmesi gerektiği düşünülür ve niçin musalla taşındaymışız gibi ağız birliği ile "iyi biliriz" denilmesi istenir onu anlamam."…


Like
1/706
bottom of page