top of page

AV ZAMANI



Mahalle kahvesinde bir araya gelmişlerdi Ali, Kamber, Muhlis. Birer demli çay dediler Kahveci Müslüm’e. Çaysımışlar iyice, üç çekişte tükettiler,

"Birer çay daha Müslüm abi bardakların altı delik galiba baksana tükeniverdi!

“Bardakların altı delik değil yavrum, bülbülyuvası gibi çay bardağı, iki fırt da bitiyor!” Öteki,


“Müslüm abi çabuk tazele, bak bardağın adam gibisi varsa ona yap bizim çayımızı!”


Çaylarını bitirmişlerdi, altmış beş model Land Rover cipe bindiler, Borlu’dan ayrılıp Kireçli rampalarına tırmandılar. Sağ taraf uçurumdu. Bir yuvarlansalar kırk parçaya bölünürlerdi. Uçurumun yamaçlarında aralıklı bodur palamut meşeleri vardı. Taşlık kayalık arazide taşlık, topraksız arazide büyümemişti meşeler. Sonra yakın uzak ahlât çövürleri, çaltılar, hatmi çiçekleri, dikensi kurak toprakların top başlı dikenleri. Uçurumdan aşağı, azıcık ileri doğru bakınca Borlu çayının Demirköprü barajı ile sarmaş dolaş kucaklaşmasını görürsünüz. Demirköprü Barajı, dağların arasında, gözleri dinlendiren maviliğiyle, soğuk kış günlerini yumuşatan ılıman havasıyla, altmışlı yıllarda yapılmış, adını tozlu topraklı yolda yürüyüp giden sığırların sidiği misali, virajlı yolu üstüne yapılan köprüden, demir köprüden alırken, Gediz ovasına hayat verir… Hele içindeki cins cins balıklarıyla yakın köylerin, kaçak avcıların, protein kaynağıdır.

Üç arkadaş, köyün dağını, taşını adı gibi bilen Kamber’i de almış, Telel mevkiine ava giderler. Bağlarbaşından sonra her yer silme kızılçamlıktır. Yanında yönünde deniz, göl möl olmadığından doğa yemyeşildir. Genç yaşlı milyonlarca ağaç. Eskiden ulu çamlar vardı buralarda, göz alabildiğince uzanırdı, ağaç katili motorlu testereler çıkmadan önce. Köylünün yakacağı, dalından, kurusundan olup giderken ağaç katilleri, “delik demirin” icat edilmesi gibi koca koca çamları dakikada yer serer. Düzlüklerin çamları, tarla açma ihtirasına kurban olurken, yamaçlar, tepeler balkanlıktır.


Çamlığın içinde bir başına ahlât, meşe, muşmula ağaçları Ali gibi yalnızlığın timsalidir. Kamber, insan psikolojisiyle ilgili, bir tedrisattan geçmiş değildir; fakat bakar bakmaz o insana dair bir şeyler söyler, söylediklerinde de yanılmazdı. Kamber, tansiyon hastasıdır, ince eleyip sık dokuyan karakter özelliği, ince fikirlilik tansiyon hastası yapmıştır onu genç yaşta. Telel vadisine geldiklerinde:


“Benim tansiyonum oynadı, şuraya oturup elimi yüzümü Telel pınarında yıkayayım, siz çok uzaklaşmadan yakınlarda avlanmaya bakın, ben Kıcırların bahçe ektikleri yerde armut ağacının dibinde beklerim sizi!”


“Olmaz dedi, Ali, birlikte gideceğiz, sen ayaklarını armut ağacına dik, gözünü kapat on dakika sonra çamların oksijeniyle hiçbir şeyin kalmayacak, hadi dediğimi yap, anca beraber kanca beraber!”

“Ali doğru söylüyor dedi Muhlis!”

Ali, Kamber, Muhlis, Telel eşmesine doğru tüfekleri omzundan ellerine almış, çakmaklarını açmış, av için hazır bir vaziyette elleri tetikte, gözler çakmak çakmak açılmış, her an uçuverecek bir keklik, her an uçuverecek bir üveyik, önlerinden zıplayıverecek bir tavşan için tetikteydiler. Aslında onlar tavşan eti yemezdi. Tapucu Cafer,

“Tavşan mavşan vurursanız mındar etmeyin bana getirin, kim getirirse fişekliğini dolduruvecen! Sonra da Kuzuluk’ta yemek benden ırakı sizden hem de bi gözel yir, içe, eleniriz, sonracama da düne müne yolculuk ederiz; anaştık mı?”


“Tamam, hem de on sefe tamam!”

“Ali tamam deyo, ben bi şe demiyon,” dedi Kamber!”

Kamberin tansiyonu ha bire yükseliyor, yükseldikçe, tansiyona mansiyona kendi kılkuyrukluğuna verip veriştiriyordu.

“Benim gibi ince fikirlinin, sabah akşam şeytan babıcı dikenlen, ta ağzına yüzüne…”

Kamber tansiyonu ile kavga ederken, Telel deresinin boğucu sıcağı adamakıllı çökmüştü. Bir tarafta Kabaklık kaşı, diğer yandan Asmalca kaşı, aşağı doğru Metreslik tepesi, esintinin vadiye ulaşması mümkün değildi. Ak topraklar ayna olmuş, sıcaklığın derecesini yükseltip insanın her bir yanını kan ter içinde bırakmaktaydı.


“Senin gibi havanın, senin gibi tansiyonun ta anasını avradını…”

Küçük bir esinti ile kıpır kıpır kıpırdayan çamların iğne yaprakları titremez. Azıcık efildeyiverse iğne yapraklar, rüzgarı büyütecek, yeşilin bin türlü rengi, ruhunda bir sevda türküsü, bir mavi türkü olarak doğacaktır. Kamber armut ağacının gövdesine dayanırken, Kabaklık kaşından gelen köpek havlamalarını duymuş, tansiyona sebep, konuşmaya canı istemediğinden bir şey demez. Bu ses, tavşan izi, tavşan kokusu süren zağarların “çem çem,” sesidir. Arkasından iki el silah sesi, içinden,

“Tavşana sıkı mı harcanır,” diye söylenir kendi kendine. Tansiyonu düşmemiştir daha, o, tansiyonu çıkınca başını ıslatır, oralarda su olsaydı sokardı içine. On iki yıldır tansiyon hastasıdır, sabah yataktan kalkar kalkmaz ilacını alır, güne öyle başlardı, bugün öyle yapmış; fakat yine çıkmıştır tansiyonu. Tık demiş, burnundan düşmüş, anasını kıl huylarını almış, şeyi ile kavga eden bir karaktere sahiptir. Aynen anası gibi, bir şeye kızdı mı, tansiyonu fırlayıp çıkardı.


Telel eşmesi, Kepekçi emminin tarlasının altındadır, çelik gibi, derler ya, “karpuzu çatlatan bir suyu” olur. Tansiyonu tam manasıyla düşmeyen Kamber, eşmenin içine sokar başını, bir dakika bir tutamaz, eşmenin içinde. Su soğuktur, buz gibidir, eşmenin soğuk suyu kafa dersini germiş, damarlarını gömgök göğertmiştir. Yol kenarlarındaki ahlatlar gelen geçen yesin diye tarla sahipleri tarafından armuda aşılanıp adına “hayrat amıtları” denmiş. O armutlardan gelen geçen, canı isteyen, karnı doyuncaya kadar yer. Kimse “armut hırsızı” demez. Adı hayrat armutlarıdır çünkü, gören gözün hakkı olur, diye yesin içsin, helal olsun demişlerdir. Yenilen yenilir, dibine düşenleri börtü böcek, hayvanlar yer, başında kalmışsa tarla sahibi de kalanı silkeleyip heybesine koyar, evine götürür. Yolda birileriyle karşılaşmışsa,


“Ha bi yo iyen, amıt veren sulu yi iyen, canın istedi gada da al” der. Anadolu köylüsü, hakikatlidir, “delik demir icat olmadan,” alış verişinde parayı tanıdıkça hakikatli köylü daha çok kazanmak için müflis tüccarlardan hinlikleri öğrenmiştir.


Başını Kabaklı mevkiine çeviren Kamber, “yere batsın davşanınız, yinir mi u, eşek eti gibi!” O benzetmeyi neden yapmıştır, onu kimse bilmez, belki de aile büyükleri öyle demiştir; o da ona sebep öyle demiş olabilir. Yoksa ne eşek eti, ne köpek eti, ne de at eti yemiştir. Kamber, konuyu biraz daha bilimsel çerçeveye oturtmak için, tek tırnaklı hayvanların eti yenmez, eti yenen hayvan geviş getirmeli, çift tırnaklı olmalı diye de bir sonuç yazmıştır, tüfek sesine, zağar sesine istinaden.

Biraz sonra Ali de geldi Telel eşmesinin yanına. Telel eşmesinden eğilip kana kana su içmeyi babasında görmüştür. Babası, şapkasının ibiğini geri arkaya vererek kana kana içerdi. Telel eşmesinin suyu incedir, şişkinlik mişkinlik yapmaz. Ali de şapkasının ibiğini arkaya çevirir, diz geldiğinde suyun yüzeyinde titrek titrek konup uçan su sineklerinin dereye aşağı uçup gitmesine takılır. Eşme derinlerden yukarı doğru fokur fokur kaynamakta, su yüzeye çıktığı yerde patlamaktadır. Patlama saniye aralığında yüksekliği, bir çok, bir az biteviye devam eder. Ali'nin şapkasının ibiği arkada, diz gelmiş, bir fokurdayan suya, bir kayan sineklere bakmaktadır. Eğilir, suyun yüzeyinde kendi cemalini görür. Karakaşlarının Telel’in ak topraklarının tozu dumanıyla beyazlaştığını, dudaklarının Telel’in ak topraklarınca çatlatıldığını fark eder. Derin göz çukurundaki yorgun gözler, Anadolu köylüsünün fotoğrafını resmederken, çukurlaşan gözlerin altındaki torbacık, varisli damar gibi pörtleyip çıkmıştır. Ali, bir müddet daha eşmenin aynasında kendine tutkun bakar. Sonra, hızla dudağını eşmenin soğuk suyuna dayayıp kana kana içer…


“Şükür elhamdullah, verdiğin nimetlere bin şükür,” der. Ali’nin manevi yanı kuvvetlidir, kuvvetli derken öyle çöl bedevilerine aşık falan değildir. O, inancını içinde yaşayan, kurucu değerlere sadık, hakikatli biridir.


Muhlis’in av mav derdinde değildir. O hiçbir canlıya kıyamaz. Eline tüfeği almış, onlara arkadaş olmak için, doğanın temiz havasını solumak için gelmişti. Aslında elinde tüfekle oksijen avına çıkan bir avcı demek daha doğrudur.

Kana kana suyunu içen Ali, az ileride yüz üstü yatmış birini görünce o yana doğru, ürke ürke yürür. İşte o anda yaman bir korku, bir hançer olup yüreğinin ortasına saplanır.


“O ne ola ki der, ölü müdür, diri midir; ya da beni korkutmaya çalışan bir mi?”


O yana doğru yürürken, yüreği korkuyu çoktan beynine iletmiştir bile. O korku ile Gök Münevver’in deyimiyle “acal teri”ne kesmiş, saçları yağmurda ıslanmışa dönmüş, yanaklarından aşağı süzülüp inerken, aynen ilkokul öğrencilerinin yağmur resmi çizdiği gibi uzayıp gitmiştir aşağı doğru. Asmalca kaşının, Metreslik tepesinin, Kabaklık boğazının kızılçamları salınmaktadır boyuna, salınırken çevre köylerin gelin ağlatma havası Cezayir çalmaktadır sanki, ne demekte bu ağıt?


Cezayir'in harmanları savrulur, Savrulur da sol yanına devrilir Sarı buğday samanından ayrılır. Sokakları mermer taşlı Güzelleri hilal kaşlı Cezayir Gemilere çürük tahta dayanmaz Yiğitlere gaflet bastı uyanmaz Aman Allah buna canlar dayanmaz


Cezayir’de savaşan Türk askerleri için yakılan bir ağıt iken düğünlerde gelin ağlatma havası olarak çalınır çok eski yıllardan beri.


Telel eşmesinin yanı başından geçen çay yolundan kimsecikler geçmemiştir saatlerdir. Bu yolun yolcuları mevsimliktir, çay yöresine sebze dikilir, oraya gidişler kasımda nihayete erer, köy uzak olduğundan bu bitek topraklar, verimli olarak kullanılamamıştır.


Ceset, Telel eşmesine yakındır, kırk elli adım var yoktur. Her kimse eşmeden eğilip suyunu içmiş, “su içerken yılan bile dokunmaz,” sözüne binaen kıymamış katili, az uzaklaşsın bakalım demiş, sonra öldürmüş. Ali ter içinde, cesede doğru korka korka yaklaşırken, birden mıh gibi çakılıp kalır yerine, adım dahi atamaz. Geri geri çekilir, gözlerini ovuşturur hayal mi görüyorum, der, açar kapatır gözlerini. Sonra sağa sola bakar, görünürlerde kimse yoktur. Arkadaşlarına bağıracak olur, korkudan ses edemez. Diğer yandan yaman bir merak da içini kemirir. Tekrar cesede doğru kısa adımlarla, ayağını sürüye sürüye yürür, yine aynı yere gelir. Az önceki korku bu sefer daha yaman bir şekilde göğüs kafesini delip çıkacak gibi olup güp güp atar. Korka korka iki adım daha atar. Boynunu uzatır, cesedin üstündeki yamalı gömlek rengini kaybetmiş, gri zemin üstünde koyu siyah çizgiler, ak toprakların akına dönmüş, karnından akan kan ak toprakları kızıla boyamış, ölü avcısı, grili siyahlı, mavi gövdeli sinekler, çoktan ölünün üstünde tavafa başlamış. Bu melun sinekler, ölü avcısıdır, dünyanın neresinde olursa olsun ölü kokusu aldılar mı, yel olur, deli poyraz olur orada biter.


Ceset bir erkek cesedidir. Otuzlu yaşlarda olduğu yüz hatlarından bellidir. İnce dudaklarını örten seyrek kahveyi bıyıkları, ağzının kıyısından sarkmış. Yeşil mavi arası gözleri, kıpırtısız bakmaktadır. Ölünün üstündeki kot pantolon birkaç yerinden, paçası da aşağıdan yukarı yırtılmıştır. Arazi meyilli olduğundan ölüden akan kan aşağı, çaya doğru akıp gitmiştir. Cesedin gözleri hala açık olması, direncin, dayanmanın, umudun öteki adı olarak dünyaya bakmaya devam etmekte.


Ali Telel eşmesinin az ötesindeki cesedin üstüne eğilmiş, incelemeye başlar. Cesedin parmakları kesilmiş, kollarına, vücudunun muhtelif yerlerine, derin kesikler atmışlar, ayakkabılarından bir teki yoktur ayağında, ne biçim öfkeyse, kulağının birine de kesmişler. Göğsü, karnı, bacakları her yeri delik deşiktir. Ceset kaç zamandır buradadır belli değildir.


Ali, Telel eşmesinin soğuk suyu ile serinlemeye devam ederken, cesedin akşama doğru el ayak çekildikten sonra yörenin leş yiyen sırtlanları, çakalları üşüşüp yok edecektir. Bu yerler tenhadır, buralara, bu aylarda, günde bir iki insan ya uğrar, ya uğramaz. Ali, kimseye bir şey demezse, cesedin yerinde yeller esecektir bir gün sonra. Yöre halkının andık dediği sırtlanlar doğanın en vahşi hayvanlarından sayılır, yürürken çıkardığı diş sesleri halkın korkulu rüyasıdır. Ona sebep sevmediklerine “andık, andık herif,” derler.


Ali, Kamber’e Muhlis’e, yolda hiçbir şey anlatmadı. Korkuyu, o sahneyi yaşadı günlerce. Geceleri doğru dürüst uyuyamadı, gözünü kapar kapamaz, ceset ayaklanıp üstüne üstüne gelmekte, yakasından tutup sallamaya başlayınca, kan ter içinde uyanır.


Ali, kendini eve kapatmış, kimseyi görmek istemez, günlerce yataktan çıkmaz, Geceleri mezar çamlığına gider, koca çamın dibine oturur, için için ağlar, ağladıkça insanlığından utanır…


Ali, insanlıktan çıkmıştır, var yok gibidir. Esnaf Muharrem, hem Ali’nin akrabası; hem de yardım sever bir insandır. Ali'nin vaziyetinin her gün kötüye gitmekte olduğunu görür. Ali de Muharrem'in dayısı gibi delirip dağlara mı düşecektir? Aliyi Manisa’ya akıl ve ruh hastanesine götürür. Kontrolleri yapan doktor:


“Hastanın yatması lazım, tedaviye hastanede devam etmemiz lazım. Ne kadar yatar, bir şey diyemem, belki aylar; belki yıllar. Hastanın içinde, anlatamadığı bir şeyler var. Ben çağırmayınca sakın gelmeyin, tedaviyi olumsuz yönde etkilersiniz, onun yaşadıklarını unutması lazım. Gerekirse telefon numaranız kayıtlarda vardır, oradan alır; ararım sizi.


Ali, dört ay tedavi görmüş, bu dört aylık zaman zarfında köyünden, akrabalarından kimseyi görmemiş, ona yaşadıklarını hatırlatacak ne mekan, ne kişile...


Doktor, “verdiği ilaçları Ali Bey doğru dürüst kullanırsa eskiye dönüş olmaz; tamamen de iyileşemez, eseri kalacaktır, dikkatli olmak lazım,” deyip taburcu eder.


O günden sonra kimse ne av, ne avcı, ne keklik, ne üveyik, ne tüfek lafı etmez yanında. Birkaç arkadaşı dışında mecbur kalmadıkça kimse ile görüşmez…


63 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/683
bottom of page