top of page
1/2

AŞKIN DİRENCİN ŞAİRİ AHMET ARİF

Güncelleme tarihi: 8 Ağu









Niyazi UYAR

*


Ahmet Arif adını ilk olarak eğitim enstitüsü yıllarında duydum. Büyük bir aydınlanmacı, gerçek bir bilim adamı olan Server Tanilli’nin ölümüne kastedilmiş, evine giderken kurşunların hedefi olmuştu.(7 Nisan 1978) Bursa Eğitim Enstitüsü birinci sınıftaydım. Her derse şiir ile başlayan Batı Edebiyatı öğretmenimiz, hepimizin idolüydü. Onun bilgi birikimi, cesareti… gerçekten gönüllerimize taht kurmuştu. O gün yine şiirle başlamıştı derse ve ilk olarak Tanilli’nin “Oğlum Bülent’e adlı şiirini okuduğunu, dün gibi hatırlıyorum. Sonra  


“Beşikler vermişim Nuh'a

Salıncaklar, hamaklar,

Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,

Anadolu’yum ben,

Tanıyor musun?”


Diye başlayan şiiri okumaya başlamış, şiire uygun ses rengi ile esir etmişti adeta bizi. Şiir bitmiş, duygu seli, büyüdükçe büyümüştü. Sonra arkadaşlar bu şiir kimin, var mı tanıyan demişti. Tabi biz mal bulmuş mağrip misali Nazım Hikmet demiştik.

İşte o gün verdiğimiz yanlış yanıtla tanıdım, öğrendim Ahmet Arif adını.  


Bu öğretmenime dair bir parantez açmak durumundayım. (Bu pek sevgili öğretmenim(!) adını yazmak istemiyorum, çünkü o sevgili öğretmenim(!) 2010 anayasa oylamasında “yetmez ama evetçi” olduğunu söylediğine kulaklarımla şahit oldum. O gün yaşadığım hayal kırıklığını anlatacak sözcükler bulamam hala, o gün, o efsane(!) öğretmen cehenneme giden yolun taşlarını döşeyenlerden sadece birisidir ve ben bu dönekleri hiçbir zaman affedemiyorum. Yazık ona olan sevgime, ona saygıma!)

O günden sonra Ahmet Arif’in şiirlerinin tamamını ezberlemek için yoğun bir emek verdim. Ezberlediğim şiirlerini öğretmenlik yıllarımda davudi sesimle, heyecanla okudum, mesela:


“…Öyle yıkma kendini,

Öyle mahzun, öyle garip.

Nerede olursan ol,

İçerde, dışarda, derste, sırada,

Yürü üstüne üstüne,

Tükür yüzüne celladın,

Fırsatçının, fesatçının, hayının…”

 

Coşku ile okurdum bu şiiri. Sonra Cem Karaca’nın yorumladığı Adiloş Bebe, o ne muhteşem bir şiirdir öyle. Anadolu insanın yaşamını şiir dilinde bu kadar dramatik ortaya koyabilen başka bir şair yoktur.


“Doğdun,

Üç gün aç tuttuk

Üç gün meme vermedik sana

Adiloş Bebem,

Hasta düşmeyesin diye,

Töremiz böyle diye…

Saldır şimdi memeye,

Saldır da büyü…”



Alıntı yaptığımız şu dizelerin çağrışım gücüne bakar mısınız? Hasta düşmeyesin, töremiz böyle diye üç gün meme vermedik sana!


Olağanüstü!


Ahmet Arif, Nisan 1923 de Diyarbakır’da doğmuş, çok çocuklu bir ailenin en küçüğüdür. Annesini doğum sırasında kaybettiği için annesiz büyümüştür. İyi insanlara rastlamak bir şanstır. İşte onun şansı, babasının evlendiği kadındır. Kadın ona hakiki bir annenin göstereceği ihtimamı göstermiş, Ahmet Arif de onu çok sevmiştir.  Ahmet Arif’in asıl adı Ahmet Önal’dır. İlkokulu, kaymakam olan babasının görevi vesilesiyle Harran’da bitirmiş, daha sonra girdiği devlet parasız yatılılık sınavlarını kazanarak, ortaokulu ve liseyi Afyon’da, Afyon Lisesi’nde okumuştur. O yıllar genç cumhuriyetin emekleme yıllarıdır. Çağdaş anlamdaki okullaşmaya Osmanlılar döneminde önem verilmediğinden yurdun çok az yerinde lise vardır. Cumhuriyet kurulmuş, yeni bir devlet doğmuş; fakat yokluk yoksulluk çok ileri boyutlardadır.


Afyon deyince burada bir parantez açmak durumundayım yine. Afyon Lisesi, iki cumhurbaşkanı, yüzlerce milletvekili, bürokrat yetiştirmiş bozkırda bir çiçektir. Mesela Süleyman Demirel Isparta’nın İstanköy’ünden çıkmış, cumhurbaşkanı olmuştur. Atatürk Cumhuriyet nedir diyen sorana bir vatandaşa, cumhuriyet“adam olmaktır,” demiştir ya. İşte tam da öyledir. Bir köy çocuğunun cumhurbaşkanı olmasının adıdır Cumhuriyet. Cumhuriyet yoksul Anadolu çocuklarını devlet parasız yatılı okullarda okutan sistemin adıdır. Afyon Lisesi’nden mezun biri daha var ki, devlet adamlığı ve dürüstlüğü ile gerçek bir devlet adamının, gerçek bir yurtseverin nasıl olması gerektiğinin örneğini veren kişidir O: Ahmet Necdet Sezer!


Ahmet Arif tek şiir kitabı ile hiçbir şaire benzemeyen olağanüstü bir şairdir. O aşk şiirlerinin, özgürlüğün, mücadelenin, şiir sanatının şahikalarında olan bir şairdir. Onun çocukluk yılları, Cumhuriyetin çocukluk yıllarına tekabül eder. Bu yıllar gerçekten çok zor yıllardır, yani yokluk, yoksulluk yıllarıdır.


Ahmet Arif, halk şiiri, divan şiiri okumuş, Ahmet Muhip Dranas okumuş, Tanpınar, Yahya Kemal okumuştur. İlk yazdığı şiirlerin bir bölümü ya bir kız arkadaşının ders defterinde (sahi ya benim ilk yazdığım şiirlerde kız arkadaşlarımın defterlerinin sayfalarında kalmıştı) diğer bölümü poliste. Onun 33 Kurşun adlı muhteşem şiiri, liseyi bitirdiği yıl yazdığı olağanüstü bir şiirdir: Ne demekte Ahmet Arif bu şiirin bir bölümünde?


“…Bu dağ Mengene dağıdır

Tanyeri atanda Van’da

Bu dağ Nemrut yavrusudur

Tanyeri atanda

Nemruda karşı

Bir yanın çığ tutar,

Kafkas ufkudur

Bir yanın seccade Acem mülküdür

Doruklarda buzulların salkımı

Firarı güvercinler su başlarında

Ve karaca sürüsü,

Keklik takımı…”



Şiir, Zülfü Livaneli tarafından bestelenerek seslendirilmiştir. Bundan başka onun şiirlerini, Ahmet Kaya, Cem Karaca, Funda Arar, Fikret Kızılok… seslendirmişler, şiirler yeni yepyeni bir ruh kazanmıştır.  


Ahmet Arif üniversiteyi DTCF ‘de okumak için Ankara’ya gider. Fakat ekonomik sıkıntılar sebebiyle okulu yarıda bırakmak zorunda kalır ve Merkez Bankasında işe başlar. O polisle, gözaltı ile arkadaşlarından birisinin bir şiirini çoğaltıp polise vermesiyle tanışmıştır. Daha ilk tanışmasında günlerce işkence görür. Hatta işkenceciler öldü diye yol kenarına bırakıvermişler gecenin bir saatinde. Sabah çöp toplayan temizlik görevlileri tarafından bulunup hastaneye kaldırılır. O kadar yoğun işkence görmüştür ki, bir haftada anca kendine gelebilmiştir. Artık polis onu mimlemiştir, o bir komünisttir, vatan için tehlikelidir(!) Gözleri üstündedir, fakat bir açığını, bir eksiğini bulamazlar. Bulamazlar, bulamamasına da TKP’ye üye olmak suçlamasıyla tekrar gözaltına alarak trenle İstanbul’a götürürler. İstanbul’da yurtseverlerin tabutluk dedikleri ünlü Sansaryan   Han’da dört ay işkence görür.


Ahmet Arif geçirdiği günlerin sayısını bir kibrit çöpü ile duvara işaretleyerek hesaplamıştır, geçen günlerini. Onun hesabına göre 128 gündür. Ve o kadar ağır işkenceler görmüştür ki, artık dayanmak imkânsız bir hal almaya başlamıştır, akli melekelerini kaybetmek üzeredir, yani tabiri caizse kafayı yemek üzeredir. Böyle anılmak, Ahmet Arif için felaket bir şeydir, diyeceklerdir ki, “Ahmet Arif işkenceye dayanamamış da kafayı yemiş!”


Aklını kaybetmek onun için ölümden beter bir şeydir, öte yandan işkenceler de dayanılacak gibi değildir ve kararını verir; intihar edecektir. Zeminden söktüğü seramik parçasıyla damarını keserek intihar girişiminde bulunur.


O yıllarda bu tabutlukta işkence gören başka aydınlarımız da olmuştur. Mesela Nazım Hikmet, Atila İlhan, Aziz Nesin… Bu tabutlukta işkence gören yurtseverlerin çığlıkları Sirkeci’den ta İstanbul’a oradan bütün ülkeye yayılmıştır. Eli kanlı işkenceciler namussuzluğunuzda yok olun! İşkenceler devam ederken memleketten bir telgraf gelir, telgrafta “baban öldü, cenazesi de ortada kaldı,” diye yazmaktadır. Bu acı, gördüğü işkencelerden çok daha acı gelir şaire. Bunun üzerine:

 

“Haberin var mı taş duvar?

Demir kapı, kör pencere,

Yastığım, ranzam, zincirim,

Uğruna ölümlere gidip geldiğim,

Zulamdaki mahzun resim,

Haberin var mı?

Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,

Karanfil kokuyor cigaram

Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...”


Aslında babası ölmemiştir, bu da işkencenin bir başka şeklidir. İşkencecilerden biri ona, “baban ölmedi, biz senin tepkini öğrenmek için yaptık bunu,” demiştir.


Ahmet Arif’e sormuşlar, “kimin hasretinden prangaları eskittin?” O bu sorunun yanıtını hiçbir zaman vermemiştir. Bu sorunun yanıtı o öldükten sonra ortaya çıkmıştır. Uğruna muhteşem dizeler yazılan kadın, Romancı Leyla Erbil’dir.


Şimdi konuyu biraz kişileştirip soralım: Böyle bir aşk hangi kadına nasip olmuştur, diye soralım? Türk şiirinin en güçlü sesi Ahmet Arif’e ilham veren kadın, bu muhteşem dizelerin doğmasına vesile olan Leyla Erbil, ben bir yurttaş olarak size teşekkür ederim...


Ahmet Arif Leyla Erbil aşkı böyle sessizce, derinden ilerleyip giderken iki edebiyatçının ürünlerine ilham olmaya devam eder. Arada gidip gelen mektuplar ve üretilen şiirler, romanlar… Bir gün Leyla Erbil, Ahmet Arif’e hiçbir şey söylemeden, hiçbir bilgi vermeden yurtdışına gider ve bu gidiş bu kutsal aşkın sonu olur, bir daha ne yazışır ne görüşürler. Ahmet Arif’in Leyla Erbil’e yazdığı mektuplar sonradan kitaplaştırılır. Fakat Leyla Erbil’in yazdığı mektuplar, Ahmet Arif’in arşivciliği olmadığından gün yüzüne çıkmamıştır…  


Ahmet Arif, Leyla Erbil’den sonra Tiyatrocu Aynur Hanım’la tanışır, ikili birbirlerine aşık olur. Bu aşk zaman içinde olgunlaşır, evlilikle noktalanır. Çiftin bu evlilikten bir oğulları dünyaya gelir, adını Filinta koyarlar. Filinta, heykeltraş Filinta Önal’dır.


Ahmet Arif’in şiirlerinde çok güçlü imgeler, çok derin anlamlar vardır. Dizeler şiirin geneline bir ahenk içinde yerleşmiş olduğunu ve her dizede, her sözcükte titiz bir işçilik olduğunu görürüz. Mesela:


“Seni anlatabilmek seni,

İyi çocuklara, kahramanlara.”

“Yokluğun cehennemin öbür adıdır!”

“Karanfil kokuyor cıgaram,”

“Demir kapı, kör pencere!”

“Beşikler vermişim Nuh’a,

Salıncaklar, hamaklar,

Havva anan dünkü çocuk sayılır…”

 

Bu dizeleri açıklayabilmek, şairin tam manasıyla ne demek istediğini anlayabilmek için buna ne beyin ne yürek yeter! Her bir dize dolu başaklar gibi, dalları yemiş yüklü meyveler gibidir. Heykeltraş oğlu Filinta Önal, babası Ahmet Arif’i anlatırken der ki, "şiirleri onu çok yoruyordu, o, şiiri önce aklına yazar, günlerce, aylarca bu dizelerle yaşar, dizelerle konuşurdu,” demektedir mealen.


İşte buna sebep Ahmet Arif’tir o, işte ona sebep yenilerini yazmaya yüreği yetmez, işte ona sebep ömrü yetmez yenilerini yazmaya. Koca şair arkasında sadece 27 şiir bırakabilmiştir ancak!


Ahmet Arif, 2 Haziran 1991 yılında Ankara’da geçirdiği bir kalp krizi sonucunda aramızdan ayrılmıştır. O Türkçe’nin en güçlü şairlerinden biridir. “Hasretinden Prangalar Eskittim,” adlı eseri Almanca ’ya, Fransızca ’ya, Çekçe ’ye, Felemenkçe ’ye, İsveççe ’ye… çevrilmiştir. Ahmet Arif, doğup büyüdüğü toprakların kültürünü, şiire yansıtmış, şiirlerini çok içten bir dille yazmıştır. Onun şiirlerinin mihenk taşını Anadolu insanın yaşam tarzı ve gelenekleri oluşturur.

Ahmet Arif nasıl öleceğini bilmiş olmalı ki, şöyle der:


“Ölüm bu, Fukara ölümü,

Geldim gidiyorum demez.

Ya bir kuşluk vakti,

Ya akşam üstü

Ya da seher mahmurlukta,

Bakarsın ölmüş olacak…”


Şiirini hakikat edercesine 2 Haziran 1991 yılında Ankara’da kalp krizi neticesinde aramızdan ayrılmıştır. Ruhu şat olsun, anısı, devrimci duruşu, mücadelesi önünde saygı ile eğilirim…

                                                                              




45 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/681
bottom of page