top of page

ARKADAŞLIK İSTEĞİ


Sosyal medyadan gelen her arkadaşlık isteğine balıklama atlamaz, kimdir, nedir diye paylaşımlarını, arkadaşlarını iyice bir gözden geçirir sonra kabul veya reddederdi. Bu mecra güzel olduğu kadar bir o kadar da melanetlidir. İstekte bulunan acaba, in mi, cin mi, av mı, avcı mı… Bu sorulara olumlu cevaplar verebilirse kabul ederdi.


Günlerden çarşambaydı, yani Salihli pazarı! “Çarşambada çarşafa dolaşmaz inşallah” Evde eksik gedik var mı diye dolaba bakar, yok ya yine de dolaşıp geleyim der!


“Hadi bir bak, pazar kalabalık olmadan, çıkıp geleyim,” bir de şu pandemi günlerinde kalabalıkları hiç sevmiyordu. Şair Şükrü Erbaş’ın kulakları çınlasın, pazarda önüne arkasına bakmadan insanın üstüne gelirler ya da ağızlarındaki sigaranın dumanını rastgele üflemezler mi?


“Yok yok, bir eksik yok, yine de sen bir dolaş; gözüne yarayan bir şeyler olursa alırsın, Ferhat!" Biriyle konuşuyormuş gibi.


“Tamam tamam, hemen çıkıp bir dolaşıp geleyim; dediğin gibi gözüme bir şey yararsa alırım!”


Ferhat eşini kaybettikten sonra eve bir şey alacağı zaman hep o varmış gibi onunla konuşmaya devam etmiştir. Devam da edecektir; çünkü onun başka biriyle yatağını paylaşması çok zordur.


Salihli Devlet Hastanesinin karşısına küçük bir parkçık yapıp sekiz on adet de bank koymuşlar. Vardı, boş olan birine oturdu. Akıllı akılsız cep telefonunu çıkarıp haber özetlerine göz gezdirmeye başladı. Sonra sosyal medyada dolaşacaktı biraz, nasıl olsa daha zamanı vardı. Profilini açtığında bir arkadaşlık isteği gördü. Baktı:


Esra Karanfil! Hiç tanımıyordu. Profil resminde fotoğraf falan yoktu. Biraz daha inceleyeyim dedi. Açtı, fotoğraflar başlığı bomboş, sadece bir iki manzara resmi ve hayvancık fotoğrafları. Arkadaşları başlığında üç arkadaş ortaktı, bir de hakkındaki bilgiler bölümüne baktı, emekli olduğu okuldan mezun diye yazıyordu.


Nedendir bilinmez, yine de içinde tuhaf şeyler vardı, acaba görev yaptığı yıllarda böyle bir isim hatırlıyor muydu? Adı Esra olan birkaç isim aklına geldi, “Çatak, Sevimli, Karagöz, Güney…” Fakat Esra Karanfil… Yok yok hiç hatırlamıyordu. Bu sırada oturduğu banka birileri daha oturmuş, fosur fosur sigara içerken acıklı acıklı konuşuyorlardı.


“İnşallah iyileşecek, inşallah iyi olacak; ben bu doktora güveniyorum,” derken gözlerinden akan yaşları siliyordu gömleğinin yenine. Hasta olan kimdi, bu koskocaman adam gözyaşlarına hakim olamıyordu. İnşallah, ne evladı, ne de torunudur. Ferhat, yettim bittim çocukların hasta olmasına, üzülmesine dayanamazdı!


Tekrar akıllı akısız telefonuna daldı, Esra Karanfil’in sayfasını incelemeye devam etti “Kabul etsem mi, diye gidip gelirken “onayla” ifadesinin üstüne tıklamış oldu. Arkadaş olmuşlardı. Sonra “çın çın” diye iki bildirim geldi telefonuna.


“Günaydın, siz … mezunu musunuz?”

“Günaydın, hayır mezunu değil, emeklisiyim!”

“Ya öyle mi, çok güzel!”

“Ben 2002 mezunuyum, siz hangi yıllar arasında çalıştınız?”

“1996- 2017 yılları arasında!”

“Ya demek öyle?”

“Evet öyle, ben okulumu öğrencilerimi çok severim!”

“Peki, anladık sen beni tanıdın mı?

“”Esra Karanfil, Esra Karanfil… hatırlayamadım!”

“Dur sana bir foto gönderem, bakalım hatırlacan mı?”

"Allah Allah sen diyor, sana bi foto diyor, tuhaf biri bu Esra Karanfil,” diye kendi kendine söylendi. Fotoyu göndermiş, arkadan da sormuştu.

“Baktın mı, tanıdın mı?

“Emin değilim fakat tanır gibiyim, yine de kesin bir şey diyemem!”

“Beni gören bir daha unutmaz, ipince dudaklarım, Laz uşağının burnuna benzeyen bir burnum; ama ne burun, sonra kara, kapkara Arap yavrusu gibi kara kuru bir kızım işte!”

“Dedim ya tam olarak çıkaramadım, bir yerlerden çağrışım yapıyor¸ama net değil!”

“Peki, beni nasıl buldun?”

“Güzel, benim bütün öğrencilerim güzeldir kızım!”

“Kızım mı, ay ben yetişkin bir bireyim; kızım mı?”

“Benim öğrencilerimin yetişkin olması bakışımı değiştirmez; onlar profesör de olsa, oğlumdur, kızımdır!”


Üslubundan rahatsız olmuştu, aklı başında biri böyle senli benli konuşur muydu?


“Bırakalım şimdi öğretmen, öğrenci gibi konuşmayı!”

"Bırakalım şimdi öğretmen öğrenci gibi konuşmayı," bu cümleye takılmış, kendi kendine, Allah Allah, çekiyordu durmadan!

“Eee ne olacak?”

“Ya boş ver şimdi, bir şey soracağım, kaç yaşındasın sen?”

“64”

“Ben 39, çocuk sayılmam artık değil mi?”

“…”

Ondan sonra yazdıklarının hiçbirine cevap vermedi, Esra Karanfil ikişer üçer kelimelik üç beş msn daha gönderdi. En sonunda “iyi geceler,” deyip günü kapattı.


O gece doğru dürüst uyuyamamıştı, havanın parçalı bulutlu olması gibi parça parça uyumuştu. Sabaha doğru bir kez daha uyanınca erkenden spora gitmek için eşofmanlarını çekip Ramiz Turan Stadyumuna doğru yürüdü. Spor alanına daha kimsecikler gelmemişti. Çok değil beş altı dakika sonra yürüyüş arkadaşları Bülent Başıbüyük, Hikmet Özdemir “günaydın,” diyerek birlikte yürümeye başladılar. Hikmet Özdemir ondaki durgunluğu, cansızlığı fark etmiş:


“Öğretmenim durgun görünüyorsun, inşallah ciddi bir şey yoktur!”

“Yok yok birden dalmışım!”

Bülent Başıbüyük, “ ya Ferhat abi, bak sen benim canımsın, bir şey var da söylemiyorsan darılırım!”

Yok, gerçekten bir şey yok, bugün biraz durgunum, herhalde akşam fazla kaçırmışım!”

“Aman abi, dikkatli ol, daha yeni tanıştık fakat biz seni sevdik, dikkat et seninle muhabbeti çok sevdik; aman dikkat et abi, çok kaçırma!

“Teşekkür ederim, çok doğru söylüyorsunuz!”

Bu ara telefonuna bir iki bildirim daha geldi. Acaba kimden geliyor, diye düşünürken, sonra birden msn araması. Telefonu çıkarıp baktı:


“Esra Karanfil!”


Açmadı, sesini kapatıp cebine koydu, kafası allak bullak olmuştu. Ne diye arar ki bu kız, sabah sabah üst üste üç mesaj atmış...

“Bak Ferhat abi, bir şey var da bizi geçiştiriyorsan ayıp edersin; bize güvenmeyene biz de güvenmeyiz, Hikmet abim de benim gibi düşünüyordur. Ben, Hikmet abiye sonuna kadar güvenirim, o da bana güvenir. Seni de çok sevdik, dedim ya sen benim kanımdan canımdansın!”

“Yok, gerçekten yok bir şey!”

“Yok,” derken bir öfke kasırgası olup esecekti nerdeyse. Bu nasıl bir cüret, bu sorunun cevabını bilmesi imkânsızdı, bunun ne demek olduğunu bilmesi için onun yerinde olması lazımdı. 64 yaşında o, 39 yaşında o. Üstelik görev yaptığı okuldan mezun olmuştu.


Bozdağ’ın üstüne çöken karabulutlar, yavaş yavaş şehrin üstüne doğru bir yürüyüş eyleyip şehrin üstünü kapatacaktı. Karabulutlar çökmeden, insanın kulaklarını tırmalayan, acıtan bir rüzgâr esti. Arkasından soğuk soğuk damlacıklar, yüzüne, gözüne çarpmaya başladı, damlacıklar çarptıkça da, üşütmeye başladı. Spor saatinin bitmesine daha zaman vardı. Ramiz Turan Stadyumun atletizm parkurunda hızlı adımlarla yürümeye devam ediyorlardı. Soğuk soğuk esen rüzgâr, yüzlerine, gözlerine çarpan soğuk damlacıklar yürümelerini güçleştiriyordu. Soğuk soğuk yüzlerine gözlerine çarpan damlacıklar büyümüştü. Sonra aniden başlayan yoğun uzun bacaklı yağmurun damlaları soğuktan buz olup çarpıyordu suratlarına.


“Gidelim”, dedi Hikmet Özdemir, “gidelim,” dedi Bülent Başeğmez. Ferhat, “ben yağmuru, yağmurda ıslanmayı çok severim, siz gidin ben yürümeye devam edeceğim!”


“Emin misin, hasta olursun, haydi gidelim,” dediler, fakat o, adımlarını hızlandırmış onlardan uzaklaşmıştı bile.


Ferhat gittikçe artan bir yürüyüş temposuyla yürüyordu. Telefonun zili çaldı, msn aramasıydı, çıkarıp baktı arayan yine “Esra Karanfil’di.” Açayım dedi, parmağı ahize işaretinin üstüne gitti, kızaran bir demire değmiş gibi çekti elini. Telefonu eşofmanın cebine koyarak, tekrar hızlı hızlı yürümeye devam etti. O kadar hızlı yürüyordu ki, arkasından kurşun atsan yetişemezdi. Kanatlanmış, uçuyordu adeta. Telefon tekrar çaldı, cebinden çıkarıp baktı; yine oydu. Bu sefer koşmaya başladı, sanki koşunca yetişemez diye düşünüyordu herhalde. Koştukça atletizm parkurunun toprak zemini ayağının altında ezim ezim eziliyor, ezildikçe de can veriyordu. O kadar çok ayak izi oluşmuş olacak ki ayak izleri gölcüğe dönmüş, içlerine yağmur suları doluyor, Ferhat bastıkça fışkıran sular, yağmurla karışıp şelâle oluyordu. Koca statta bir başına çıvdırmış gibi boyuna koşuyordu. Telefonu yine çaldı, msn aramasıydı. Üç mü, beş mi ne kadar çaldı sayısını unutmuştu. O çaldıkça, Ferhat’ın öfkesi kabardıkça kabarıyor, öfkesini toprak zeminde, biriken yağmur sularından alırcasına ayağını vura vura koşturuyordu.


Yağmur, tipi bastırdıkça bastırmış göz gözü görmez olmuştu. Su içinde sudan adama dönmüş, hırsını alamamış, kontrolü kaybetmişti. Artık telefon da çalmaz olmuştu, acaba çaldı da duymadım mı diye düşünüp cebinden çıkarıp baktığında ekranın kapkara kararmış olduğunu görmüştü. Yağan yağmura aldırmadan açmaya çalışıyor, fakat olmuyor; telefon açılmıyordu.


Yorulmuştu Ferhat, yağmur ve tipi altında ne kadar koştuğunu bilmiyordu. Daha fazla dayanamadı, tipiden, yağmurdan önünü göremiyordu artık. Eve doğru yeniden koşmaya başladı, sokaklarda kimsecikler yoktu, sokak hayvanları, hayvanseverlerin yaptığı barınaklara, ağaç diplerine, kuytu, yağmurun isabet etmediği yerlere saklanmışlardı. Ferhat’ın evi stadyuma on dakikalık mesafeydi. Kapıyı anahtarı ile açtı, evde kimse yoktu çünkü. Doğru banyoya koşturdu, üstündekilerden sel gibi su akıyordu. Çıkarıp attı hepsini, tekrar telefonu çıkardı cebinden baktı, telefon gitmiş hakkın rahmetine kavuşmuş. Duş kabinin cam kapısını açtı, kabin içindeki tabureye oturdu, musluktaki soğuk suya aldırmadan musluğu açıp tuttu üstüne. Soğuğa alışkın vücut bana mısın demiyordu. Sonra fıskiyenin suyu yavaş yavaş ısınmaya başladı. Dayanabildiği kadar dayandı sıcağa, baktı olacak gibi değil, az ılıtmam lazım deyip soğuk su musluğunu da açtı. Sekiz on dakika daha suyun altında kaldı. Sonra havlu ile kurulanıp üstüne hiçbir şey giymeden doğru yatak odasına gidip yatağın içine attı kendini. Beş kilo pamuktan özel olarak diktirdiği yorganı çekti üstünden; nefes nefeseydi. Ciğerleri demirci körüğü gibi inip çıkıyordu boyuna.


Babası da yatağa yattı mı, yorganı tepesinden çeker öyle uyurdu. Ne severdi babasını, arkadaş gibiydiler. İlkokul üçten mezun olmuş aydın bir köylüydü. Onunla her şeyi açık açık konuşur; hatta ara sıra karşılıklı kadeh bile tokuştururlardı.


Yalnız yaşıyordu Ferhat, iki yıl önce eşini kaybetmiş, bir daha da yanına ne eş, ne de arkadaş olsun istememişti. Oysa yalnızlıkta hastalıklar daha ağır olur, derler. Öyle olmuş gecenin ilerleyen saatinde ateşten yanım yanım yanmaya başlamıştı. Sürüne sürüne banyoya gider, dolabın üstüne koyduğu telefonu eline alır tekrar açamaya çalışır; nafile açılmaz. Format tuşlarına basar, otuz kırk saniye basılı tutar, belki açılır der, imkansız açılmaz. Telefonu açabilseydi kızını arayıp hemen gel, ben çok kötüyüm diye haber verecektir. Tekrar sürüne sürüne yatak odasına gider, yatak odasındaki küçük dolaptan bir ağrı kesici ile grip ilacı alıp yatar, yorganı tekrar üstüne çeker, belki terleye terleye iyileşirim diye düşünür. Aldığı ilaçlar ağırlaştırmış, uyuşturmuş olacak ki uyuyup kalır.


Uyuyuş, ama ne uyuyuş…


Telefonu iletişime kapalıdır, kızı defalarca aramış, fakat ulaşmamıştır. Ulaşamayınca acaba bir şey mi oldu babama diye de panikledikçe paniklemiş. Birkaç ay önce bir arkadaşının babası kalp krizinden vefat edince, müthiş bir korku bütün bedenini sarar, inşallah bir şey yoktur, diyerek kendini de teskin etmeye çalışır, duygu söz dinler mi? Yapamaz, koştura koştura kan ter içinde babasının evinde alır soluğu. Perdeler kapalıdır, Allah Allah perdeler de kapalı, inşallah ya deyip daha çok basar zile... Defalarca basar ses yoktur. Telefonunda kayıtlı olan çilingiri arar çok acil gelmesini ister. Telefoncu konum gönder abla, on dakika sonra oradayım der.

İşinin ustası çilingir çok uğraşmadan kapıyı açıp

“Buyur abla!”

İçeri girmeden çilingirin ödemesini yaparak, gönderir.

“Baba, baba, baba!”

“Baba, baba, baba!”

Ses alamayınca yatak odasına gider, yatağın üstündeki yorganı fırlatıp atar.

“Baba, baba, babaaaaaaaaaa!”

“Babaaaaaaaaaa!”

“Baba uyan ne olur uyan babaaaaa!”

Her gün arayan kızı, arayı açmış iki gün sonra arar, arar aramasına da Ferhat soğuktan kara punta, zatürre olmuştur. Çocuklukta geçirdiği zatürre ciğerlerinde hasar bıraktığından ciğerleri oksijensizliğe dayanamaz ve...

"Zatürre, zatürre elini yüzünü eli kabaklılar göresice melun hastalık cehennem olup gitmedin babamın üstünden, insanlık düşmanı şerefsiz!" diye beddua etti. Biliyordu ki babasını nefessiz bırakan kronik bronşittir. Çaresizlik, birkaç gündür onu neden aramadım diye de hüngür hüngür ağlar...

49 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentários


1/683
bottom of page