top of page
Aysın YAVUZ

Aramızdan Bir Kimse



Şenol Yazıcı (2003)

/

Şenol YAZICI

ile

HAYAT ve SANAT

üzerine


*

Bu söyleşi 2003'te Aysın Yavuz eşgüdümünde o dönemde DERGİDE olanların da katılımıyla bir tür derginin "sesli düşünme atölyesi" tarzında oluşmuştur.

O nedenle güne uyarlanmamış, aslına sadık kalınmıştır.


2003 KimseSİZ Dergisi

/


ÖZETLE Şenol YAZICI

Trabzon'da doğdu. İlköğrenimini Trabzon, Ankara, Sivas'ta gördü. Trabzon Öğretmen Okulunu bitirdi.(1972) Üniversite sınavını ve ardından Beden Eğitim Öğretmenliği bölümü sınavını kazandı, kısa bir süre devam etti, babasının ölümü ve ekonomik nedenlerle bıraktı. Sivas'ta İlkokul müdürlüğü yaptı. Görevli olduğu 73 seçimlerinde silahlı saldırıya uğradı. Saldırı olayı örtbas edilince şikayetçi oldu. İki kez sürüldü, bir kez açığa alındı. Yeni Ortam'da Mustafa Ekmekçi'nin olayı yazması, bizzat Bülent Ecevit'in müdahalesiyle görevine iade edilmişse de, açılan yoğun soruşturmalardan kurtulabilmek için istifa etti.(1974) Yeniden üniversite sınavlarına girdi. Üniversiteyi Ankara'da Türk Dili ve Edebiyatı alanında okudu (1974-1979). Yaşanan kaostan nasibini aldı.

Uşak, Adapazarı, Trabzon, Yalova, İzmir ve Bursa'da Edebiyat öğretmeni olarak çalıştı. Eğitim Yönetimi alanında lisansüstü eğitim gördü. (1979)


İlk öyküsü yayınlandı.(1979) Milli Eğitim Bakanlığı ve Sivil Toplum Örgütleri adına gerek sanatsal, gerek bilimsel konferanslar verdi, söyleşilerde bulundu, televizyon, radyo programları yaptı. Yüzden fazla dergi ve gazeteye yazdı.

Sivas'ta yaşadıklarını anlatan ilk kitabı "Gırlavuk"u 1988 de kendi yayımladı. Çok kötü bir baskısı olan kitap, hiçbir yere varamadı.

1997'nin sonunda 'Selam Söyleyin Ayışığına' nın birinci baskısı çıktı. Ulusal gazete ve dergilerde kitapla ilgili olumlu eleştiriler yayımlandı.

Kitabın ikinci baskısını İstanbul'dan bir yayın evi, aynı yılın sonunda yaptı(1998). 1999'da "BENİM KİMSEM OLSANA" adlı öykü kitabının 1. baskısı çıktı. 17 Ağustos 1999 depreminde Yalova'da evi yıkıldı. İzmir'e taşındı. 'Benim Kimsem Olsana'nın 2. baskısı yapıldı(2000). Deneme ve gezi yazılarını topladığı 'SEVGİLİ YAZ ANNEM ' yayımlandı ( 2000). Bursa'ya taşındı.

Bir lisede öğretmenliğini sürdürüyor.


2002' Mayıs'ında bir grup arkadaşıyla kimseSİZ / kültür sanat edebiyat dergisini kurdu. Türkiye genelinden bir araya getirdiği on iki kişinin destek ve katılımıyla oluşan derginin genel yayın yönetmenliğini üstlendi. Derginin dizgi ve tasarımını da yapan yazar, düz yazılarının yanısıra Menekşe BAHAR takma adıyla şiirler de yazıyor.

Aysın YAVUZ: Benim 12 Eylül öncesinden de tanıdığım bir Şenol YAZICI var. Hüzne yatkın, ama yaşama dönük duran. Savaşçı, deligöz, sözünü esirgemeyen, gücünü sanki kavgadan alan, yerinde iki saat oturamayan, sarı güle, dağlara ve bilinmeyenlere meraklı, tutkun. Oysa yazmak, sanatsal yazmak; yerinde oturmak, içinde geziye çıkmak değil mi? Edebiyat birikimini, anlatım gücünü bilmeme karşın bu eylemsiz yapısı nedeniyle yazmaya yöneleceğin hiç aklıma gelmezdi. Sanki sana uymuyor. O " tırmanacak ya da çarpacak duvarlar," arayan adam, nasıl oldu da yazar oldu?

Beyza ERSOY, Ece YILDIRIM arkadaşlarımız da aynını merak ediyor.


Şenol YAZICI. Yazarlık bana yakışmadı mı diyorsun?

Aysın YAVUZ.: Alınganlık yok ama. Biraz... Tarzın ve görüntün daha eylemli bir yaşama uygun sanki. Yani sen aksiyon adamıydın. Yaşar ve unutur gibiydin.

Şenol YAZICI: Öncelikle alınmadım. Şaşırdım. Ben kendimi kimseye anlatamadım, tam gösteremedim diye düşünüyordum. Oysa bayrakla dolaşıyormuşum.


Nasıl ya da niçin yazar oldum, oradan başlayalım mı?

Bunun kesin, şundan diyebileceğim bir yanıtını henüz bulamadım. Birkaç özel örneği bir yana koyarsak yazarlık, bir ayakkabı boyacılığı kadar bile düzenli geliri olan, karın doyuracak bir iş olmadığı gibi, en tanınmış olanların bile toplumsal itibarı bir pop sanatçısı kadar değildir. Üstüne üstlük inanılmayacak kadar zor bir iştir yazmak. İnsanı sosyal yaşamdan koparan, dediğiniz gibi içine yönelten, bedensel olarak yaşlandıran, hırpalayan, ruhsal olarak gereğinden çok duyarlı kılarak marazlı bir antene çeviren bir işi niçin sever insanlar?


Aysın YAVUZ: Ben görüntüsel anlamda size uymayışından sormuştum, ama şimdi daha bir ilginçleşti.

Şenol YAZICI: Yaratılış yatkınlığım bir tarafa, yirmi yıl hazırlanmasaydım, edebiyat eğitimi görmeseydim, yazamazdım diye düşünüyorum. Bütün bu hazırlanma ve birikime karşın iki yüz sayfalık kitabı bir haftada üretemezsiniz, en az bir yılınızı alacaktır, gene de. Oysa, sesiniz güzelse, fiziğiniz de uygunsa kısa sürede çok ünlü bir şarkıcı olursunuz. İşte Tatlıses örneği. Ama bir kitabı üretecek hale gelmek için, gereken birikimi sağlamak bir ömre mal olabilir. Karşılığı diye bir şey yoktur. En baba yazar, yayınlayacak yayınevi bulursa kitabına karşılık yüzde on telif alır. Türkiye de bir iki kişi dışında kitapların en çok bin, iki bin adet basıldığını

hesaplarsanız, iki yüz kitaba, yani satabilirseniz, bir milyar liraya bir yıl emek. Kültür bakanlığının da, kitaba ödediği telif de bu çevrede.


Ece YILDIRIM: Kitap yayımlatmak o kadar zor mu?

Şenol YAZICI: Kitabın yayımı ve dağıtımı edebiyatla zerre ilişkili değil ki. Tamamen ticari bir girişim olan yayıncılık doğal olarak satabilecek olana yatırım yapar. Satabilecek olan da tanınmış olandır, edebi değil. Ben altmış kitabı olan çok yazar biliyorum yayınevi bulmakta sıkıntı çekiyor.

A.YAVUZ: Öyleyse bunca insan yazar olmaya niçin özenir?

Şenol YAZICI: İnsan, önemli bir şeyler yapmak ister. Kimi zekasına , kimi yeteneklerine, kime becerilerine, kimi de yumruğuna güvenerek ortalara çıkar. Yazan insan, olumlu bir yolla kabuğunu kırmaya, kendini kanıtlamaya uğraşıyor geliyor bana. Yazmak, hele düz yazı yazmak, içzenginliğinin, aklın, yaşamla ilgili yorumsal gücün, bilgeliğin bir kanıtıdır. Ödülü olmasa bile herkesin teslim etmek zorunda olduğu bir kanıt.

Aysın YAVUZ: Yani temelde toplumu aydınlatmak değil, kişisel bir çıkış, kendini kanıtlama mı?

Şenol YAZICI: Sanırım. Hiçbir yazar, başkaları için yazmaz. Aynı biçimde hiçbir bilim adamı da ömrünü başkaları için tüketmez, diye düşünüyorum. Doğanın özüne aykırı bu. O kabuğunu kırmak, önemli bir şeyler yapmak, kendini aşmak istemektedir. Toplum bu buluştan yarar görebilir, o ayrı.

Görürse üreten de mutlu olur. Ama zarar da görebilir.

Geçen yüzyılın en büyük buluşu , atom bombasını düşünün. Demem o ki, ne yazarın ne bilim adamının gayretinin altında yatan öncelik , toplumsal yarar değil, daha kişisel bir şeydir. Bir kanıtlama arzusu belki de.

Aysın YAVUZ: Sizin yetmişli yılların sonunda yayınlanan öyküleriniz olduğunu biliyorum. Neden sürdürmediniz?

Ş.YAZICI. Zaman zaman yaşamında hiç okumadan yazan insanlar görüyorum, kitapları da var. Bir ön hazırlık olmadan belki türkü söylersiniz, ama yazamazsınız. Yirmisinde şair belki, ama kimse iyi bir romancı olamaz, olanaksızdır bu.

Benim de bir hazırlanma sürecim olmalıydı. Bir de, herkes dışarılarda gezinirken, duvarlara bakıp yazı yazmam, diye düşünürdüm. Yani yaşam daha önemliydi.

Sonra o da sıktı.

Kurmaca kendi ürettiğim dünyaya sığındım. Ve yazmaya başladım. Ne var ki hem dergi hem yeni kurmacalar bir arada gitmedi, belki ilerde...


Aydın DURAK: Yazın dünyasına ilk girdiğiniz zaman neler hissettiniz?

Ş.YAZICI: Düş kırıklığı. Biz peygamberler üretmeye ve tapmaya hazır bir kuşaktık. Tüm etik ve kültürel yapımızı, hatta siyasi kimliğimizi kitaplardan çıkaran bir kuşak. Yazarlardan tanrısal kimi erdemler beklerdik. Bulduğum o değildi. Tıpkı günlük yaşamımızdaki gibi. Farklı olamaz ki zaten, bir ulusun insanı neyse, sanatçısı da odur; iyiler ve kötüler her yerde vardır.

Özetle şunu söyleyebilirim. Kitaplara hala çok inanıyorum, yazarlara daha az.


Ece YILDIRIM: Dergiye nasıl başladınız ve niçin kimseSİZ adı?

Ş.YAZICI: Öncelikle acıtıcı bir tek başınalık değildi derginin ismindeki bildiri. Daha çok içindeki güce güvenmeyi anlatıyordu. Kimse Biz'dik, Siz'diniz. Ama şimdi düşünüyorum da, belki de özünde oydu. Ben yaşamımda sıra insanın ötesinde ne başarmışsam kimseden yardım görmeden yaptım. Ya da kimseleri yaratarak. Dergi için de sizleri yarattım ya.

Bursa'ya geldiğim de birkaç yazı çiziyle uğraşan insan, daha önceden dergi çıkarmaya uğraştıklarından, başaramadıklarından, denemekten, bir dergi çıkarmaktan söz etti. Gerek kitaplardan gerek okullardaki etkinliklerimden bir aşinalık var, ama yayıncı değildim.

Bir yandan da depremden bu yana yerleşme problemlerini aşıp sağlıklı bir biçimde yazma sürecine dönememiştim. Geçiş sürecini öyle değerlendirebilirim diye düşündüm.

Ayrıca yeniye el veren, var olan değerleri açığa çıkarmaya uğraşan, gündemde olanla ilk kez yazanı aynı değerde tutan bir dergi, halkına omuz veren devrimci bir eylem geldi bana, neden olmasındı? Bir grup olarak başladık, ama derginin yüzde doksanı üstüme kaldı. Dergi çıkaralım, diyenlerin büyük bölümü işin maddi boyutu söz konusu olunca, dergileri salt "muhabbet kafe" olarak algılayan bir grup da, çalışma, gece gündüz uğraşmak gerektiğini görünce çekildi, geriye bizler kaldık.


Bedriye SÖNMEZ: Sürecek mi? Eylül sonrası bırakacağınız söyleniyor.

Şenol YAZICI: Ben bıraksam da, sizler varsınız.

Tüzüğümüzde yer alan kurucu misyonum, Haziranda sona eriyor. Bunca yükü tek başıma daha fazla taşımamı da kimse beklememeli. Ne kadar yorulduğumu ben bilirim.

Derginin yoğunluğundan uzun süredir Menekşe BAHAR adıyla yazdığım şiirler dışında yeni bir yazı yazma olanağını bulamadım. Ayrıca benim damgamı tüm dergiye vurmam onu bir çıkmaza sürükler. Artık dergi bundan sonrasını götürebilecek güçte gözüküyor. Olmalı. Yeni ellerde, yeni renklerle daha da büyüyecek ve ben de desteğimi sürdüreceğim. Yeni insanlar gelecek dergiye biliyorum.

Beni üç seçimde de ısrara ederek siz seçtiniz, şimdi yenisini seçeceksiniz, hepsi bu.


Ayşe TEHMEN: Biz bu güne dergiyi birileriyle mi getirdik? Gelmezse ne olacak, bırakacak mıyız?

Ş.YAZICI: O bağlamda değil sözüm. Aslında durmadan birileri geliyor. Dört yüzü geçen abone sayımız bir kanıtı, ama çoğalmalıyız daha. Çoğalamazsak yaşamayı hak etmiyor dergi, demektir. Ona can vermek, duyurmak, yaşamı için gerekli temel kaynakları yaratmak bizim misyonumuzdu, ama bundan sonrasını kendisi götürebilmeli, insanlar ona gereksinme duymalı, yaşatmalı. Dergide kitabının duyurulması, yazısının ilk sayfada yer alması için gönderen tanınmış yazar da, kendine şans tanınan yeni yazan da bir emek vermeli, vefa duymalı, en azından o dergiden satın almalı, çevresine duyurmalı. Ona okuyucusunu da benim yaratmamı beklerse fazla olur , dergi tıkanır.


Bedriye SÖNMEZ: Satın alıyorlar mı?

Ş. YAZICI: Hayır. Özellikle tek işi yazmak olan bir çok dost, elli sayfa yazı gönderiyor, kitabı kapakta yer alsın istiyor, bir yazısı dergide çıktı diye imza günlerinde, tüm grubun hatta abonelerin de önünde kuyruğa girmesini bekliyor. Çıkan yazısını haklı bir övgüyle göstermediği yer kalmıyor, fotokopisini çektirip dağıtıyor ama bu dergi nasıl yaşıyor diye sormuyor, satın almıyor, yayılmasına uğraşmıyor. Bir de yetmiyor içinde olduğu dergiye yıkıcı eleştiri getiriyor.

Ne yaparsınız? Bu dergiye ihtiyaç varsa yaşar, yoksa uğurlarız. Papirüs'ün, Düşlem'in, Biçem'in, Kıyı'nın, Burhan GÜNEL'in Karşı'sının,.. Türkiye'deki bir çok derginin başına ne geldiyse bizim başımıza da o gelecektir. As'lolan başarmaktır, onurunla ayakta durmak.

Spartaküs'ü Spartaküs yapan eylemidir, utkusu değil. Bin yıl olmasa gerek iyi yaşamın ölçütü.


Ece YILDIRIM: Yıllar önce bir gazetede bir dörtlüğünüzü okudum. Yalnızlığı iç kanatıcı bir biçimde tanımlıyordu.


"Cemre düşmez dağlarıma,

Nevruzlar başka tanrıların çocukları

Artık bir lokma , bir hırka, bir de sen değil hayat,

kimsesizlik giyneğimiz,

Üşürüz, çok üşürüz."


İnsanlar sizi bir öykücü, bir denemeci biliyorlar. Aynı zamanda bir şair olduğunuzu bilmiyorlar. KimseSİZ'de Menekşe BAHAR adıyla yazdığınız güzel şiirleri sürdürecek misiniz?


Ş.YAZICI: Ben de herkes gibi yazmaya şiirle başladım, ama sonradan düzyazıyı yeğledim, olay kurgulu anlatımla sürdürdüm.

Bildiğiniz gibi kimseSİZ'i çıkarırken yaşadığımız sıkıntılardan biri de iyi şiir bulmaktı. Var olan iyi şiirler de bizim ait olduğumuz bir teması olan toplumcu çizginin dışında bir yerlerdeydi. Öykü sayımız her sayıda yeterli olduğu için öykü alanım olduğu halde deneme ve gezi yazılarıyla yetindim. Derginin bu açıdan desteklenmesi için takma bir adla şiire başladım.

Çalakalem yeterince demlenmeye bırakmadan dergiye verdiğim o şiirlerin olumlu tepkiler alması, birkaç dergiden yazması için Menekşe'ye öneriler gelmesi beni kuşkusuz çok mutlandırdı da... Ne var ki artık Menekşe'ye gerek olmayacak kadar dergide şiirimiz güçlü.


Ali ERYÜKSEL: Metin GÜVEN, "kötü şiir sahibinin suçudur, bir dergide yer alıyorsa yayın yönetmeninin," diyor ne dersiniz?

Ş.YAZICI: Metin GÜVEN yerden göğe haklıdır. Ama en iyiler bile arada bir kötü şiir, kötü yazı yazar. Önemli olan umut vermesi, belli ölçütleri aşmasıdır. Dahası ben bu yargıyı daha da geliştirebilirim. Yazılmasının üzerinden altı ay geçmemiş, demlenmeye bırakılmamış tüm şiirler, yazılar yeterince iyi değildir , diye düşünüyorum.

İyi de dergilere, bana, edebi seçki yetki beratını kim veriyor? Genel yayın yönetmenlerinin mutlaka yazar, edebiyatçı olması gerekmiyor, aksine en az yazar, en çok eşgüdümcü, iyi bir

yayıncı olması beklenmeli. Her dergi çıkaran tek seçici olursa... Dergi güzellik yarışması yapmaktan çok, beğeniye sunar. Fakat bu dergi, abone de dahil herkesin katılımıyla oluşan, yaşayan bir imece ürün değil de kişisel sermayemle oluşturduğum bir girişim olsaydı her yazılan iyi şiire telif ödeseydim, kendi anlayışımdaki şiir dışındakilere kuşkusuz yer vermezdim. Öyle bir iş, bana haz verir miydi, ayrı. Yine de üstadın sözünü aklımda tutup bir dahaki sayıda ilk sizin şiirinizi yayından çıkaracağım Ali Eryüksel, olur mu? Çünkü kopyala yapıştırla şiir yazıyorsun. Şu anda sorunuzda yaptığınız gibi...


Yüksel AKYÜZ: Başlangıçta da sordum, hala soruyorum kimseSİZ'in çizgisi ne?

Ş.YAZICI: Sayın Akyüz, birkaç sene daha yapsak siz bu soruyu sorarsınız. İki nedenle; net bir yanıt verilmeyince köşeye sıkıştırdığınızı sanıyorsunuz, o zaman da kendinizi iyi hissediyorsunuz, ikincisi siz kendinize bir çizgi tutturamadınız, derginin belirgin bir çizgisi olursa kendinizi tanımlayacak bir şey bulacak, rahat bir nefes alacaksınız. Oysa insanın ömrünce sabit kalan bir çizgisi yoktur, olursa diyalektiğe aykırı.

Yukarıdaki yanıt, size de aynı zamanda. Sizin çizginiz neyse, Ali arkadaşın çizgisi neyse derginin çizgisi de o. Herkesin katkısıyla oluşan bir derginin kişiye bağlı bir çizgisi olamaz. Ancak nitelikli, evrensel, ancak etik, ancak insan yanlısı olur. Başkasını diyen yalan söyler. Bizler siyasi kimlikleri yaşam anlayışları, zevkleri, eğitim düzeyleri farklı insanlarız. Tek paydamız kültür sanat ilgisi. Bunun dışında bir payda çoğuna uymayacaktır. Nasıl bu insanlara, bundan sonra şu çizgide ve tavırda düşüneceksiniz, dersiniz? Biz ancak türünde nitelik bekleyebiliriz. İyi öykü, iyi şiir gibi...


Hasan GÜLERYÜZ: Her derginin bir tavrı var, bizim de olması gerekmez mi?

Şenol YAZICI: Her halde siyasi tavır yani parti kastediliyor. Size anlattığım gibi ilkokul öğretmenliğim sırasında bana haksızlık yapanları mahkum etmem kolay olmuştu. Karşı siyasi görüştendiler. Gariptir, 99'da deprem sonrası İzmir Bornova'ya atandığımda bana yardımcı olanların bir kısmı

da o karşı görüştendi. Ne var ki, aynı yerde keyfi uygulamalarıyla beni canımdan bezdiren devletin kendine verdiği yetkileri keyfince, zalim bir kral gibi kullanan bayan şube müdürüyle, evraklarımı sümenaltı eden bayan şef de benim yakın olduğum siyasettendi güya. Sonradan onlarla dost olduğumda açıklamaları neydi biliyor musunuz; bana destek olanlara bakarak beni de karşıt çizgiden sanmışlar; ahmaklık da insana özgü.


O bir tavra karşı olduğum gibi, insandan başka hiçbir şeye inanmıyorum.

Ayrıca benim ne mecburiyetim olabilir ki bir partiyi tutmak ve savunmak konusunda?


Bedriye SÖNMEZ: Yazmak nedir? Onu ne dürtüler?

Ş. Yazıcı: Yazmak, birden tutturduğunuz bir türkü gibi, biraz da nedensiz ve içseldir. Sait Faik'in dediği gibi an gelir yazmazsanız, çıldırabilirsiniz. Ya da anlatmazsanız...

Anlatacak ya da anlayacak kimse bulamayışıma bağlarım, kendi anlatma arzumu, içsel konuşmamı.

Beş yaşımda gurbete çıktım, öğretmenlik yapan üvey ağabeyime eşlik edeyim diye gönderdiler. Bir çıktım, pir çıktım. Sivas, Ankara, Trabzon... farklı kültürlerden etkilenerek, çocuk dünyasında en son ve en zor tanımlananı; yalnızlığı keşfederek ilköğretimi tamamladım. O yaşta annemden ayrı düşmek, büyük bir haksızlığa uğradığım hissi ve anlatacak, yanıt alacak kimsemin olmayışı... Ya da anlayacak kimsenin olmayışı... Ondan sonrasının, gençliğimin de gık demeden katlanmak zorunda olduğum haksızlık ve kırılmalarla dolu olduğunu düşünürsek... yazmamda temel etkendir diye düşündüğüm olur. Ne var ki, benzer acılı koşullardan geçmeyen kimi

öğrencilerimde de başarılı anlatıcılar çıktığını görünce bunun daha bir içsel özellik olduğunu düşündüğüm de olur.

Bu bir özellik: Kimilerinin sesi güzel olur, kimiler iyi türkü söyler, kimileri de güzel anlatır... daha doğru sanki.

Yazmak, alışılmış düzenlerde çarpışmayı reddetmek, bir başka dünya yaratıp oranın peygamberliğine soyunmak, yani bilinen boyutlardaki dünyaya bir isyan, bir kaçıştır.


Aysın YAVUZ: Bu sanki size daha bir uygun. Nasıl bir isyan? Devlete mi?

ŞenolYAZICI: İsyan hep bilinen biçimlerde ve hep devlete olmaz. Bilirsiniz herkesin gözünün kör olduğu yerde ,sizin bir gözünüzün açık olması avantaj değil, dezavantajdır çoğu kez. Kendinize, yüreğinize, çevrenize, sürgit yaşamaya zorunlu tutulduğunuza, herkes doğru diyor diye yanlışlara doğru demeye, birilerinin dayattıklarının yaşamaya , çürümeye, ibrikçi başına... isyandır.


Fehmi ENGİNALP : Kitaplarınızda doğa ve insan sevgisi üzerinde duruluyor. Peki toplumsal olayları kaleme almayı düşünmüyor musunuz?

Şenol YAZICI: Toplumsal olaylar da sanatın konusudur kuşkusuz. Dahası yazar, çağının tanıdığıdır ama toplumsal olayların haber muhabiri değildir. İnsanı anlatan bir sanat yaşamın dışında olamaz ki. Kahramanınız bir "Cumartesi Annesi" ise olayı anlatıyorsunuz demektir. Sivas'ta yakılan birinin kızıysa konunuz, siyasete,topluma,insana değinmeden geçemezsiniz.

Ama sizin sorunun odağı, siyasi tavır oluşturmaya niyetli, Gorki'nin ANA'sı gibi salt ideolojik kitaplar yazmamsa, değişmezsem o kolaylığa düşmeyeceğim. Toplumcu olmak , ya da yurdunu

sevmek ya da inançlı olmak 12 Eylül öncesi ideolojilerin süregelen yeni modellerinin tekelindeyse ben oralarda değilim.

Ben insanın serüvenini anlatmaya uğraşıyorum, tabi önce anlamaya... Örneğin ilk kitabında da yerinden yurdundan olan insanların acısını, farklı inanışların kaynaşma sorunlarını, bir diğerinde yeni kurulan Cumhuriyete uyum sağlamaya çalışan kuralsız yaşayan insanın zorlanmasını, birinde eğitim sisteminde zaman zaman gözlenen dayak ve zalimliğin nasıl ideolojik ya da inançlarla ya da eğitsel kılıflarla haklılaşabildiğini '!) , bir kaçında on iki eylül

öncesi olayları anlatıyorum.

Yani soluduğumuz siyasetken sözünüzde ondan uzaklaşamazken, bir de kalpten kurgulayıp alkışlamaya ne gerek var?


Ece YILDIRIM: Nasıl yazarsınız, neler hissedersiniz?

Şenol YAZICI: Sanatsal üreticilik ya da yaratıcılık içsel bir yoğunlaşma istiyor. Çünkü , yaşamı anlatırsınız ama, yardımcı kaynağınız , araç ve gereciniz dıştan çok içinizdedir. Sanatçı , fotoğrafçı ya da haber muhabiri değildir. O yaşanmışı ya da yaşanabileceği kendi deneyimleriyle eritip harmanlayıp yeni bir şey üretir. Bu da yoğun bir içe dönüş, dahası inanılmaz acı veren bir doğum gibidir. Bu acının çokluğu ve tanımlamadaki yeteneğiniz

üretilenin gücünü de artıracaktır. Şöyle anlatayım. Irak savaşını, bombalanan çocukları izlerken gözleriniz yaşarır.

Alıp bir haberci tekniğiyle yazsanız kuşkusuz herkes etkilenir. Ne var ki, bir öykü bir roman olması için onu kendi yüreğinizde, aklınızda harmanlamanız yeniden kurgulamanız, her sözcük ve eylemi yeniden zincirlemeniz gerekiyor. Gariptir, ama yaşamın kendisindeki saçmalıklar, ebedi eserde yersiz ve inanılmaz olur. Bunları aştıktan sonra hiç bir yaşanmışa benzemeyen bütün yaşanmışlardan daha güzel ya da daha bir etkileyici bir yaşam dilimi ortaya çıkar.

Öykü odur. Tıpkı balın bal olması için arıdan geçmesi gibi. İşte yazar benzettiğimiz gibi, yaşar, yaşadıklarını içinde harmanlar. Çok okur, bildiğini anlatabilmesi için araç olan dili öğrenir. Yaratılıştan gelme bir anlatma yatkınlığı vardır. Bir imge gücü vardır. Birleşir bir edebiyat eseri

oluşturur. Bunlardan birinin eksikliği yazamayacağınız anlamına gelmez . İmge gücünüz yok dil ve aklınız iyiyse iyi bir araştırmacı, yüzlerce kitabı olan düşünce adamı olabilirsiniz, ama şair olamazsınız. Yeterince aklınız olmasa bile saz çalabilir , şarkı söyleyebilirsiniz de, iş bir unutulmayacak dize üretmeye geldiğinde zorlanırsınız.

Sanat o dizedir.


Rahmi AYDIN: Avrupa'da yazarlara devlet desteği, kredi, sponsor gibi kolaylıklar var. Siz bir yerden destek alıyor musunuz?

Şenol YAZICI: Hiç batı görmeyen bile, iyi örnek olarak orayı anlatıyor, gerçekten öyle mi bilmiyorum. Olması bana garip geliyor. Sanatın bir tek tanrısı vardır; o da zaman.

Kim belirliyor sizin gerçekten sanat yaptığınızı? Ya da nasıl ne tür yapacağınızı?.. Belki çok kitap okunduğunu, iyi satan bir kitabın da çok para kazandırdığını söylemek mümkündür ama, Avrupalı da istedi diye çağının Tolstoy'unu yaratamaz. Belki vergiden muaf tutuyordur kazancını, o tür kolaylıklar olur da... Zaten adamların belli bir sosyal yaşam güvencesi var. Yazarlar diğer sanatçılar gibi değildir, iyi eğitimli olmak zorundadır. Okumamış, yani ümmi yazar ancak bizde olur, batıdakilerin çoğu çok iyi eğitim görmüş insanlar. O zekayla, devletinin sosyal olanakları ve bireysel güvenceleri birleşince... Bizde birkaç yıl önce bir demokratik sol hükümet, yani umudumuz Ecevit, yazarlara defter tutma zorunluluğu getirecekti neredeyse. Herhalde kendisi şiirden çok para kazanıyordu, vergiler ziyan olmasın dedi. Yakın zamana değin yazarın itibarı hapse giriş süresiyle orantılıydı. Allah'tan o günler aşıldı. Hangi tür destekten söz ediyorsunuz ki?

Bir destek söz konusu olursa bizde, ardından beklenti geleceğini bilmeli; o beklenti de herhalde parti şairi yazarı olunmasıdır. ATAÇ gibi değerli bir kalemi o zamanın tek partisine yakınlık bile zedelemiştir, düşünün. Ya da Necip Fazıl'ın dergiciliğini...

Bu, sanatın özgür yapısının özelliği; sanat kimseden yardım göremez, belki de görmemeli. Bizde çok yaygın: Bir partinin, bir ideolojinin emrine girmek, çok satar olmak mümkün. Bakıyorsunuz yirmi yıl geçmiyor,. O kulu olduğunuz iktidar ya da düşünce silinip buhar olmuş, nasıl açıklarsınız savunmanızı?

Sanatçının tek tarafı var, o da insan. Tek tanrısı da, zaman.


Ece YILDIRIM: Kitaplarınızda sevgiler birbirine kavuşamıyor. Bu acımasızlık niye? Sanat görüşünüzle ilgisi var mı?

Şenol YAZICI: Kitaplarım da birey ve etik öndedir. Ama çizgimi tam tutturduğum söylenemez. Gene ilkeli bireyleri de olan kitaplar yazacağım. Ama aklımı mı duygularımı mı öne alacağım bilemem.

Kavuşamamak olgusuna gelince, hepsinde öyle değil. Körün taşının denk geldiği zamanlar olur. Benim Kimsem Olsana'nın öykülerinde sevgililer kavuşur.

Savaşırlar bunun için, yaşayacaklarını terk edip o ulvi sevgiliye kendilerini hazırlarlar. Ama

söylediğinizde doğruluk payı olabilir. Selam Söyleyin Ayışığına kitabım duyguların egemen olduğu yaşam gerçeğine daha bir yakın bireyi önceleyen bir kitaptı.

İkincisiyse, aklın egemenliğini savunan, yaşam gerçeğini zorlayan bir kitap.

Selam Söyleyin Ayışığına'nın bütün öykülerindeki kavuşamama olgusu duyguların bir üretimi ve yaşamın bir gerçeğiydi. Yaşam oydu; biz rastlantısal kazanırız. En başarılılarımız en şanslılarımızdır aslında. Yenilerek büyür ve öğreniriz. Ufacık şeyleri kafaya takar sevdiklerimizi terk eder, yaşamsal gurbetlere çıkar, sonra da akıl almaz alçaklıklara gık demez katlanırız. Ardından hayat deriz. İlk kitap oydu.


İkincisi akıldı. Aşkı gerçek aşkı akılla ayırt edebilirsiniz. Öğrenir ve gereğini yaparak yaşayabilirsiniz. Kitaptaki Gülbeyaz, Yıldız'la Su, bunu yapıyor ve ... Ve'den sonrası bilmediğimizdir. Ve'den sonrası hayattır ve hayatın gerçeği bambaşkadır. Her kavuşma bir ayrılık hazırlığıdır aslında.

Yıldız'la giden Su dağlarda ne kadar kalır? Kentsel yaşamı özlemez mi? Sevdiği uğruna bir insanın ölümüne neden olan Gülbeyaz, yoksulluklar kapıyı çalınca zengin taliplisi muhtarı aramaz mı dersiniz? Etik başka bir şey, yaşamsal gereksinmeler başka. Etik akla ve söze dayalıdır, öğrenme gerektirir, o yüzden uygulaması çok zor ve enderdir. Doğal yaşamsa en beyinsizi bile kollarına alır, sarar götürür.

Kurallarını harfiyen dayatır.

Dedik ya, doğanın ahlakı yoktur, ahlak öğrenilir. Sevda da. Her dokunmayı aşk saydığımız bir dönemimiz vardır. Peşinden ölümlere gittiğimiz dönem. Şöyle bir düşünün: Gerçek aşklarımız bir zamanlar denk geldiğimiz ama ıskaladıklarımızdır. Öğrenme yeteneğimizin kıtlığını kabullenmez, başka insanları, karşımızdakini suçlarız. Çoğu kez asıl istediğimize, seçtiğimize kavuşamayız. Seçmeyi bile bilmeyiz. Daha doğrusu asıl istediğimiz hep geride kalandır, elimizde olan değil. Siz hangi kavuşmadan söz ediyorsunuz?

Kavuşma mı varmış yaşamın aslında?

Kendinize çaresizlikten öğrettiğiniz vardır bir tek. Bu yönü acıdır ve acı olandır namus. Elde ettiğinle yetinmeyi bilmektir yani.


Dilber SAKA: Öykülerinizin en azından bir bölümünde yöresel öğeler, Karadeniz kültürü baskın. Karadeniz öyküye kültürüyle,yaşama biçimi, pilekisiyle, harağıyla, fındığıyla yansımış...

Karadeniz öykücüsü olmayı sürdürecek misiniz?

Şenol YAZICI: Başladığımda böyle bir amacım yoktu. Böyle bir amaçtan korkarım da. Bir mekan gerekliydi kimi öykülerde. İyi bildiğiniz bir mekan. Yörem en iyi bildiğim olsa da , bütününden çıkarılacak bildiri benim için önemli.

Ailemi kaçınılmaz olarak çok sevsem de bütün insanlar benim bir parçam. Varsayın ki, salt Karadenizlilerden, ya da salt bizim ailemizden oluşan bir dünya olsa, o ıssızlıkta sıkılmaz mısınız? Sonra yazmanın ne sınırı, ne mekanı, ne ulusu vardır. İnsan insandır. Tolstoy Rusya'yı anlatmış geçmişte, bugün bizim de birinci romancımız. Fransız Madam Bovary'de de bir çok Türk kadını, hatta erkeği de kendini bulabilir. Bir dili araç kullanan edebiyat, istese de istemese de yöresel, insanı konu aldığından dolayı da evrenseldir.


Ayşe TEHMEN : Yeni kitaplar yazacak mısınız?

Şenol YAZICI: Tabi. Ancak hazır olduğumda. Ben edebiyatın mutfağından geliyorum, en iyi örneklerini bilmem gerekli. Tolstoy, Stendhal'ı, Aymatov'u, Eco'yu, Dede Korkut'u ve diğerlerini... Edebiyat onlar. Şimdi, satsın diye piyasa da göklere çıkarılanlar değil. İyi bir yazar, Bursa'ya,

İzmir'e değil, sadece iki binli yıllara değil daha uzaklara oynamalı. İyilere hazır olduğum anda yazacağım, tabi hayatta o fırsatı verirse...

Kötü yazmaya artık şansım da yok, hakkım da. Dün bana, şans tanıyan , acemiliklerimi hoş gören , öven okuyucu bundan sonra hatamı affetmeyecektir, etmemeli de. Yalnız bu dergiyle ilgili değil. Dergi yayıncı işi, yazarlık değil. Varsa hatamız, profesyonel dizgiciyi, doğru matbaayı buluncaya değin bir süre daha hoş görecek. Ya da gelip ucundan tutacak...


Ben dergiyi kişisel işim saymıyorum, o imece bir iş; ben sadece ona yediemin olma onurunu taşıyorum. Bana bu onuru veren size de teşekkür ederim.


23 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 Comment


Nurdan Aladağ
Nurdan Aladağ
Jan 09, 2021

Kimsesiz dergisinden MaviAda'ya geçen süreç ve devamı için, okuduğum söyleşide sorularımın cevaplarını buldum. İçtenlikle sorulmuş sorulara gene içtenlikle cevaplayan Şenol Yazıcı'ya paylaşım için teşekkür ederiz. Dergi bir kişinin değil ona sahip çıkmayı isteyen buna gönül verenlerin olduğunu bize anımsattınız. Uzun ömürlü olmak için birlik beraberlik her yerde olması gerekiyor. MaviAda'nın nice sayılar görmesi dileğiyle

Like
1/706
bottom of page