top of page
Zülfü LİVANELİ

Anadolu İslamı’nda Hümanizm (*)


Tehlikeli biçimde birbirine düşman eden cemaatçilik, genişleyen dünyayı tehdit eden bir öge olarak karşımızı çıkıyor. Cemaatçiliğin alternatifi evrensel bir beraber yaşama teorisi ya da inancı olabilir. Böyle bir amaca ulaşılabilmesi için 20. yüzyılda çeşitli modeller denendi. Özellikle Almanya’nın uygulamaya çalıştığı ve “multi-kulti” adı verilen çok-kültürlülük programının yarar sağladığını söylemek epeyce zor. Çünkü multi-kulti programı, başat (dominant) bir kültürün yanında yer almış kültür gettoları yaratılması sonucunu doğurdu. Azınlık içinde azınlık grupları yarattı. Olumlu ayrımcılık (positive discrimination) denilen olgulara yol açtı. Kısacası Alman federal ve eyalet hükümetlerinin büyük paralarla uygulamaya çalıştığı program, cemaatleşmenin önüne geçemedi. İslam dininin cemaatçilik ögesi de son zamanlarda çok vurgulanır oldu. Hatta İslam’da cemaatçiliğin kaçınılmaz olduğunu savunan görüşler ortaya atıldı.

Peki, cemaatçiliğin önüne nasıl geçilebilir? Nasıl bir program bu tehlikeli kutuplaşmaları önleyebilir? Bu konuda Anadolu’da yüzyıllar önce yaşanmış ve bugün de izleri sürüp gelen bir geleneği hatırlatarak bazı sonuçlara varmak istiyorum.

Bugün Türkiye mahkemelerinde 27 bin cinayet davası görülmekte. Çeşitli nedenlerle adam öldürmenin makul görülebildiği ve hatta zaman zaman insana şan ve şeref kazandırdığı geleneklere sahip olan Türkiye için şaşırtıcı bir sayı değil bu. Çünkü din uğruna, vatan, namus, ideoloji uğruna, hatta erkeklik uğruna cinayet işlenmesi geleneklere göre pek de utanılacak bir şey değil. Diğer suçlar ise cinayetle ölçülemeyecek kadar fazla sayıda. Ne yazık ki bu durum sadece Türkiye’ye özgü değil. Suç ve şiddet, dünyanın değişik bölgelerine yayılmış durumda. Son zamanlarda Amerikan halkını dehşete düşüren çocuk cinayetleri de bunun göstergelerinden biri.

Şimdi size Orta Anadolu’da, Hacıbektaş adlı bir kasabadan söz etmek istiyorum. Adını 13. yüzyılda Horasan’dan gelerek buraya yerleşmiş bir manevi otoriteden alan bu kasabaya, her yıl Ağustos ayında 500 bin kişi geliyor. Türkiye’nin her yöresinden Hacı Bektaş’ı anmak için bu kasabaya gelenleri ağırlayacak otel yok. Sıcak havada kadın erkek ağaç altında yatıyorlar. Sularını, ekmeklerini bölüşüyorlar. Ve günlerce süren bu festival sırasında hiç “suç” kapsamına girecek bir fiil işlenmiyor. Ne hırsızlık var, ne kavga, ne yankesicilik, ne ırza tecavüz, ne hakaret. Yarım milyon insan, o zor şartlarda kardeş olarak yaşıyor. Dualarını kadın ve erkek bir arada dans ve müzikle yapıyorlar. Kasabada cami yok. İslam’ın alışık olduğumuz ibadet biçimlerinden hiçbirine rastlanmıyor burada. Şimdi işin en can alıcı bölümüne geliyorum.

Bu kasabada yıllardan beri hiç suç işlenmediği için Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı, 1995 yılında aldığı bir kararla hapishaneyi kapattı. Çünkü işlevsiz bir bina olarak boş duruyordu. İşlenmiş bir tek suç kaydı olmadığı için, jandarma ve polis defterleri de tertemiz. Suçun her gün arttığı bir dünyada, Türkiye’nin tam ortasındaki bir kasaba nasıl oluyor da şiddetten yüzde yüz arınabiliyor? Suçun her çeşidini dışlayabiliyor? Bu sorulara verilecek cevap tek kelimelik: Kültür! Bu insanların geleneksel kültürleri onları suçtan koruyor.

Hacı Bektaş’ın geleneği, suç işlemeye engel olduğu gibi; ırk, dil, din ve cinsiyet ayrımını da ortadan kaldırıyor. Bugün Türkiye’de onun yolunu izleyen milyonlarca insan, “insan kardeşliği” düşüncesinde birleşiyorlar. Yaşadıkları kasaba ve köylerde cami yok. Namaz kılmıyor, kutsal ramazan ayında oruç tutmuyorlar. İbadetlerini saz eşliğinde söyledikleri semahlar ve bunlara uygun danslarla yapıyorlar. Hem de kadın erkek bir arada. Kadınları çarşaf içinde değil. Erkeklerin dört kadınla evlenmelerine de hiç bir zaman izin verilmemiş. Bırakın dört kadını, ikinci bir kadın almak bile “yol düşkünü” olmak sonucunu doğuruyor. “Yol düşkünü”, işlediği herhangi bir suçtan dolayı toplum dışına itilmek anlamını taşıyor. Şarap yapmayı biliyorlar, içki içiyorlar. Şenlikleri ve törenleri Dioniysos bağ bozumu ayinlerine çok benzeyen bir coşkunlukta.


21. yüzyıla aktarılan ve bugün de milyonlarca kişi tarafından devam ettirilen bu barışçı kültür nasıl oluşturuldu, nasıl gelişti? Bu soruların cevabını bulmak için 700 yıl öncesine, 13. Yüzyıla gitmek gerekiyor. 13. yüzyılın Anadolu’su bir ırklar, dinler, diller karmaşasıydı. Bizans ve Selçuklu egemenliğinde yaşamış olan insanlar, Asya ile Avrupa arasında bir köprü gibi uzanan Anadolu yarımadasını çeşitlilikleriyle zenginleştirmişlerdi. Araplar, Yahudiler, Mecusiler, Yezidiler, Kürtler, Türkler, Pontuslular, Hristiyanlar, Müslümanlar, Mezopotamyalılar, Süryaniler, Arnavutlar, Asyalılar, Orta Asya steplerinden at sürüp gelen göçebeler, Yunanlılar, Ermeniler, Persler neredeyse bir Babil Kulesi oluşturuyordu. Bu insan zenginliğine Horasan’daki din bilgini ve Sufi, Ahmed-i Yesevi’nin öğrencisi olan Hacı Bektaş da katıldı. Bugün kendi adıyla anılan Suluca Karahöyük denilen yere geldi ve hümanist öğretisini yaymaya başladı. Aynı yüzyılda, babası Belh şehrinden Anadolu’ya göç eden Mevlana Celaleddin-i Rumi’ de eski Bizans kenti olan İkonia’da yaşıyordu. Büyük şair ve düşünür Yunus Emre, gezici bir derviş kimliğiyle Anadolu’yu dolaşıyordu. Ahi Evran, çalışanlar arsında lonca örgütlenmesini kuruyordu. Şeyh Edebali ise Osmanlı Devleti’ni kuracak olan Osman Bey’in manevi öğretmeni olarak, hümanist düşüncelerini yaymaya devam ediyordu. Bu kadar büyük hümanistlerin aynı yüzyılda Anadolu’da öğretilerini yayıyor olması, etkisini çok kısa zamanda gösterdi. Yıpratıcı, yok edici savaşlardan, Haçlı Seferleri’nden, din çarpışmalarından yorgun ve yoksul düşmüş olan Anadolulular, bu hümanist ve birleştirici düşüncelere dört elle sarıldılar.

Anadolu’yu Türkleştiren temel etken bu oldu. Dağların, nehirlerin, köylerin, kentlerin ismi Türkçeleştirildi. Ve varlığını 600 yıl sürdürecek olan Osmanlı İmparatorluğu’nun manevi temelleri bu dönemde atıldı.

Yüzyıllar öncesinden kalan bir halk şiiri, Hacı Bektaş’ın Anadolu’daki etkisini şöyle anlatır. “Rumelin fethinde ol gerçek veli Tahta kılıç tutar ol batın eli”

Şiirde geçen Rumeli, Türkler açısından Doğu Roma toprakları anlamında kullanılıyordu. Mevlana Celaleddin’e “Rumi” denmesinin nedeni de buydu.


Tahta kılıç ise bir barış simgesi olarak ele alınıyordu. Tahta bir kılıçla savaşılamayacağını, fetih yapılamayacağını herkes bilirdi ama bunun bir simgesel anlamı daha vardı: Tahta kılıç Şamanların kutsal saydığı simgelerden birisiydi. Horasan’dan Anadolu’ya geçen Türkmenlerin geldikleri yer ise şaman Orta Asya boylarıydı. Bu boylar 10. Yüzyıldan itibaren İslam dinini kabul ederken, Şaman geleneklerinden bütünüyle vazgeçmemişler ve yeni kabul ettikleri dine, Şaman geleneklerini de karıştırmışlardı. Türklerin İslam dinine geçmelerinin yüzlerce yıl sürmesi ve Şaman geleneklerinden bütünüyle vazgeçmemeleri bu konuda araştırma yapan bilim adamlarının üzerinde birleştiği bir gerçektir. Türkler yalnız Şaman değildiler. Mani Dini'nden Budizm’e, Nesturilik, Ortodoks ve Katolik Hristiyanlık ve Museviliğe kadar pek çok dini benimsemiş Türk boyları vardı. Bugün bile bu dini inançlara sahip Türk kavimlerine rastlamak mümkündür.

Anadolu Aleviliği 11.yüzyılda, Anadolu Selçukluları döneminde ortaya çıkmış ve 13. yüzyılda gelişmiştir. Bu dini akımın doğuşu ve yayılışındaki en büyük etken Horasan'dan Anadolu'ya geçen gezici dervişler olmuştur. Bu gezici dervişlere Türkistan Erenleri, Horasan Erenleri ve Rum Erenleri denilmektedir. Türkistan Orta Asya'da, Horasan İran'dadır. Rum deyimi ise Anadolu'yu, yani Doğu Roma topraklarını anlatmak için kullanılmaktadır. Bu erenlerin en önemli pirlerinden birisi Ahmed-i Yesevi'dir. "Türkistan'ın doksan dokuz bin pirinin piri" denilen Ahmed-i Yesevi'ye, Horasan'daki yetmiş yedi bin pirin de bağlı olduğu Vilayetname gibi kaynaklarda yazılıdır. Rum'da yani Anadolu'da da 57 bin pir vardır.

Şamanist öğelerle İslam’ı karıştırarak, Ortodoks İslam anlayışının dışında bir akın geliştiren Ahmed-i Yesevi, yetiştirdiği öğrencileri, bu anlayışı yaymak üzere çeşitli ülkelere gönderiyordu. İlk başta heterodoks bir inanç biçimi olarak görülen Yesevi düşüncesi, bu gezici dervişler yoluyla Anadolu ve Balkanlara yayıldı. Yesevi'nin öğrencilerinden Hacı Bektaş, Orta Anadolu'ya bugün Hacı Bektaş kasabası olan Suluca Kara Höyük'e geldi. Otman Dede ve Baba İshak Amasya'ya, Sarı Saltık Bulgaristan'a, Dede Kargın Antalya'ya yerleşerek öğretiyi yaymaya başladı. Aradan yedi yüz yıl geçmesine rağmen Yugoslavya'da, Arnavutluk'ta, Bulgaristan'da büyük bir Alevi kitlesinin yaşamakta oluşu ve Anadolu'da 23 milyon Alevi'nin varlığı bu etkinin gücü hakkında bir fikir verebilir sanırım.

Ahmed-i Yesevi'nin öğrencilerinin 13. yüzyılda din fanatizmine, cinsel ayrımcılığa ve ırk ayrımına karşı çıkışları nasıl açıklanabilir? Belki de bunun cevabı, Anadolu'nun karmaşık dinsel ve ırksal yapısında gizli. O yılların Anadolu'su Moğol saldırıları altında karmaşık ve çalkantılı bir dönem yaşıyordu ve birçok din ve ırk bir araya gelmişti. Belki de hoşgörülü olmaktan başka bir çareleri yoktu. Bir arada yaşamanın ve birbirlerini öldürmemenin tek yöntemi olarak gezici dervişlerin temsil ettiği hümanizm ve hoşgörü öğretisine sarıldılar. Ahmed-i Yesevi öğretisinin yüzyılları aşan gücü böyle ortaya çıktı. Ama bu inancın oluşmasında, 13. yüzyıl öncesi Mezopotamya ve İran kültürünün de büyük etkileri olabilir. Örneğin, Milattan Önce 600 dolaylarında İran'da yayılmış bulunan Zerdüşt (Zarahustra) dini de Spenta Mainyu adlı iyilik ve Angra Mainyu adındaki kötülük ruhlarına sahipti. Bu, Alevilerin etkilendiği Şamanizm'e çok yakın bir inanç formuydu. 5.yüzyıl sonlarında yine İran'da ortaya çıkan Mazdek akımı da iyilik ve kötülük arasındaki mücadeleye inanıyordu. İyi aynı zamanda ışıktı, kötü ise karanlık. Işık Tanrısının 7 veziri ve 12 ruhsal varlığı vardı. Bu sayılar Alevi inancındaki kutsal 7 sayısına ve 12 İmam'a tekabül ediyor. Mazdekçiler insan öldüremezdi. Düşmanlarına karşı bile iyi ve kibar olmaları öğütleniyordu. Bu dinin kurucusu olan Mazdek, insanlar arasındaki kavgayı ortadan kaldırmak amacıyla bütün malların ve bütün kadınların ortak kullanılması ilkesini ortaya atmıştı. Bu dinin 8.yüzyıla kadar devam etmiş olduğunu biliyoruz.

Eşitlikçi mezheplerden biri de Güneydoğu Anadolu'da Samsat'ta ortaya çıkmış bulunan Heretik Hristiyan mezhebi Bogomiller'di. Umberto Eco'nun kitaplarında geniş yer ayırdığı Bogomiller, insanların eşit doğduğunu ve sevgiliden başka her şeyin paylaşılması gerektiğini düşünüyorlardı. Onlar için İsa sadece bir melekti. Bogomiller Samsat'tan, Batı Anadolu'daki Alaşehir'e geçtiler ve oradan da Akdeniz üzerinden Güney Fransa'ya ulaştılar. Pirene dağları üzerinde inşa ettikleri kaşede yaşayan Bogomiller'in buradaki adı Cathar Şövalyeleri oldu. Yunanca cathar (arınma) kelimesinden ilham almışlardı. Bogomillerin macerası Montsegur kalesinin Fransızlar tarafından kuşatılarak ortadan kaldırılmasıyla sonuçlandı. Daha sonra İtalya'ya geçen bazı Cathar şövalyeleri de bu ülkede yitip gittiler ve 15.yüzyıldan sonra adları duyulmaz oldu. Yine Ortadoğu inançlarından olan ve bugün de süren Yezidiler, şeytana tapanlar olarak tanındılar. Şeyh Adi bin Misafir'in önderlik ettiği bu grup, aslında şeytanın Tanrı tarafından affedildiğine ve en büyük melek olduğuna inanıyorlardı.


Bu birkaç akımdan söz etmemin nedeni, o dönemde Anadolu'da uçuşan fikirleri ve kök salmış dini inançları biraz gözümüzde canlandırabilmek ve Ahmed-i Yesevi dervişlerinin yarattığı hümanizmin izini sürebilmektir. Bu dervişlerin bir kısmı, gezici halk şairi olarak dolaşıyor, halka şiirler okuyorlardı. Sözel edebiyat olarak günümüze ulaşan bu şiirlerin çoğunun 6 heceli, bazen de 6 ve 5 heceli olduğu görülüyor. Bu da bana dervişlerden yüz yıllarca önce Anadolu'da dolaşan ve heksameter olarak adlandırdığımız 6 heceli Homeros şiirleri okuyan gezici ozanları düşündürüyor. Bu ozan ve dervişlerin söylemlerinde hümanizm çok açık ve net biçimde ortaya çıkıyordu.

Hacı Bektaş bir şiirinde şöyle diyordu: Hararet nardadır, sacda değildir Keramet baştadır, tacda değildir Her ne arar isen kendinde ara Mekke'de, Kudüs'de, hacda değildirmaviADA 14 maviADA YAZ 2009 5 Aynı dönemin büyük şairi Yunus Emre ise şöyle demekteydi: "Sen kendine ne sanırsan Ayruğa da onu san Dört kitabın manası Budur işte var ise" Yine aynı dönemde, Orta Anadolu'da Konya'da yaşayan, Alevi inancıyla ilgisi olmamasına rağmen hümanizm bakımından benzerlik gösteren Mevlana Celaleddin Rumi insanlara şöyle sesleniyordu: Gel, gel! Ne olursan ol gel! Kafir, putperest, ateşe tapan mecusi olsan da gel! Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da gel! Bizim kapımız ümit kapısıdır Nasılsan öyle! Bu insanların hepsi din büyükleri olarak tanınıyorlardı. Ve ilginç bir şekilde bugün de böyle algılanmaktadırlar. 13. yüzyılda bu şiirleri yazan kişiler, Türkiye'de her mezhepten, her inançtan milyonlarca insan tarafından kutsal kişi olarak saygı görmektedir.

Anadolu Aleviliği'nin kurucusu olarak Hacı Bektaş gösterilir. Efsaneler, her yıl Ağustos ayında 500 bin kişinin anmaya gittiği Hacı Bektaş’ın, Anadolu'ya bir güvercin kılığında geldiğini anlatır. Burada hem Şaman inancındaki kutsal kuş motifine hem de barış temasına gönderme yapılmaktadır. Efsanedeki barış vurgusu, kuşku götürmeyecek kadar açıktır. Çünkü güvercin kılığındaki Hacı Bektaş, bugün kendi adını taşıyan kasabanın üstüne geldiğinde, yerdeki bir kadın "üstlerinden bir erkek geçtiğini" söyler. Bunun üzerine şahin kılığına giren Kara Donlu Can Baba adlı kişi güvercinin peşine düşer. Güvercin silkinerek insan olur ve şahini boğazından kavrar. Şahin, "İnsan insana zulmeder mi?" diye sorar. Hacı Bektaş'ın ona verdiği cevap, efsanenin amacını açıklar niteliktedir: "Ben Anadolu'ya gelirken, bulabildiğim en masum yaratığın kılığına girdim. Güvercinden daha masumunu bulsaydım o kılığa girerdim."

Alevilerin yarattığı güçlü edebiyat içinde yer alan bütün efsaneler, şiirler ve özlü sözler, barış, masumiyet, dostluk, şiddet karşıtlığı, komşuluk, eşitlik, sevgi temalarını işlemektedir. Şimdi kısaca Aleviliğin temel inancına bakalım. Konumuz teoloji olmadığı için, üzerinde çok çalışılmış olan inanç konularına derinlemesine girmeyecek ve sadece özetlemekle yetineceğim. Alevi inanç felsefesinin en önemli ilkesi "oluşum"dur. Tanrının ilk biçimi insanla tasarlanamayacak bir özdeşliğe sahiptir. Tanrı çeşitli evreler geçirmiştir ve (Hegelci mantıkta olduğu gibi) kendine yabancılaşarak evrende, doğa ve insan biçiminde tezahür etmiştir. İnsan olmadan, Tanrı’nın olması mümkün değildir. Bu yüzden insan, Tanrı’nın bir yaratısı, Tanrı’nın yeryüzündeki belirtisi ve dolayısıyla Tanrı’nın kendisidir. Adem’in yeryüzüne sürülüşü bir cezadan çok terfi anlamı taşır, çünkü dünyada bir bedene sahip olmuştur. Alevi araştırmacısı Anton Josef Dierl bunu şöyle yorumlamaktadır: "Düşünen insanda Tanrı, bu evrendeki kendi bilincine varır. Bu nedenle insan, daha doğrusu kamil insan yeryüzündeki gerçek Tanrı’dır. Kamil insan, sıradan insanların uyması gereken kuralları belirleme hakkına sahiptir. İnsan, ruhsal varlığı ile meleklerden daha aşağı bir kademededir. Ama bu ruhsal varlık, çok değerli olan insan bedeniyle birleşince bir melekten daha yüksek düşünme kapasitesine sahip olabilir. Bu yeteneğe ulaşmış olan insanlar kamil insan mertebesine yükselir. Bütün bu nedenlerle insan bedeni, cinsellik ve sanat Aleviliğin mutlak olarak olumladığı değerlerdir."

Genç Abdal şiirinde diyor ki: "Tanrı’yı sevenler Tanrı ile beraberdir, onlar Tanrı’nın içindedir, onlar Tanrı’dır." Bu tip düşüncelerin, Ortodoks İslam sayılan Sünni mezhebi üyelerini çok kızdırdığı kolayca anlaşılabilir. Bu düşünceleri taşıyan şair Nesimi, 1714'de Halep'te derisi yüzülerek öldürülmüştür. Alevi toplulukları üzerinde her yüzyılda çok büyük baskılar uygulanmış, kitle halinde öldürülmüşlerdir. Kadın erkek eşitliğine inanmaları, kadınlarını çarşaf ve peçe altında saklamamaları da çeşitli iftiralarla karşılaşmalarına neden olmuştur. Anadolu'daki Sünni Müslümanlar, Alevileri ahlaksızlıkla, ensest ilişkilerle suçlamışlar ve bu söylentiler Alevilik karşıtı bir propagandanın aracı olarak kullanmışlardır. Oysa Alevi ahlakının temel ilkesi; "eline, diline, beline sahip olmak"tır. Bu ilkeler elle yapılacak hırsızlık, dövme gibi kötülüklerden uzak durma, dille hakaret edip yalan söylememe ve cinsel olarak tecavüzde bulanmama anlamına gelir. Aslında bu üç kural da Aleviliğin kökleri hakkında bilgi vermektedir bizlere. Profesör İrene Melikoff bu üç kuralı eski Mani dinine bağlar. Ağzın, elin ve kalbin mühürleri vardır, Mani inancında. 8. yüzyılda Mani dinine sahip Uygur metinleri, bu kuralı "üç damga" olarak adlandırıyor. Orhun yazıtlarında şöyle deniliyor: "Bugüne kadar etle beslenen halk, bundan böyle pirinçle beslenecek; öldürmenin kınandığı ülke, iyilik öğütlenen ülke olacak."

Alevilerin toplu ibadetlerine "cem ayini" denilmektedir. Bu törenlerde insanlar birbirlerinin yüzlerini görecek biçimde, daireler oluşturarak otururlar. Camide namaz kılan Müslümanların birbirinin arkasına sıralanması ve önündekinin sırtını görmesi Alevi anlayışına uygun değildir. Kutsal sayılan kadın ve erkek yüzleri birbirini görebilmelidir. Cem töreni, dini lider "dede" tarafından yönetilir. Dedeler genellikle saz çalarlar. Saz Türklerin Orta Asya'dan getirdikleri "kopuz" denilen çalgının gelişmiş biçimidir. Uzun saplı telli bir enstrümandır. Bu çalgı eşliğinde eski ozanların şiirleri seslendirilir, Ali'ye ve 12 İmam'a dua edilir, topluma öğütler verilir. Törenin belli bir bölümünde kadın ve erkekler birlikte "semah" denilen dansı yaparlar. Bu dans, turna kuşunun hareketlerini andırması bakımından ilginçtir. Alevilikteki ruhun göçü ve başka bedene girmesi "reenkarnasyon" inancına göre bu ruhları taşıyan kuş, turnadır. Cem törenlerinden bazılarında ben de bulundum. Özellikle Doğu Anadolu'daki Keşiş Dağları doruklarında, modern dünyayla pek az ilişkisi olan, karlarla kaplı Hınzoru köyündeki cem töreni, geçmiş yüzyıllardan bu yana pek az değişiklik göstermiş olabilir. Cemin en ilginç bölümlerinden birisi "özünü dara çekmek" (kendini dar ağacına asmak) olarak adlandırılan, öz eleştiri töreniydi. Suç işlemiş bir kişi toplumun önüne çıkarak bu suçunu itiraf ediyor ve sonra dede tarafından kendisine bir ceza veriliyordu. Kiliselerdeki günah çıkarmayı hatırlatan bu gelenek, her bireyin kendi kendisiyle hesaplaşması sonucunu doğuruyordu. Verilen cezalar genellikle toplum yararına yiyecek temini gibi cezalardı.

Daha önce de belirttiğim gibi insan öldürme ve cinsel suçlar kesinlikle bağışlanmıyor, o kişi toplum dışı olarak ilan ediliyordu. Cemin bir başka bölümünde birbiriyle çözemedikleri sorunları olanlar, bu sorunları dedenin ve toplumun önüne taşıyorlardı. Birbirleri aleyhinde yaptıkları şikayetler, köyün tanıklığı ve dedenin kararıyla çözümleniyordu. Alevi inancının en önemli kurumlarından birisi "müsahip" geleneğidir. İki insan birbirinin müsahibi olunca, ölene kadar birçok yükümlülükler üstlenir. Müsahip kurumu insanlar arasındaki arkadaşlığı pekiştiren ve toplumda dayanışmayı artıran bir işleve sahiptir. Fransa Bilimsel Araştırmalar Merkezi'nden antropolog Altan Gökalp, bu kurumu, Fransız İhtilalinden Saint Juste'ün oluşturduğu mahalle dayanışması fikrine benzetmektedir.

Anadolu Aleviliği, Ali ve onun soyundan gelenleri kutsal sayar. Bu yüzden çoğu zaman İran'daki Ali taraftarı Şii'lerle karıştırılırlar. Oysa Alevilik, Şiilikten çok farklı. İran'daki Şii yönetiminin katı din kurallarına sahip olduğunu ve camilerde namaz kılmak gibi dini ibadete çok bağlı bulunduğunu, kadınların kapalı gezdiğini ve alkol kullanmanın yasak edildiğini biliyoruz. Oysa daha önce de belirttiğimiz gibi Alevilerde bunların hiçbiri yoktur. Aleviler öncelikle kutsak kitap Kuran'ın bugünkü biçimine inanmazlar. Onlara göre, içinde çokça Ali'den bahsedilen gerçek Kuran yazılmamış, daha sonra da üçüncü halife Osman tarafından yazılan Kuran ise Muhammet ve Ali düşmanlarının istedikleri gibi manipüle edilmiş, birçok yeri değiştirilmiştir. Bu anlayışların, neden Merkezi Osmanlı idaresi tarafından hoş görülemediği kolayca anlaşılabilir. Çünkü Osmanlı Sultanları, çok geniş bir alana yayılan imparatorluğu yönetebilmek için katı din kuralları olan ve İslam Ortodoksluğu sayılan Sünni mezhebini tercih etmişlerdir. 13.yüzyıl sonunda imparatorluğu kuran Sultan Osman ve Orhan'ın Alevi-Bektaşi inancına yakınlığı ve Yeniçeri ordusunun Hacı Bektaş'a bağlı olması bu gerçeği değiştirmemiştir. Özellikle 16. yüzyıl başlarında İran'da yönetimi ele alan Türk asıllı Şah İsmail'in Anadolu Alevileri arasında çok sayıda taraftar toplaması, padişah Yavuz Sultan Selim'i çok rahatsız etti ve İran-Osmanlı savaşı öncesinde Anadolu'da çok büyük bir Alevi katliamı yaşandı. Hayatta kalanlar dağlara çekilip, saklanarak ibadet ve yaşamlarını sürdürmek zorunda kaldılar. Bu savaşı Osmanlıların kazanması, Alevi inancının bir yönetim biçimi haline gelmesini engelledi. Daha sonra yüzyıllarca baskı altında kalan Alevi-Bektaşi anlayışı, 20.yüzyıl başlarında Jön Türk hareketinin kendilerine ilgi duymasıyla tekrar gün ışığına çıktı. Ve Anadolu'da bir direniş hareketi öğütleyen Mustafa Kemal Atatürk, Hacı Bektaş kasabasına giderek, orada Hacı Bektaş'a vekalet eden manevi liderden destek aldı. Cumhuriyet döneminde Aleviler, laikliğin, Atatürk reformlarının, kadın haklarının, çağdaş yaşam biçiminin ve daha sonra da sosyal demokrat hareketlerin yanında yer aldılar.

Mevlana'yı, Hacı Bektaş'ı, öğrencileri aracılığıyla Anadolu'yu çok etkilemiş olan Ahmed-i Yesevi'yi, Tapduk Emre'yi, Şeyh Edibali'yi, Ahi Evran'ı düşünün. Biz 13.yüzyılda bir mucize yaşadık. Ne yazık ki bu mucize, 21.yüzyıl Türkiye'sini yeteri kadar aydınlatmıyor. Çünkü gözlerimizi kapatmaya çalışıyoruz.



(*) Ilk kez maviADA’da yayınlanan bu yazı Z. Livaneli’nin, Princeton Üniversitesinde verdigi konferansın Türkçe metnidir

*

maviADA YAZ 2009

22 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page