top of page
Emine AYDOĞDU

AKBABALAR

Güncelleme tarihi: 10 Ara 2022

Emine AYDOĞDU

*

Ben masalcı çingenenin torunuyum. Ovaları, dağları, nehirleri, ormanları, avucumun içindeki çizgiler gibi bilirim. Çocukluğumdan beri dağ, taş, yağmur, çamur, soğuk, sıcak, demeden yürürüm. Doğayla beraber hareket ediyorum. Doğa kendisine teslim olanları koruyor. Ruhum, doğanın içinde; her yere serpiştirilmiş. Gördüğüm her şeyde bir zerrem saklı. Toprakta, suda, ağaçta, ateşte, havada, karıncada, kelebekte, akbabada; yani tüm evrende, bütün bende; ben bütündeyim.


Hiç yorulmam. Bacak kaslarım çok güçlü. Dağların zirvesine keçilerden daha iyi tırmanabilirim. Armin tedirgin. Biraz da kızgın. Korkuyor. Aşağısı uçurum. Dallar ince ve kuru, kırılabilir. Aldırmıyorum, içimdeki sesi dinliyorum. Dinlemesem beni terk edeceğini biliyorum. O giderse kör ve sağır olurum. Neyi kanıtlamaya çalışıyorsun? Sesi kısılıncaya değin bağırıyor. Yapma, daha fazla tırmanma. Dünyayı yukarıdan seyretmek istiyorum. Akbabalar...Akbabalar... Akbabalar... Delirmişsin sen. Doğada delilik yok. Onu yerleşikler uydurmuş. Armin’in ailesi Ardos’ta öldürülmüş. Kundaktayken, bulmuşlar dedesini. Yıkık bir evin kilerinde. Büyük nenem sütünü vermiş. Memesinin birini dedeme, birini onun dedesine. Uçurumlara korkmadan bakıyorum. Kimi zaman cesaretle aptallığı karıştırıp tepetaklak düşüyorum. Uçurumlardan korkarsam, masalları nasıl anlatırım. Özgüvenimi doğa vermiş bana, nenem öyle söylerdi. O, alınıp satılmıyormuş. Üzerime inat ve gururu giyip, doğanın dışındaki bütün kalıpları kırıyorum. Zaten doğanın felsefesi kalıplara sığmıyor. Dağları dolaşırken Akbabalar beni izliyor ben de onları. Kanatlarında benim de bir parçam var. Bu sayede gökyüzünün sırlarını çözmeye çalışıyorum. Kitaplardan değil, gözleyerek ve deneyimleyerek. Kitaplar başka akılların ürünü. Deneyim ve gözlemlerim ise doğanın ürünü. Ayın ağırlığı altında dağların zirvesindeki kaya kovuklarında konaklayan akbabalar, kanatlarını açıp havalandığı zaman ben de aşağıya iniyorum. Bu, gecenin gitmesi yeni bir günün gelmesinin işareti. Kanatların çırpınışı gökyüzünün yeşilinde morunda ve sarısında iz bırakıyor; gökyüzü gölgeler evine dönüşüyor. Gölgeler, akbabaların topraktan taşıdıklarının izini tanıtlıyor. Bu izle, göğün haritasını çiziyorlar. Orada ülkeler yok. Sınırlar da. Yıldızlar yanıp yanıp sönüyor. Gök kubbenin derinliklerine kanat çırptıkça kendi derinliklerine ulaşıyorlar. Göğüs kafesim genişliyor; bedenimin ağırlığını unutuyorum. Gözlerim yoruluncaya değin izliyorum. Bu seher vaktinde kanatların salınışı göz eriminden kurtulup, güneşin yoluna girince, ben de Armin’in yanına gidiyorum. Armin, toprağa bağdaş kurup oturmuş, sorusunu gözüne yazmış gibi bakıyor. Gözünü okuyorum.Akbabaları anlatacaktın. Ninenin anlattığını. Armin, ailesinin geçmişine dair herşeyi sonradan öğrendi. Babası ölmeden once; gözlerime bak, gözlerime; içindeki ışığı hiç ama hiç unutma, diyerek anlatmış. Birlikte Ardos’ta gittik. Armin de bizim gibi sıfatları sevmiyor. Yalnızca çingene olduğunu söylüyor. Haydi ama anlatsana. Masalı sen de biliyorsun. Ama sen güzel anlatıyorsun. Sen anlatınca hayallere dalıyorum. Bazen akbaba oluyor; kanatlarımın sesini duyuyorum. Bazen bir kaya. Bazen dağ. Bir de her anlattığında yeni bir şey öğreniyorum. Çayırda anlattığında ninenin akbabalarla yaşadığını söyledin. Bunu ilk kez duydum. Ninen akbabalarla yaşamış mı, gerçek mi, yoksa masal mı?.. Dinleyene ve anlatana bağlı. Sen neyi hayal edersen ona doğru gidersin. Gerçek de masal da hepsi yaşayıp yarattıklarımız. Masalların birçok yüzü varmış. Şimdi anlatacağım akbabalar da masalın yaşanan yüzüymüş. Akbabalar, Mısırlılar, Tibetliler ve Zerdüştler tarafından kutsal kabul edilirmiş. Nekhbet, akbaba başlığı takan bir kadın olarak tasvir edilir. Nekhbet, vesayet tanrıçasıymış. Aynı zamanda Yukarı Mısır'ın koruyucusu olan iki kadın hükümdardan birisiymiş. Mut, bir gökyüzü tanrıçasıymış. Antik Mısır dilinde anne anlamına gelirmiş. Doğuran ve hiç doğmamış olarak anılan Mut, hiyerogliflerde bir akbaba olarak temsil edilmiş. Tibetliler, ölülerini akbabalara yedirerek, ruhlarının göğe ulaşacağına ve özgür kılınacaklarına inanırlarmış. Zerdüştler, ölülerin vücutlarının günaha bulaşmış olduğunu kabul ettiklerinden, ölü bedenleri akbabalar yesin diye dağların zirvesine bırakırlarmış. Zerdüşt inancına göre, akbaba göklerin kutsal kuşuymuş.Akbabalar, doğanın sağlık emekçileridir. Önceki anlattıklarında bu giriş yoktu. Masallar senin de bildiğin gibi ölümsüzdür. Yaşadıkça yeni biçimler alır, yeni nedenler ve sonuçlar doğururlar. Akbabalar, masal değil, yaşayan efsanelerdir. Bu mucize canlılar, doğa tarafından henüz yok edilmemiş, çürümekte olan hayvan ölülerini tüketerek yaşamlarını sürdürürler. Zorda kalmadıkları sürece canlı ve hareketli varlıklara asla dokunmazlar. İnsanlar onlara leş yiyiciler diye ad takmış. Halbuki ölmüş hayvanın tüketimi, hem doğayı, hem diğer canlılara hastalık bulaşmasını önler. Asıl insan öldürür. Geride kalan bir leş varsa o insanın eseridir. Başları ve boyunları tüysüzdür. Ölü besinlerle beslendikleri için parazit ve bakteri kapmalarını önlemek için doğa başlarına ve boyunlarına tüyü gerekli görmemiş.Parazit ve bakteriler çıplak boyunlarına bulaşmıyor mu? Bulaşıyor. Doğa ona da çare bulmuş. Çıplak boyunlarına yapışan bakteri ve parazitler güneş ışığında kısa sürede ölüyorlarmış. Kuvvetli mide asitlerine sahiplermiş. Bu asit, onları bütün hastalıklardan koruyormuş. Nenem, bu bilgileri dağlarda yaşayanlardan öğrendiğini söylerdi. Doğa, akbabaları korumak için elinden gelen herşeyi yapmış. Dağ gezginleri onların nasıl işediklerini görmüş. Ayakta işiyorlarmış. Kimi zaman da ayaklarına. Bunu niye yapıyorlarmış biliyor musun; çok sıcak havalarda ayaklarını soğutmak ve eğer parazit ve bakteri varsa onları öldürmek için. Uzun süre postallarını çıkarmayan askerler ve gerillalar da bunu yapıyormuş. Dün gördüğümüz fotoğrafçı söyledi. Sezgileri çok güçlüymüş. Tehdidi hemen seziyorlarmış. Bir tehdit gördükleri anda kusuyorlarmış, bu hem vücut ağırlıklarını hafifletmek hem diğer yırtıcıları caydırmak için yapılan ustaca bir korunma yöntemiymiş. Yedikleri besin, sindirilmemişse diğer yırtıcılara yem, sindirilmiş ise çevreye kötü koku yayarak kendileri için zaman elde ediyorlarmış. Hastalıklı hayvanların ölülerini tüketerek hastalıkların yayılmasını engelledikleri gibi, besin zincirinin üst kısmındaki enerji akışını devam ettiriyorlarmış. Yırtıcı kuşlar içinde onlardan daha büyüğü yokmuş. Böyle olmasına rağmen diğer yırtıcılardan çekinirlermiş. Akbabalar, doğanın sabır küpü kanatlılarıymış. Toprak gibi. Yiyecekleri besinin başında bir yırtıcı kuş, sırtlan veya çakal varsa onların sofrayı terk etmelerini sabırla beklerlermiş. Görme ve koku alma duyuları çok keskinmiş. Gözlerinde biri uzağı, diğeri yakını görmeye yarayan iki ayrı odak noktası varmış. Çok yükseklerden süzülerek besin ararlarmış. Kilometrelerce uzaktan besinleri tespit edebilirlermiş. Besin bulduklarında çok fazla yerlermiş. İnsanlar gibi. Kursakları çok büyükmüş. Obur kanatlılar diyorum onlara. Öyle çok yerlermiş ki havalanabilmeleri için önce koşmaları gerekirmiş. Armin gülüyor. Tek eşlilermiş, dişisi bir veya iki yumurta yumurtlarmış. Çoğu zaman bir yumurtanın üzerinde yedi-sekiz hafta kuluçkada kalırmış. Çoğalmaları yavaşmış. İnsan gibi hızla çoğalmıyorlarmış. Dişi akbaba yiyecek bulamadığında yavrusunu beslemek için kendi etinden koparır yavrusuna verirmiş. Belki de bunun için eski Mısır'da koruyucu olarak simgelenmiş. Bir efsaneye göre de başlangıçtan beri insanlar adaleti hep gökyüzünde arar dururmuş. Tarih boyunca bu arayış hep devam etmiş. Gerçi bugün de arıyorlarmış. Mektup gönderir gibi sorunları gökyüzüne havale ediyorlarmış. Böylece çözmek için zahmete katlanmıyorlarmış. Doğaya olan borçlarını hep erteliyorlarmış. Doğa, insanın akılsız hallerine katıla katıla gülüyormuş. Gülüşünü, seller, yağmurlar, fırtınalar, hortumlar, yangınlar ve hastalıklarla belli ediyormuş.


Akbabalar, insanlığa yardım olsun diye keskin gözleriyle gökyüzünü bir uçtan öbür uca, yılmaksızın tarayıp durmuşlar; ama bir türlü adaleti görememişler. Onların, uzun ve geniş kanatları üstünde zarifce dönerek saatlerce havada salınıp durmaları, insanı uyarmak içinmiş. Kaygı içinde söyleyebilirim ki; kanatlarıyla gönderdikleri esinin sırrını insanoğlu çözememiş. Üstüne üstlük bir de akbabalara leş yiyiciler diye ad takmış. Akbabalar, insanın hoyratlığına aldırmadan, tüm canlılar için doğanın temizliğini her gün bıkıp usanmadan yapıyor.

*

Emine AYDOĞDU

Etiketler:

54 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page