top of page
1/2

AH ERCİŞ AH

(KEMLİK YÜKLÜ BİRKAÇ ANI)


Niyazi UYAR*


İlk göz ağrım, ilk görev yerim Erciş! Ne güzel insanlar tanıdım sende, ne güzel insanların var senin. İsim isim saysam, unuttuklarıma haksızlık etmiş olurum ki bu da beni üzer. O açıdan isim zikretmemeye çalışacağım; yalnız bir iki isimden söz etmemek de anıların bir bacaklarının eksik olması sonucunu doğurur.


Yeşil Erciş’in Karakoyunlu Türkleri tarafından kurulduğunu söylemişti Celal Gazioğlu! Celal Gazioğlu, halk kültürüne ehemmiyet veren, o alanda kendini yetiştirmiş bir eğitimciydi.

1982 yılı, mart ayında öğleden sonra sarı renge boyanmış ortaokul binasında başladım göreve. O zamanki müdür yardımcısı sonraki yıllarda müfettiş olup ayrılmıştı Erciş’ten. O çok sıcak karşılamıştı, fakat…


Anlatacağım üç vaka var ki, aklıma geldi mi, bugün bile soğuk soğuk terlerim. Bu üç vaka Erciş’in güzelliklerine hiç yakışmayan şeylerdi.


Erciş’te bir dönemi bitirmiştim, eş durumu tayinleri için lazım gelen evrakları hazırlamam gerekiyordu, nikahımız kıyılacaktı ve eş durumu tayinleri için son müraacat temmuzun yedisinde mi, onunda mı bitiyordu, geçmiş gün emin değilim. Okulu vekâleten yöneten sayın(!) ilgiliye durumu anlattım. Olmaz dedi, sınavlar bitsin, nereye gidersen git dedi. Ama eş durumu tayinleri temmuzun onuna kadar olduğu malumunuzdur dedim. Beni ilgilendirmez, dedi. Bu yıl tayin isteyemem biliyorsunuz dedim. O senin sorunun dedi.

Çok üzülmüştüm, acemi, toy bir öğretmendim. Çaresizdim, kim nasıl ne yapar diye düşünürken, fen bilgisi öğretmeni arkadaşım Ahmet Çetinkaya’nın bulduğu, harika bir çözüm yolu ile hem nikah akdini yaptım, hem de eş durumu tayini için müracaatta bulundum...


Nöbetçi öğretmen olduğum bir gün, son zil çalmış, öğrenciler evlerine gitmiş, ben de son kontrolleri yapıp nöbet defterini imzalamak için müdür yardımcısı odasına gittim, kapı kapalıydı, çaldım kapıyı, içeriden pek de kibar olmayan bir ses:


“Gellllll!”


Allah Allah dedim, inşallah bir terslik olmaz, Türkiye’nin bir ucundan bir ucuna yaklaşık iki bin kilometrelik bir yere gelmişim. Kimi kimsesi olmayan yirmi iki yaşında stajyer bir öğretmendim. Öğretmen olanlar bilir. Stajyer öğretmenler, bir yıl tecrübeli öğretmenin rehberliği ile öğretmenliği öğrenir (!) Bir yabancı idim, yani Ercişli değildim, Anadolu’da bir tabir vardır ya, “yabancı şeyin kuyruğu şeyine olurmuş ya…”


Selam, deyip girdim içeri, nöbeti bitirdim, defteri imzalayıp raporu yazacağım, dedim. İki müdür yardımcısı, birbirlerine bakıp kinayeli kinayeli sırıttılar, kendi aralarında bir şeyler konuştular. En medeni olanı(!) al imzala, yok bi şe demi, deyip defteri önüme fırlattı. Sonra da Selam he, ne selamı ule, selamünaleyküme ne oldum olûm, dedi.


Yok yok dedim, hiçbir sıkıntı olmadı, her şey yolunda, dedim. Dedim, demesine de daha o an kan ter içinde kalmıştım. Defteri imzalayıp bir an evvel odadan çıkmak için acele ediyordum. Açıkçası korkuyordum, iki müdür yardımcısının iyi niyetli olmadığı ayan beyan ortada idi.

İmzayı atıp iyi akşamlar diyerek kapıya yöneldim ki, diğeri dur bir dakika deyip küfür etmeye başladı.


Ayıp oluyor ama, dedim. Bu sefer daha öfkeli küfür etmeye başladı. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Neden, niçin öyle davrandılar, hala cevabını bilmiyorum...


O akşam hiçbir şey olmadan okuldan çıktım, Camikebir Mahallesi’ndeki evime doğru yürüdüm. Yol boyu, öfkeden yazık ki elden bir şey gelmez içim içimi yedi. Kısa günlerdi, akşam çabuk oluyordu. Eve vardım, kapıyı eşim açtı, hoş geldin, ne oldu sana elin yüzün çaput gibi, bir şey mi oldu okulda, dedi. Yok yok, dedim hiçbir şey olmadı, bugün nöbetçiydim, hem de derslerim yoğundu, dedim. Haftalık ders saatim, 34 müydü, 36 mıydı şimdi emin değilim. Yaklaşık beş altı saatim öğretmenlerin ifadesiyle “kızılay’a” gidiyordu, yani ücretini alamıyordum. Fakat hiçbir şekilde şikayetçi olmadım, çalışmayı seviyordum, çünkü.


Bir başka anım, Erciş’te mecburi hizmet süremi, rotasyon süresini tamamlamıştım, daha doğru bir ifade ile tayin isteme hakkını elde etmiştim. Tayin dilekçesini doldurup okul müdürlüğüne teslim ettim. Tayinim çıksın diye de dua etmeye başladım. Bir gün ilçe milli eğitimde adı bende saklı bir çalışan, hangi bölgeyi tayin dilekçemizde işaretlediğimizi biliyordu. Her yerde beni arıyormuş.


Hocam, dedi sizin tayin dilekçenizi değiştirmişler, Dördüncü bölgede bir başka yere tayin istiyorum, seçeneğini işaretlemişler, dedi. Gösterdi, gerçekten öyle, Allah Allah olacak şey değildi. Yani Erciş’ten sonra, Hakkari, Muş, Mardin, Siirt, Bitlis, Urfa, Diyarbakır… illerinden birini istiyormuşum. Oraları isteyeceğime Erciş’te devam ederdim.



İnsan bu kadar kötü nasıl olabilir, insan bu kadar öfkeyi nerede barındırır, anlamak mümkün değil. Erciş’i çok seviyordum, ailecek görüştüğüm çok güzel aileler vardı. Bu nasıl bir şey, insan böyle bir şeye nasıl cüret edebilir, bu insanlardan eğitimci olur mu, anlamıyorum.

Neyse tayin dilekçemde gerekli düzeltmeleri yapmış, dilekçemin sağ salim ilçeden gittiğini öğrenmiştim. Ondan sonrası Allah kerimdi artık.


Tayinim nokta tayin olarak İstanbul, Beyoğlu Piirireis Ortaokulu’na yapıldı. Fakat İstanbul, aklımızın ucundan bile geçmiyordu. Biliyoruz ki İstanbul zor şehir, pahalı şehir, devlet memurları için sürgün şehri!


Erciş’ten tayinim çıksın da nereye çıkarsa çıksın derken İstanbul dememiştik ama. Karı koca bir düşüncedir aldı ki bizi, deme gitsin, uykularımız bile bizimle birlikte perişan oldu. Biz ne yapardık, o yılların modası yapı koperatiflerine üye olarak ev ssahibi olamak. Zaten kooperatifin taksitini ödemek belimizi büküyordu. Hemen hemen iki maaşımız da kooperatif taksitine gidiyordu. Sadece taksit ödemiyorduk ki, bir de arada alınan yüklü ara taksitler. Eşimle birlikte karar verdik, tayinimizi durduracaktık; ama nasıl?


Bir akşam resim öğretmeni arkadaşım Memet Erdoğdu ailesine akşam oturmasına gittik. Mevzu hep bizim tayin. Şimdi düşünüyordum da kendi derdimizle onları boğmuşuz. Kusura bakma Memet’im, kusura bakma Nevin Hanım, bencilik etmişiz.


Gerçekten çok üzülüyorduk, bu şartlarda biz İstanbul’da nasıl geçinirdik? Memet dedi ki,

Yarın birlikte il milli eğitime gidelim, benim bir bildiğim var, yarın gidince görüp bana hak vereceksin, dedi. Sevinçle tamam, dedim. Memet’im yılan değil, teşbihte hata olmaz ki, hani derler ya “denize düşen yılana sarılır.”


Van’a gittik, hiçbir yere uğramadan doğru il milli eğitim müdürlüğüne! İl müdürü bizi çok sıcak karşıladı, tayinimizi durdurmak için lazım gelen her şeyi yapacağını söyleyerek ayrılırken, kapıya kadar uğurladı. Hatta merak etmeyin bu işi olmuş bilin, bile dedi, gün gibi hatırlıyorum.


Dönüş yolunda on, on beş dakikada bir Memet’e teşekkür ediyordum. Bu güzel haberi eşime vermek için bir artık eve ulaşmak istiyordum. O yıllar, cep telefonlarının hayali bile yoktu. Yol da bitmek bilmiyordu bir türlü, biz yaklaştıkça, Erciş bizden kaçıyormuş gibiydi, sanki bir gün sonra yaşayacağım “kara gün”e delalet ediyordu. Neden “kara gün” az sonra anlatacağım. Eşim kapıda karşıladı beni, daha içeri girmeden ne oldu, tamam mı dedi. Anlatacağım deyip bir bir anlattım.


O gece huzur içinde, bir haftalık uykusuzluğa karşılık deliksiz bir uyku çektik.


Sabah olmuş eşim kahvaltıyı hazırlamış, sesi keyifli beni kahvaltıya çağırıyordu. “Tamam, az kaldı tıraşımı olup geliyorum,” dedim. Hangi koşulda olursa olsun, kahvaltı yapmadan güne başladığımızı hatırlamam. Hangimiz uygunsa kahvaltıyı o hazırlardı.


Bu ara okullar tatile girmiş, ilkokullarda seminer çalışmaları, orta dereceli okullarda yılsonu sınavları vardır. O nedenle Van’a gidişimizde bir sorun olmadı. İçimdeki sevinç kasırgası ile Van yolundan, merkezde bulunan okuluma doğru hızlı hızlı yürüdüm. Bu güzel haberi sevdiklerimle paylaşacaktım…


Öğleye doğru Muğdat Efendi,

“Hocam seni müdür çağırıyor!”

“Neden çağırıyor müdür?”

“Ben ne bilirem hocam?”


Müdür odası çağla yeşili boyalı lise binasının ikinci katındaydı. Odaya camlı bir odadan sonra giriliyordu. Kapıyı tıklattım, içeriden,


“Gelllll, gelll,” diyen ses, “yüksekleri ben yarattım, alçakların sahibi kim,” der gibiydi. “Gellll, gelll,” diye seslenişinde yöresel ağzın en güzel(!) örneğini veriyordu. Zaten oldum olası, kültür dilini kullanmazdı, bilerek mi böyle konuşur, ne bileyim başka bir sebep mi vardır, emin olun bilmiyorum. İçeri girdim, buyur otur demeden, doğrudan konuya girdi:


“Memet Erdoğdu ile milli eğitime getmişin, tayini dudumak için müdürümle göşmüşünüz. Değerli müüüdürüm, söz vemiş; ama onu ihna ettim, sen bi sü gün işiğini *keseceen,” ben seniii bu okulda istememmm, ben okulûmda solcu öğretmen istememmm anaşıldı mı?* Hiçbi şe deme, çık git, ben seni istemiyom, ben solcu öğretmen istemiyom…”


Ertesi gün, ilişiğimi kesip çok sevdiğim Erciş’te bir mart ayında başladığım görevime, 1987 haziran sonu ayrılmış oldum.


İşte böyle, anlattıklarımın fazlasını yaşadım, şimdi sevgili okur böylelerine eğitimci diyebilir misiniz, böylelerinden eğitim ordumuzun içinde kadro işgal eden böyle binlercesi yok mu, bundan çok daha ağırını yaşayan bu ülkenin nice değerli eğitimcileri yok mudur?


 Ben Niyazi Uyar olarak bu eğitimcilere(!) iki cihanda da hakkımı helal etmiyorum, ne yapayım elimden gelen budur!

Etiketler:

89 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/682
bottom of page