
Nurten B. AKSOY
*
İstanbul ne gezmekle ne de anlatmakla biter, ama biz yine de ufak ufak her hafta birer köşesinden gezip anlatalım diyoruz bu şehr-i İstanbul’u… Bu haftaki rotamız Tarihi Yarım Ada‘da, Eminönü‘nden başlayıp Sultanahmet‘te bitecek bir küçük yolculuk. Aslında gezeceğimiz bu mekanlar pek çoğumuzun bildiği belki de her gün geçip gittiği yerler, ama biz biraz da geçmişe yolculuk yapalım ve Eminönü Gülhane hattı gezilirken özellikle görülmesi gerektiğine inandığımız yerleri bir hatırlatalım istedik.
Eminönü Meydanı
Tarihi Yarımada’nın Haliç kıyısından başlayarak Sarayburnu’na kadar uzanan sahil kısmı Eminönü meydanı diye bilinir. Her ne kadar günümüzde 'meydan'ı kalmasa, yoğun bir insan ve araç trafiğine boğulmuş olsa da 60'lı yıllarda İstanbul’un her semtine giden otobüslerin toplandığı, koca bir meydan vardı burada. Osmanlı döneminde Deniz Gümrüğü ve Gümrük Eminliğinin burada bulunması sebebiyle Eminönü adını almış bu semte ulaşmak için Anadolu yakasından gelecekseniz en güzel yol tabii ki vapur, ama Avrupa yakasındaysanız başta tramvay olmak üzere her türlü taşıtla -özel aracınızla gelmemeniz tavsiyemizdir- gelebilirsiniz.
Güvercinlerin hala saltanat sürdüğü Yeni Cami

Galata Kulesi ve Köprüsünü arkanıza alıp Eminönü’ne doğru baktığınızda sol tarafta görkemli görüntüsüyle ilk olarak Yeni Cami karşılar sizi. Yeni Cami ya da Valide Sultan Camii, İstanbul’da 1597 yılında Sultan III. Murat‘ın eşi Safiye Sultan‘ın emriyle temeli atılan ve ancak 1663’te zamanın padişahı IV. Mehmet‘in annesi Hatice Turhan Sultan‘ın büyük çabaları ve bağışlarıyla tamamlanıp tam altmış altı yıl sonra ibadete açılabilmiş bir camidir. Günümüzde kalabalıklar nedeniyle sayıları hayli azalsa da güvercinler hala turistlerin ayaklarının arasında dolaşmaya devam etmekteler.
Tarihi Mısır Çarşısı

Yeni Cami’nin hemen arkasında baharat kokuları ve mahşeri kalabalığıyla karşılar sizi Mısır Çarşısı. Yabancı ve yerli turistlerin büyük ilgisini çeken bu tarihi çarşı, 1660 yılında Valide Turhan Sultan tarafından Hassa baş mimarı Kâzım Ağa‘ya yaptırılmıştır. Önceleri Yeni Çarşı ya da Vâlide Çarşısı olarak anılan ve rivayete göre Mısır’dan alınan vergilerle inşâ edilen çarşı, 18. yüzyıldan sonra bugün bilinen adıyla anılmaya başlanmıştır. 1691 ve 1940’ta iki büyük yangın tehlikesi atlatmış olan çarşıda, her çeşit baharatın yanı sıra şarküteri ürünleri, kuru yemiş ve hediyelik eşyalar satılmaktadır.
Çiçek Pazarı

Bugün artık iyice küçülen ve dar bir sokağa sıkışan Çiçek Pazarı 70’li ve 80’li yıllarda İstanbul’un, özellikle çiçek meraklıları tarafından en çok gezilen yerlerindendi. Her türde çiçek, tohum ve bitkinin satıldığı rengarenk bu çarşının görüntüsü bile insanın içini ferahlatmaya yeterdi bir zamanlar. Günümüzde İstanbul’un duvarlarına varana kadar çiçeğe boğulması yüzünden bu çarşının gözden düştüğünü sanmaktayız (!)
Büyük Postane

Çiçeklere veda edip Sirkeci’ye doğru yol alırken görkemli bir binayla karşılaşırsınız. Akıllı cep telefonlarının olmadığı altmışlı, yetmişli yıllarda özellikle telgraf çekmek için gidilen, ya da merdivenlerinde saatlerce oturup bağlanacak telefonların beklendiği Büyük Postane binasının yapımına; Posta ve Telgraf Nezareti‘nin kullanması amacıyla 1905 yılında başlandı. 1909 yılında inşaatı tamamlanan binanın adı 1930’larda “Yeni Postane”, sonradan “Büyük Postane” oldu. Dört katlı ve 3200 metrekarelik bina, mimar Vedat Tek‘in ilk eseridir.
Sirkeci Garı

Sirkeci semti deyince ilk aklımıza gelen, şimdilerde eskisi gibi bir uçtan bir uca giden trenleri (Marmaray’ı saymazsak) olmadığı için Haydarpaşa Garı gibi boynu bükük duran Sirkeci Garı’dır. 1888 yılında padişah II. Abdülhamit devrinde temeli atılan bina 1890 yılında tamamlanmış. Binanın yapımında granit taşlar ve Marsilya‘dan getirilen mermerler kullanılmıştır ve ön tarafında iki saat kulesi bulunmaktadır. Garın içinde bulunan Gar Lokantası 1950’li ve 1960’lı yıllarda tanınmış yazar, gazeteci ve diğer şahısların buluşma noktası olmuş, aynı zamanda Paris’ten kalkan Şark Ekspresi uzun yıllar bu istasyona yolcu indirmiş ve buradan yolcu almıştır.
Bâb-ı Âli Yokuşu

Sirkeci Garı’nın önünden yukarı doğru Vilayet binasına yöneldiğimiz yokuşun adıdır Bâb-ı Âli. Osmanlı Dönemi‘nde sadrazamların oturması için yapılan Sadaret Binası, ise günümüzde Vilayet binası olarak kullanılmaktadır.
Bir zamanların basın merkezi olan Bâb-ı Âli’nin çevresinde Türk basınının yoğunlaşmaya başlaması, Osmanlı Dönemi’ne dayanır. Osmanlı Hükümeti’nin Sadaret Binasında çalışması, yeni ortaya çıkan Türk basınının, haber kaynağına yakınlığı açısından, bu binanın çevresine toplanmasına neden olmuştu. Sirkeci’den başlayıp Bâb-ı Âli binasının önünden geçerek giden Cağaloğlu yokuşunun iki yanındaki ve yan sokaklarındaki matbaa ve gazete binalarını kapsayan yerin adı bu nedenle Bâb-ı Âli olarak anılmağa başlamıştı. Bugün semt aynı adla anılsa da gazete binaları ve matbaaların yerinde artık yeller esmektedir.
Meserret Kıraathanesi – Vilayet Lokantası

Seksenli yıllara kadar o bölgenin en gözde mekanlarından olan Meserret Kıraathanesi ve Vilayet Lokantası ne yazık ki zamana yenilmiş, yerinde yeller esen iki güzel mekan. Bir zamanlar yazarların, gazetecilerin ve edebiyatçıların uğrak yerleri olan bu mekanlarda neler neler yaşanmış, ne toplantılar yapılmış...
Altemur Kılıç‘ın anılarından: “Bizim zamanımızda Meserret Kıraathanesi ve Oteli çok ünlü idi, Yakup Cemil ve arkadaşları 1913’te “Bâb-ı Âli baskınını burada planlamışlar mesela, sonraları biz gazeteciler – muhabirler, akşamları bu kıraathaneye gider, haber alışverişi yapar, ara sıra birbirimize oyunlar oynar, toy stajyerlere asparagas haberler yuttururduk…”
Vilayet Lokantası ise yine devrin bürokrat, politikacı ve gazetecilerini ağırlamış, yemeklerinin güzelliği ile ünlü bir mekandı.
Nallı Mescit

Bâb-ı Âli yokuşundan ayrılmadan önce Vilayet binasının gölgesine sığınmış, restore edilmeden önce çok da fark edilmeyen bir minik mescitten bahsetmek istiyoruz. 15. Yüzyıl'da İmam Ali Efendi tarafından yaptırılan ve minaresinin kaidesinde nal resimleri olduğu için Nallı Mescit diye bilinen bu minik, şirin mescit bir gelin gibi pırıl pırıl olmuş, allanıp pullanmış, ama yanında 2013 yılı Cumhuriyet Bayramında anlı şanlı açılışı yapılan, denizin altından İstanbul’un iki yakasını bir araya getiren meşhur Marmaray‘ımızın çirkin mi çirkin istasyonu arz-ı endam ediyor… Bu zarif mescidin yanındaki bu çirkin taş yığını karşısında içimizden “lâ havle” çekerek ve yıllar içinde kabalaşan mimari zevkimize hayıflanarak ayrılıyoruz.
Yanıp Yıkılan Milli Eğitim Binası

Cağaloğlu’na doğru yol alıyoruz, yolun sol tarafında önü iskeleyle kaplanmış bir tarihi bina çıkıyor karşımıza. Yıllar boyu binlerce öğretmenin anılarında yer etmiş olan ve geçtiğimiz yıllarda bir anda içindeki belgelerle anılarla yanıp viraneye dönen ve sonra sözüm ona restore edilen Milli Eğitim İl Müdürlüğü binasını görüyoruz. 1860’ta Rıfat Paşa tarafından yaptırılan konak, 1865’teki yangında hasar görünce, paşanın oğlu Rauf Paşa tarafından yeniden betonarme olarak inşa edilmiş. Devletin yönetim merkezine yakın olması nedeniyle diğer paşa konakları gibi Rauf Paşa Konağı da Nafia Nezareti‘ne (Bayındırlık Bakanlığı) tahsis edilmiş. Yıllarca İttihat-Terakki Kulübü‘ne ve zaman içinde çeşitli kurumlara hizmet vermiş olan bina 1983’te Milli Eğitim Bakanlığı’na tahsis edilmiş. Şimdilerde bu tarihi konak restore edilerek otel yapılarak, yeniden hayata döndürülmeye çalışılıyor.
Eski Basın Merkezi Cağaloğlu
1990’ların ortasına kadar Türk basınının merkezi olarak bilinen bu semt, birçok büyük gazetenin bu semtten taşınmasına rağmen, hâlâ o günlerin etkisiyle, kentin kültür merkezi olma özelliğini az da olsa sürdürmektedir. Semtin ismi de kendisi kadar ilginç; Evliya Çelebi‘nin belirttiğine göre, Osmanlı Dönemi’nde Ekabir Sarayları’nın bulunduğu bir semtmiş burası. Bunda semtin saraya yakın oluşunun önemli payı varmış tabii ki. 16. yüzyılın son çeyreğinde sadrazamlık yapan Çiğalazade Sinan Paşa‘nın sarayının ve yaptırdığı hamamın bu bölgede bulunması semtin “Çiğalaoğlu” adını almasına sebep olmuş. Çiğalaoğlu adı daha sonra halkın ağzında “Cağaloğlu”na dönmüş.
İran Konsolosluğu

Bu semtte tarih kokan birbirinden ilginç pek çok mekan var, tabi bunların hepsini bir çırpıda anlatmak mümkün değil; ama en göz önünde olanları anlatmaya çalışıyoruz. İran Konsolosluk Binası’nın en önemli özelliği Tarihi Yarımadadaki tek konsolosluk binası olmasıdır. Çünkü Osmanlılar Müslüman olmayan ülkelerin Tarihi Yarımada’da elçilik açmalarına asla izin vermemiş. Gayrimüslim ülkelerin bütün konsoloslukları bu nedenle Beyoğlu‘ndadır. Osmanlı Dönemi’nde başkent İstanbul olduğu için elçilik düzeyindeki bu binalar, cumhuriyetten sonra başkent Ankara’ya taşınınca konsolosluk olmuş. Yüksek ve kalın duvarlarla çevrilmiş bu tarihi bina İstanbul’un hafızasında önünde yapılan eylemler ve içinde bir muhalif gazetecinin yakılarak öldürülmesiyle yer etmiştir.
İstanbul Erkek ve Kız Liseleri

Cağaloğlu’ndan ayrılmadan önce ülkemize pek çok güzel ve başarılı insan yetiştirmiş iki güzide eğitim kurumunu da dilimiz döndüğünce anlatalım istedik.
Bunlardan birincisi İstanbul Erkek Lisesi; 1884 yılında kurulan okul, Osmanlı Dönemi’nde Batılı tarzda eğitim veren ilk eğitim kurumlarındandır. 1933 yılından günümüze Cağaloğlundaki eski Düyûn-ı Umumiye (Osmanlı Devleti Genel Borçlar Kurumu) binasında eğitim ve öğretim hizmetlerini sürdüren İstanbul Lisesi, konumu itibarıyla eşsiz bir Boğaz ve Haliç manzarasına sahiptir.
İstanbul Kız Lisesi ise 1850 yılında Sultan II.Mahmut‘un eşi ve Sultan Abdülmecit‘in Validesi Bezmiâlem Valide Sultan tarafından kurulmuş Türkiye’nin ilk sivil lisesidir. Türkiye’nin ilk kız lisesi unvanıyla yıllarca İstanbul Kız Lisesi olarak öğretimini sürdüren okul günümüzde Cağaloğlu Anadolu Lisesi adıyla anılmaktadır.
Hanedan Soyunun Ebedi Mekanı II. Mahmud Türbesi

İstanbul Kız Lisesi’nin önünden geçip tam köşeye geldiğimizde Osmanlı Hanedanı‘ndan pek çok kişinin mezarlarının bulunduğu türbeyle karşılaşıyoruz. II. Mahmud’un 1839 yılında vefat etmesinden sonra yerine geçen oğlu Abdülmecit’in, kız kardeşi Esma Sultan tarafından bağışlanan araziye yaptırdığı beyaz mermerlerle kaplı ve basamaklarla çıkılan bu türbenin tavanında asılı olan kristal avize Birleşik Krallık Kraliçesi I. Victoria tarafından gönderilmiştir. Ayrıca kapının iki yanındaki altın yaldızlı duvar saatleri de Fransa İmparatoru III. Napolyon’un hediyesidir. Türbenin avlusunda hanedan soyundan başka, pek çok ünlünün mezarları da bulunmaktadır.
Dünya’nın Merkezi Milyon Taşı

Türbeyi ziyaret ettikten sonra yönümüzü Sultanahmet’e doğru çevirip yolumuza devam ediyoruz. Sultanahmet Meydanı‘nda gezmeyi bir başka güne bırakıp Yerebatan Sarnıcı’nın köşesine sıkışmış Milyon taşının önüne geliyoruz. Million Taşı; Bizans İmparatorluğu döneminde Konstantinopolis şehrine ulaşan tüm Roma yollarının başlangıç noktası sayılan ve dünya üzerindeki diğer şehirlerin bu şehre olan uzaklığının hesaplanmasında kullanılan, sıfır noktasını gösteren yermiş. Taşın çevresinde, dünya başkentlerinin bu noktaya kilometre olarak uzaklıklarının gösterildiği bir de zemin levhası var.
Bir efsaneye göre, Milyon Taşı'ndan ileri hiçbir düşman askeri geçemez, geçmeye çalışırsa da gökten inen bir melek tarafından ikiye bölünürmüş. 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet ordusuyla İstanbul'a girerken bu efsanenin gerçeklemesini bekleyen Romalıların hayal kırıklığına uğradığı da günümüze ulaşan efsaneler arasında yer ..
Ancak şimdilerde Milyon Taşı ve çevresi de restorasyon furyasından nasibini almış durumda.
Sütun Ormanı Yerebatan Sarayı ya da Sarnıcı

Milyon Taşını da gördükten sonra Gülhane Parkı’na doğru inerken yine yolun sol tarafında önünde uzun kuyruklar olan, turistlerin görmeden gitmediği Yerebatan Sarayı’na uğruyoruz. Ayasofya’nın tam karşı köşesinde bulunan Yerebatan Sarnıcı, günümüzde müze olmanın yanında ulusal ve uluslararası birçok etkinliğe ev sahipliği yapmaktadır. Bizans imparatoru I. Justinianus (527-565) tarafından yaptırılan bu büyük yeraltı sarnıcı, suyun içinden yükselen ve sayısız gibi görülen mermer sütunlar nedeniyle halk arasında “Yerebatan Sarayı” olarak isimlendirilmiştir. Sarnıcın bulunduğu yerde daha önce bir Bazilika bulunduğundan, Bazilika Sarnıcı olarak da anılmakta ve günümüzde kimi sanat etkinliklerine de evsahipliği yapmaktadır.
Şehrin İçinde Huzur Veren Bir Mekan: Gülhane Parkı

Yolculuğumuzun son durağı, biraz nefeslenip demli bir çay içeceğimiz Gülhane Parkı. Nazım‘ın şiirinde “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda” dediği, asırlık çınarları ve rengarenk çiçekleriyle, Sarayburnu‘na tepeden bakan çay bahçeleriyle tam bir huzur ortamı burası.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde Topkapı Sarayı’nın gül bahçesi olduğu için bu isimle anılan koruda, Türk tarihinde demokratikleşmenin ilk somut adımı olan Tanzimat Fermanı, 3 Kasım 1839’da Padişah Abdülmecit dönemi Hariciye Nazırı olan Mustafa Reşit Paşa tarafından okunmuştur. Bu nedenle Tanzimat Fermanına Gülhane Hatt-ı Hümayunu da denir.
Bu güzel parkta bir bardak sıcak çayla yorgunluğumuzu attıktan sonra, bugünlük gezimizi sonlandırmanın zamanı geldi, bir başka zamanda ve mekanda tekrar buluşmak dileğiyle…
Nurten B. Aksoy,
İstanbul'un gerçeği bu yazıdaki kadar güzel değil. Çok sevimli ve gezginler için çok kullanışlı bir sayfa olmuş.
Elinize sağlık.