top of page
Yazarın fotoğrafıNiyazi UYAR

Yaz Yazlığını Kış Kışlığını

Güncelleme tarihi: 5 Ara 2020



Güneş batmış, mahalleli akşam yemeği için bir aradadır! Mahalle nüfusu genç olduğu için çalışan sayısı fazladır. Her şey zamanında yapılır. Mahallede sabahın ilk ışıklarıyla başlar yaşam. Oğul uşak, kadın erkek, herkes yaşam kavgasının tam içinde yer alır…


Akşam saatlerinin en sakin zamanı, yemek zamanıdır. Anlaşmış gibi mahalleli aynı saatte sofra başındadır. Bazı aileler bu kurala pek uymazlar. Onlar biraz daha özgürdür: Gece yatmazlar, sabah kalkmazlar. Ben istesem de geç geriye kadar yatamam. Abim erken kalktığımı görünce:


“Ne o yine, kör imamın şeytanları gibi erkenden kalkmışsın!” der.


Günün hangi saatinde olursam olayım, bir şeyleri eksik yapmışım gibi gelir; günü hep boşa geçirdim, diye sorgular dururum kendimi. İşte o an kantarın topuzunu fazla kaçırdım mı, bitti o gün, gün bitti; yandım bittim ben!


Gözlerim beş derece hipermetroptur. Üstüne üstlük bir de astigmat olması… Her şeye rağmen bir şeyler okumak, bir şeyler yazmak geliyor içimden. Ne kadar yazarsam yazayım, ne kadar okursam okuyayım yaptıklarımla yetinemiyorum…

Frenleyemediğim, söz geçiremediğim öteki ben, huzurumu kaçırıyor. Sadece kendi huzurumu kaçırsam iyi; başkalarının da huzurunu kaçırıyorum.


Düşüncesizliği, ataleti, pısırıklığı, bir türlü hoş göremiyorum, ne yapayım? Öğrencilerime "durmadan okuyun diyorum, yarınlara hazırlanmak gerekir, o nedenle bilgi birikiminiz tamam olmalı diyorum. Madem dünyaya gelmişsiniz, bari adam gibi adam olun, diyorum. Kahveler, hanlar sıradan insanlarla dolu. Siz farklı olun, siz sıra dışı olun, herkes sizi aklınızla, kültürünüzle tanısın! Siz parmakla gösterilen biri olun" diyorum.


Onlar da içlerinden kim bilir ne diyordur, “bildiklerini kendine sakla, okuyan da okumayan da yaşayıp gidiyor. Okuyan insan memleketin dertleri ile dertlenip huzurunu kaçırıyor, okumayan insan huzurlu insandır, görmeyen insan dertsiz tasasız insandır!”


Belki kendileri açısından haklılar Yaşları itibariyle dolaşmak, topla popla meşgul olmak; sonra aptal kutusunun karşısına uzanıp uydur kaydır, gaydırı gubbak program bile diyemeyeceğiniz şeyleri izleyeceklerdir. Halkın büyük çoğunluğu bunlarla vaktini geçiriyor ya o da öyle yapacak pek tabi! Ben bir eğitimci olarak ne yaparsam yapayım, hiçbir şey değişmeyecektir! Ne kötü, ne acı, değişim tersine işliyor! Dün toplumu küçümseyenler, aptal diyenler güya önden gidenler, bugün ters istikamete giden otorayda yerlerini almışlar çoktan!


Ailecek televizyonun karşısına geçip aynı programları izleyemiyoruz bir türlü. Televizyonun olmadığı günlerde, insanlar lâmbalı radyoların çevresine toplanır, can kulağı ile dinlerlermiş. Radyoların insanların dünyalarını değiştirdiği aşikârdır. Televizyonun tek kanallı olduğu günlerde, bırakın tek aileyi, bütün komşu aileler bir arada aynı programları izliyorlardı. Buna yakından şahit oldum. Hiç unutmam, anamla Almanyalı Mehmet'in evine televizyon izlemeye gitmiştik. Yurttan sesler korosu vardı. Yöneten Ahmet Yamacı mıydı, Nida Tüfekçi miydi, Muzaffer Sarısözen miydi, onu kesin olarak anımsayamıyorum. Almanyalı Mehmet yerinden kalkıp parmağı ile göstererek:


“Teyze bak, bu Aynur Gürkan! Bak bak, bu Fatma Türkan! Bak bak teyze, bu Bedia! Bu da Muzaffer Akgün…”


Şimdi öyle mi ya? Biz dört kişilik aileyiz, akşam yemeğinden sonra nadiren birlikte oturuyoruz. Kız odasına, oğlan bilgisayarına; Sultan Hanım da o odadan bu odaya gidip gelir, evin işi gücüyle uğraşır yorgun argın. Hem eğitimcilik, hem ev kadınlığı… Zor bir şey!


“O güzel insanlar, o güzel atlara bindiler, çekip gittiler,” diyen Yaşar Kemal’in kitaplığımda dizili yirminin üstündeki kitaplarını okşuyorum tek tek! Bu İnce Memed: Dünyaya bedel! Bu, Yılanı Öldürseler: Hayranım bundaki anlatıma! Bu olay orada değil; bizim oralarda geçiyor! Yok yok, sizinkinde değil, bizimkinde geçti, diyebileceğimiz bir Türkiye trajedisi! Kimsesiz: Bir Yaşar Kemal üçlemesi, bir psikolojik roman, insanı geren bir anlatım: İlk başlarda Salman’a acıyorsunuz; sonra öfkeleniyorsunuz. Onun nankörlüğü dinden imandan çıkarıp çıldırtıyor sizi, dişlerinizle parça parça edesiniz geliyor… “Deniz o kadar durgun, o kadar durgun; karıncalar neredeyse su içerdi…” Bir Ada Hikâyesi… Poyraz Musa ile Zehra’nın aşkı, Melek Hatun’un insan sevgisi, Lena’nın yemekleri, Nişancı Veli’nin balıkları, Uso’nun kavalı ve Fakiye Teyran… Zeytin odunlarıyla yakılmış kocaman bir meydan ocağı; sonra da bütün Ada’yı kaplayan kızarmış balık kokusu…


Baba oğla, oğul babaya yabancılaştı. Kimse, kimseyi taşıyamıyor; kimseyi taşıyamıyorum. “İnsan ağır olur, onunla meşgul olmak zor olur.” Derlerdi. Derlerdi de inanmazdım. Olur mu canım derdim. İnsan doğanın en güzel yaratığı. Mevlâ kendi güzelliğini görmek için onu yaratmış. Sevgilerin en yücesi, ona olan sevgidir. Parkta dolaştırdığımız köpeğimize gösterdiğimiz özeni, yazık ki, onlara göstermiyoruz. Lafı şeyinden tersinden anlamayın, ne olur! Hayvan sevgisini yerdiğim falan yok! Hayvanları çok seviyorum. Bir bahçeli evim, bir de Kangal’ım olsa… hep hayalimi süslemiştir, inşallah bir gün olacak, umut fakirin ekmeği demişler ya, varsın bu kadarcık benim umudum olsun!


İnsanın tanımadığı kişilere yardımcı olmamasını kim ne derse desin anlayışla karşılayabilirim; yalnız yakınındakilere uzak durmasını kabullenemem. Yaşlı annesini, yaşlı babasını aramamasının mantıklı bir açıklamasını yapamıyorum. Anamalcı üretim ilişkileri öyle bir dünya kurdu ki, herkesi kendinden başka herkese yabancılaştırdı. Hatta sevgilisine bile... Dolandıran dolandırana; aldatan aldatana. En yakın arkadaşınız fırsatını bulsa atlayacaktır üstünüze. Sistem, önce bizi, bize yabancılaştırdı; sonra da üçe beşe, kaça bulursa ona satmayı öğretti. Dün en güvendiğimiz, dostumuz dediğimiz arkadaşımızı, bugün doğu ekspresinin birinci mevkisinde oturur görünce, delirdik. Sonra, “acaba ben de mi,” diye düşünmeye başladık. Hele onun sahip olduklarını duyunca dudaklarımız uçukladı, değer yargılarımız alt üst oldu…


Artık, topraklarımız çoraklaştı, ürünü kıt verir oldu. Bire elli, bire yüz elli veren Anadolu toprağı bire bir bile vermez oldu. İthal ettiğimiz hormonlu ilaçlarla da dokuyu tamamen bozduk. Şimdi Anadolu ile üstünde yaşayanlar arasında bir doku uyuşmazlığı meydana geldi. Dün Ulusal Kurtuluş Savaşı ile destan yazan bu ulus, o ulus değil sanki! Yazık, çok yazık! İnsanı değiştirmek demek bu kadar kolaymış. Cumhuriyetin bin dokuz yüz yirmi üçten beri yapamadığını son yıllarda diyalektiğin ruhuna aykırı bu tersine doğru değişimi ne de çabuk yaptılar, inanın hafızam almıyor. Değişim geriye doğru olur mu hiç, bu nasıl bir şey böyle? Yeryüzünde böyle bir devlet, böyle bir ulus var mıdır, merak ediyorum?


Dünyanın en tanınmış sosyologları bu tersine değişimin nedenini açıklayamaz. Allah rahmet eylesin Oktay Akbal, “Önce Ekmekler Bozuldu,” demişti. İnsanlar bozulmadan ekmekler bozulur mu? İnsanların bozulması, önce ekmekleri, sonra suları, doğal kaynakları, bozdu. Düşünebiliyor musunuz yeryüzünde bir canlı türü var mıdır ki, kendi neslini yok etmeye çalışsın? Ekmeklerle birlikte her şey; ama her şey bozuldu. Ne yazlar yaz gibi; ne kışlar, kış gibi!


Yaz yazlığını kış, kışlığını; insan insanlığını bilmezken uşt uştluğunu yapıyor. Kimi basın yayın kuruluşlarının az sayıdaki duyarlı insanı: “İyimser olmak lazım, kötümserlik felakettir. Toplumun moral değerlerini çökertecek yazılardan, programlardan uzak durmalıyız,” diyor.


Aynen katılıyorum, ben de öyle düşünüyorum! Yalnız sevgili arkadaşım, felaketi görmezden gelmek, yok saymak moral değerleri bozacak şeyleri saklamaktan çok daha vahim değil midir?


İnsanlık bir sona doğru hızla ilerliyor...


17 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page