top of page
Yazarın fotoğrafıNiyazi UYAR

KOCAMAR'IN ÇAMLARI

Güncelleme tarihi: 25 Nis 2021


En tepedeki kızılçamlar; baltalara, Memetlere, Osmanlara, inat yükseliyordu göğe doğru. Yerin en koyu yeşilini, göğün en mavisine taşıyordu. En tepedeki kızılçamlar büyüdükçe büyümüş, kalınlaştıkça kalınlaşmıştı. Kızılçamların gövdeleri istedikleri gibi şekil almış, bazısı gövdesini toprağa yakınlaştırmış, sonra birden güneşe doğru yönelip kılıç gibi uzatmış başını. Bazısı iğ gibi yükselmiş gökyüzüne. Bazısı da bir kara toprağa, bir gökyüzüne dost olmak istemiş kararsız.


Kocamar'daki kızılçamlık en aşağıdan, kesile kesile, yakıla yakıla tepeye varmış. En tepedeki kızılçamlar Kocamar Dede'nindir. Kimse onları kesmeye cesaret edemez.


Tepede, en tepede Koca Umur Dede'nin mezarı vardır. "Koca Umur Dede" bir veli midir, nebi midir, yoksa aksakallı bir evliya mıdır, onun orasını bilen yoktur. Bilinen, onun ulu bir kişi olduğudur. "Koca Umur Dede" köyün, çevre köylerin çare ocağı, kuraklığın bile ilacıdır. Yağmur dualarında kazan kazan yemekler pişirilip çanak çanak yenilir onun aşkına. Sonra da" Ekinlerimize bereket gözel ırabbım " diye dua ederler. Alevi'si de Sünni'si de onun ululuğuna inanır, hatta paylaşamazlar bile. O Sünnilerin "Koca Ömer'i," Alevilerin "Koca Umur'udur"


Şevket Dede: "Sünnilerden dede mi çıkar, veli mi çıkar, o "Ehl-i Beyt'ten gelir, Hazreti Ali Efendimizin, Fatma Anamızın şefaaatına mazhar olmuştur." Koca Ömer Dede "demeyi "Koca Umur'a " saygısızlık sayarım ben!


İşte o sebeptendir ki, "rivayet muhteliftir". Ama en sonunda "Kocamar" olarak benimsenmiş, herkesin Kocamar Dedesi olmuştur. Kimse oradan bir dal kesmez, kesmeye yeltenemezdi. Kesenlerin ya eşekleri ölmüştür, ya da evlerine ateş düşmüştür. Kör Bekir buna inanmamıştır hiçbir zaman. Rivayet edilir ki bir gün Kocamar'ın yücesine daha gün doğmadan, binmiş eşeğine Kocamar'ın yolunu tutmuş. Tutmuş tutmasına da, daha Kocamar'a varmadan mezarlıktan geçerken, ak bürümcekliler çıkmış yoluna karşıcı. "Acaba" demiş "olabilir mi" demiş kendi kendine. Sonra birden yok olmuş bunlar. "Göz yanılması" demiş, "anamın mezarlık umacısı" demiş ovuşturmuş gözlerini sürmüş eşeğini Kocamar'a.


Kocamar'a geldiğinde gün ufuktan, Yağcıdağ'ın tepesinden çıkmamıştır daha. Eşeği çilbirinden çekerek, bir melengiç çalısına bağlamış, sonra da yem torbasını boğazına takmış. Yanında getirdiği yarım ekmeği bir taraftan yemiş, bir taraftan da keseceği ağacı bellemek için keşfe çıkmış. Gözüne kestirdiği bir çamın dibine varıp oturmuş, nacağını iyice eğelemiş. Sonra "ya Allah bismillâh "deyip nacağı çamın gövdesine tam vuracakken elindeki nacak Bedire Deresi'ne doğru "dâh" edip gitmiş, giderken de kuru bir çam dalına çarpmış, o da gelmiş Bekir'in sol gözüne ok gibi saplanmış. Bekir ne olduğunu anlayamamış. Birden üstü başı kan revan içinde kalmış, ağlamaktan bile korkarak gözündeki çam parçasıyla köye geri dönmüş. O günden sonra herkes ona "Kör Bekir" demiş.


Bundan böyle hiç kimse Kocamar'dan bir dal kesmemiştir. Kesmek isteyenlere de bu söylenceyi anlatmışlar. Aradan yıllar geçmiş, yalnız şehirdeki telli telefon köye kadar gelmemiştir daha. Bu arada Kocamar'ın çamları da büyüdükçe büyümüş, kalınlaştıkça kalınlaşmıştır. Şerife'nin Şerif Ali'si "stil" marka bir odun motoru almış. Stil en yaman çamlara bana mısın bile demez. İki insanın zar zor kavuşturduğu ağaçları dakikada yere sermekte, dümdüz etmektedir ortalığı.


"Gız Şerife, Gız Şerife! Benim iş giyitlerimi hazırla, torbama da bir iki parça gavut, peynir, susam ezmesi koy, oduna gideceğim!"

"Hemen şimdi hazırlarım, sabret biraz ocağa sütü bindireyim, azcık bekle eyi mi?"

“…”

"Şerif Ali nereye gideceksin sen oduna bakem?"

"Kocamar'a."

"Kocamar'a mı?"

"He ya, Kocamar'a, Kocamar'ın en tepesine."

"Hem de en tepesine he? Etme herif gözünü seveyim, ocağımızı mı garartacaksın sen bizim?"

"Kör Bekir'in acısını alacağım bugün Kocamar'dan. Koca Ömer'miş! Ne Koca Ömer'i be, bal gibi alevi dedesi Koca Umur işte. Koca Ömer olsa hiç Bekir'in gözünü çıkarır mıydı? Yıkıp yere vuracağım Kocamar'ın en yaman çamlarını. Her gün birini kessem; stilimin borcunu bir aya varmaz öderim. Keseceğim anasına satayım, ne olursa olsun. Ben hiç kimseden, hiçbir söylenceden korkmuyorum. Koca Umur'dan da korkmuyorum. Keseceğim, yine keseceğim."


"Şerif Ali'm, bana acımıyorsan İbiram'a, ona acımıyorsan; karnıma koyduğun bu günahsıza acı!"

"Gız kafasız gadın, Kocamar'da gocaman gocaman çamlar, goyu gara yeşil kafaları gara gırmızıya çalan gövdelerini bir traktör almıyo, gözünü sevdiğim Şerife'si. Hem yolu düzgün, kesip doğramak, sarıp getirmek çok efen. Efen olduğu gada da ucuza mal oluyo, ne olcak, aha şura!"


"Etme ne olur, ayağını öpeyim, Kocamar Dede'nin öfkesini hanemize taşıma, gurban olayım ne olur, çoluğu çocuğu el âleme muhtaç etme!"


"Ben bir traktör odun için ta çaydan öte yakaya geçiyom, senin habarın var mı gız? Hem de ne gidiş ne gidiş, sen bilmezsin. Yollar uçurum, coplan dere. Sen coplan dere nedir biliyon mu gız? Domuzların cirit attığı, andıkların oynaş tuttuğu yerdir orası. Bir yuvarlansam, bir paçam kalmaz akbabalara. Ben Kocamar'a gidiyom, alevi dedesinin ulu çamlarını yere sereceğim!"


İşçi giyitlerini üstüne geçirdi Şerif Ali. Stilini eline almadan uzun konçlu kırmızı çizmelerini eline alıp ters getirdi; çizmenin içindeki ağaç talaşları öteye beriye saçıldı. Şerife'nin merdiven kapısına astığı azık torbasına uzandı. Şerife ondan önce davrandı torbayı çekti aldı.


"Hiç utanmıyorsun değil mi, pis kokar, elbiselerini, boklu donlarını yıkadığım yetmiyormuş gibi çizmelerinin pisliğini evime taşıyıp içini boşaltıyorsun. Sen bi de beyoğlu olacaksın! Kokarlar be, leş kargaları be, Pissiniz pis! Ben geldikten sonra eviniz süpürge yüzü gördü. Hadi yalan de bayırın kokarı!"

"Gız bana bak, sarhoş dürzünün dölü, babamın beyliğine dil uzatma, koparırım dilini."

"Uzatırım, hem de uzatmaktan öte bile geçerim!"

"Gız sabah sabah günaha sokma beni, şimdi çiğnerim seni şurada, sarhoşun gızı!"

"Ne yaparsan yap be, gözüm görmesin cehennem ol git, nereye gidersen git, defol!"

"Kocamar'ın çamlarını kesip kesip satacağım. Alıcım bile hazır bugün: Seydul Hoca! "Ben odun isterim Şerif Ali, nereden getirsen getir," dedi. Vereceği kırmızı yirmilikleri bile gösterdi Mustafa Çavuş'un kahvesinde."


"Git gözün kör olsun, gideceğin olsun da geleceğin olmasın emi!" diye beddua etti Şerife.

Kuşluk vaktiydi. Şerif Ali, kırmızı Massey'nin üstüne kuruldu. Vitesi boşa aldı; anahtarı çevirdi, bastı marşa. Beklemeden "harrt" diye aldı motor. Ayağını gaz pedalının üstüne koydu bastı sonuna kadar. Karşı evlerin kadınları kaş kaş oldular, cam cam oldular. Önce Şerif Ali'ye, sonra da, Şerif Ali'nin kırmızı Massey'ine baktılar.


Şerif Ali, eldivenlerini takmış, Şerife'nin kurbanlığının yününden ördüğü başlığı başına geçirmişti. Kırmızı meşin çizmeleri ayağındaydı. Ayaz günler kemik gibi oluyordu. Ayağına giymeden önce Şerife sobanın yanında ısıtır, sonra giyerdi; zaten ısıtmadan giymek mümkün değildi. Ayakların demir bir çukura düşmüş gibi olurdu. Şerif Ali'nin çizmeleri eskimiş, iki yıl olmuştu alalı. "Bu yıl da idare etsin seneye alırım "diyordu Şerife'ye. Yırtıklarını eski pabuçlardan kestiği parçaları kızgın bir demirle dağlayarak yapıştırıyordu.


Güneş beş altı adam boyu yükselmiş, gökteki yerini almıştı. Yakmayan bir güneşti bu. Kör bir aşığı ısıtan sevgili gibi ısıtıyordu adamı. Ne hoştu! Şimdi esintisi olmayan bir yerde saatlerce oturmak! Şerif Ali, atkısını gözüne kadar bir güzel sarıp sarmaladı. Sırtında Alamancı Memet'in verdiği meşin ceket vardı. Korunması lazımdı soğuktan. Kasıla kasıla sürdü kırmızı Massey'ini köyün içinden. Yolda gördüğü bir kaç kişiye selam vermek için kornaya basıyordu kıvançla.


Kocamar'a geldi, kimsecikler yoktu görünürlerde. Stilini çalıştırmadan önce keseceği kızılçamları bellemek için sağına soluna bakındı. En gösterişlisini gözüne kestirdi. Yalnız ötesinde berisinde pırnal, melengiç çalıları bitmişti, onları temizlemek de zaman alacaktı, vazgeçti. Hemen o çamın yirmi metre ötesinde başı yazdan kalma üveyik, alakabak yuvalarıyla kaplı olanını kesmeye karar verdi. Nasıl olsa fark etmezdi; ağaç ağaçtı. Gitti römorkun üstündeki stilini aldı. Beyaz bidondaki benzini stilin deposuna boşalttı. Kolunu çekti, çekti çalıştıramadı. Motor soğuktu, ısınması gerekiyordu. Bir iki daha denedi fayda etmedi. Bujileri söktü. Oracıkta bulunan pürçekleri çakmağı ile yaktı, üstüne bir iki çam çırpısı, çam kozası attı, ocağı kuvvetlendirdi. Bujileri ateşte biraz ısıttı, yerine taktı; asıldı kolu. "Oh be,"dedi bu sefer olmuştu, çalıştı motor!


"Ya Allah bismillâh, gör bakalım Kocamar Dede, Şerif Ali'nin kim olduğunu, kim gurtulabilirmiş elinden!" Çamın dibine geldi, gözünü ağacın tepesine çevirdi, ayağı ile ağacın hemen dibinde çıkan murt çalısını araladı, stilin bıçağını çamın gövdesine sürdü. Keseceği yeri işaretliyordu. Daha stilin gazına asılmamış, keskin palet dönmeye başlamamıştı. Motor çalışıyordu; gır gırr gırrr. Bu esnada tarifi imkânsız bir ürperti geldi, beynine çöreklendi. Stili yere koydu, gözlerini açtı kapattı, etrafa göz gezdirdi, vızlar sinek yoktu, insanı kıyık kıyık kesseler sesini duyan olmayacaktı. Başını yukarıya kaldırdı. Sabah esintisi yavaştan sallıyordu ağaçları. Kızılçamın koyu kara yeşil yapraklarına takıldı gözü. Kuş yuvaları boştu, uçmuş olması lazımdı yavruların. Daha dikkatlice dingil tepesine göz atmak istedi, çamın dalları izin vermedi buna. Koyu kara yeşil, koyu kara, kapkara oluvermişti. Stil yerde kendi kendine çalışıyordu hâlâ. Gözlerini iyice ovuşturdu, bulunduğu yerde tam bir daire çizdi. Ürperti korku oldu, kilitledi elini ayağını. Belli ki keskin bir telaşın ağına düşmüştü şimdi. Kendini merak etti Şerif Ali, gözlerini merak etti Şerif Ali. Gömleğinin cebindeki artist fotoğraflı cep aynasını çıkardı; kendine baktı: Gözleri kızarmış, bir korku gelmiş, dört bir yanını çevrelemişti. Bir ölünün sıfatı saplanmıştı cemaline. Tekrar bulunduğu yerde tam bir daire daha çizdi. Gözlerini kapattı açtı, ovuşturdu; hızlı hızlı başını sağa sola çevirdi. Sonra, kaptığı gibi stili, çaldı kızılçamın gövdesine, neredeyse öbür tarafa geçecekti palet. Aynı hırsla karşı tarafına da çaldı. Sonra birden stilini çekmesine fırsat bulamadan ulu çam kesildiği yerden ayrılarak önce stilinin üstüne, sonra da Şerif Ali'nin üstüne devrildi.


Şerif Ali neye uğradığını, ne olduğunu anlayamadan bastı çığlığı, bağırdı cini gelesiye. Feryadı karşıda bulunan Kirazlık Ormanlarından ses verdi. "İmdat! İmdattt! "Sesi yıldıza çıkıyordu Şerif Ali'nin... Kirazlıktaki, kurtlar, çakallar, domuzlar, andıklar kulak kesildi...

Şerif Ali'yi tam belinden bastırmıştı ulu çam. Mümkünatı yok kıpırdayamıyordu. Hiç kimse Şerif Ali'nin yardım isteyen sesini duymuyordu. Koyunlarını otlatmaya gelen çobanlar da yoktu ortalıkta, eşeğiyle oduna gelen Oduncu Yunus da... Yer yarılmış da bütün insanlar yerin yedi kat altına gark olmuştu sanki.


"Demek Kocamar etti edeceğini bana." dedi Şerif Ali."Ya sesimi kimseye duyuramazsam, ya andıklar beni Şerife'me kavuşamadan parçalarsa, ya İbiram'ımı göremezsem bi daha... Ya buralarda ölür kalırsam ya! Eyvah mezarım bile olmaz o zaman..." Ağlamaya daha çok ağlamaya başladı o anda. Sesi öte yakaya, ta çaydan öte yakaya ulaşıyordu. Yağcıdağı'nı, Bedire Deresi'ni sarsıyordu. Kirazlık'taki; kurtları, çakalları, andıkları sağır ediyordu."Şerife'm, Şerife'm, Şerife'm, Şerife, Şeri..." sesi kısıldı gitti. Boyun damarları patlamış, ses telleri çatlamıştı sanki. Başı sağ tarafına düşmüş, gözleri beyazlamaya, damarları morarmaya başlamıştı. Ölüm hemen yanı başına gelmişti, ölüm beyninin içine çöreklenmişti. Hoş geldin diyemiyor yalvarıyordu."Ey gözel ırabbım benim, ne olur çocuğuma, doğmamış bebeme, Şerife'me bağışla canımı."


"Şerife! Şerife!"


Tekrar bağırmaya yardım istemeye başladı."Ya ben ölürsem ya Şerife'me başkası sahip olursa, ya, ya..."


Oduncu Yunus'un kulağına bir ses çalıyordu uzaklardan, anlaşılır anlaşılmaz. Kulak kabarttı, bu ses, Şerif Ali'nin sesiydi. Akşamdan da Kocamar'a oduna gideceğini söylemiş; ama o pek ihtimâl vermemişti buna. Ses Kocamar'ın tepeden geliyordu. "Allah Allah" dedi "sabah sabah olacak şey değil; düş mü görüyorum yoksa? "Kıpırtısız durdu, dinledi. "İmdat, imdattt!" Kocamar'ın tepeye doğru hızlı hızlı koşmaya başladı. Koştu, koştu. Ayakları birbirine dolaşmaya başladı, nefes nefese kalmıştı, "azcık soluk alayım."dedi. Bir dakika ya durdu ya durmadı. Sonra son bir gayretle yolu tekrar ele aldı. Tepeye geldiğinde, ulu bir çamın Şerif Ali'nin üstünde olduğunu gördü. Yanına vardığında sesi soluğu çıkmıyordu... Eğildi yüreğinin atışını dinledi:"Çok şükür Allah'ım yaşıyor" dedi."Dayan Şerif Ali'm, teslim olma gurtacem seni! Şerife için, İbiram için; doğacak beben için sık dişini, gurtacem seni!"


Oduncu Yunus, işin kolayını bilen adamdı. Hemen oradan iki kösük kesti. Ulu çamın altına sokup yuvarlamak istedi. Ağaç iyice bastırmış, toprağa yapışmıştı neredeyse. "Biraz daha geriden kaldırmak gerekiyor" diye düşündü. Biraz geriden kaldırmaya başladı. Kaldırdığı yerin altına koca bir taş sürdü. Sonra aynı şeyi iki kez daha tekrarladı. Bundan sonra kolaydı artık ağacı yuvarlamak; tek eliyle bile kaldırabilirdi koca çamı. Öyle de yaptı, kaldırdı, yuvarladı.


Oduncu Yunus, Şerif Ali'yi kurtarmıştı. Şimdi onu köye, acele doktora yetiştirmek gerekiyordu. Ama nasıl, traktörü kullanmasını bilmiyordu ki, oysa Şerif Ali," Yonis Aga, "gel sana bu gavur işinin kullanmasını öğreteyim, bakarsın bi gün işimiz düşer. Senin on beş günde getirdiğin odunu bi seferde getiririz, sen de kahvede oturursun." demiş, o kabul etmemişti. "Neme lazım benim Şerif Ali motor sürmek, bu yaştan sonra pilot mu olacağım?" demişti. "Hay gavurun Yonis'i, şu senin cahal kafan neye mal oldu bak, keçi inatlı adam! Öğrensen ne olurdu yani, sürmezsen sürme Gavurun Yonis'i! Ne oldu şimdi, ne oldu ?" Kendini suçluyordu Oduncu Yunus. Sonra birden ayakları yere basan (!) şeyler düşünmeye başladı... "Kocamar'a baş kaldırmanın sonu böyle olur işte. A Şerif Ali, senden akıllı yok mu bu goca köyde, yakın yakın kesivecen hemen, sonra da dönü dönüvecen köye. Herkesin uyanığı sen misin be hey Şerif Ali?"


Acele etmek lazımdı. Köye gidip gelmek çok geç olacaktı, bir şey yapmalıydı, ama nasıl? "Ben akıllı bir adamım." dedi Oduncu Yunus."muhakkak bir şey bulmalıyım." Hemen Kocamar'ın çamlarından iki ince çam kesti. Dallarını gövdesinden ayırdı, temizledi."Beni cezalandırmaz, can alıcı değil; can kurtarıcıyım. "Bir koşuda eşeğini aşağıdan getirdi. Kestiği ağaçların birini bir yanına, diğerini öbür yanına bağladı. Üstüne de çam dallarından bir döşek hazırladı, Şerif Ali'yi yatırdı buraya, sonra "deh"ledi. "Deh, dehh!"


Şerif Ali'yi köye de doktora da yetiştirdi. Kurtuldu Şerif Ali, ölmedi, ölmedi; lakin ölmekten beter oldu. Alt tarafı işlemez oldu Şerif Ali'nin, alt tarafı tutmaz oldu Şerif Ali'nin. Tuvalete gidemez oldu, donunu toplayamaz, uşkurunu bağlayamaz oldu. Büsbütün Şerife'nin eline bakımlı kaldı. Şerife'nin söyleyeceği çok şey vardı, hepsi de dilinin ucuna geliyor, bir kelime demiyor, hepsini içine atıyordu. Lakin delici bakışlarıyla Şerif Ali'yi bitiriyor, eziyordu…


Gencecik Şerife, güzel Şerife, ateşler içinde yalım yalım yanıyordu geceleri. Şerif Ali tükenmişti, Şerif Ali bir hiçti. Şerif Ali bir gölge, belki gölge bile değildi... Yalımlar içinde yalabık gibi yanan Şerife, derdini çocukluk arkadaşı Hatice'ye ağlaya ağlaya anlattı, ağlaya ağlaya her bir şeyi uzun uzun anlattı. Hatice, Şerife'yi ağlaya ağlaya dinledi, derdine ortak oldu.


Akşam eve gelince unuttu Şerife'yi, unuttu Şerife'nin çilesini. Yatağa girince de kocasına her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlattı. Daha o an kocasının içi geçti, iştahı kabardı. O gece sabaha kadar gözüne uyku girmedi...

Köyün kahvelerinde, Şerife'nin yalabık gibi yalımları konuşulmaya başladı gece yarılarına kadar...

20 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page