O da Hasretim Olsun
- Şenol YAZICI
- 1 Mar
- 7 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 2 Mar
Şenol YAZICI
*
O devir zordu büyümek...
İnanmayacaksınız ama bin yıl önce değil, kırk, elli yıl önce bir çocuk, bir genç için dünyanın en zor yeriydi ANADOLU. Bu coğrafyada HAYAT, ister kız olsun ister erkek büyümeye çalışan herkes için, jilet gibi keskin pıtrak tarlasıydı.
Öğreneceğimiz hiçbir yer yoktu, televizyon, bilgisayar, cep telefonu hayal bile edilemezdi henüz, mahalle de aykırılığından sana düşmandı; geriye bir tek olanağın varsa kitaplar ve filmler kalırdı. Bir sen değil, Anadolu'nun çok yeri ve anne babalar dahil, hemen herkes aynı durumdaydı.
Ve aklın ve hayal gücün ne kadarsa, ne kaparsan...
Aşkı merak ediyordum, onu da o zaman keşfettim.
Yaşımı yeni büyütmüştüm, öğretmenliğe başlayınca 18 yaşından küçüklere maaş verilmediği söyleniyordu. Öğretmenlik, hatta okul müdürlüğü yapabilirdi, ama on kuruşu eline alıp harcayamazdı, nasıl akılsa?
Olsun ne büyük işti 18 yaşında olmak...
Saçını azıcık uzatabilmek, İspanyol paça giyinmek, sigara içebilmek de...
Onu bile beceremedim, santim santim büyüyerek, anlayarak oraya gelmek vardı, mahkeme kararıyla tepeden inme ergen oldum. Trabzon hep yağmurdu... Güneş üç gün ardı ardına gözükse şaşırtırdı, kıyamet belirtisi diye...
Dallarında erkeninden patlayan erik çiçeklerini konfetiler gibi yollara döken bahar yağmuruna aldırmayan çocuklar, sokak boyu saçak altlarına çöker, kiraladıkları çizgi romanları okurdu. Sınıf farkını gözünüze sokan kentin sosyetesinin devam ettiği ve o yüzden de pahalı sineması Konak'ın gösterişli cam kapısında, çoğu uzun saçlı, parkalı üniversitelilerin siyah beyaz afişleri vardı, aranıyorlardı.
Kısa bir süre sonra siyaset denen tanrı adına çoğunu ya buldukları yerde öldürecek ya da asacaklardı, bilmiyorduk.
Özellikle eğitimli gençlerin kurban edileceği korku çağına az vardı.

Ne güzel günlermiş; öğretmenin boş zamanında bile görev mahallini terk etmesi yasaktı ve biz öğretmen adayları da bu disipline dahildik.
Biz de uygulama okulumuzdan kaçtık.
Ne güzel heyecanlardı.
Staj için bulunduğumuz Maçka yolundaki Esiroğlu'ndaki okulumuzdan Trabzon’a inmiştik. Tek film oynatan, yine de ötekilerden daha pahalı olan "sosyete" sinemasında paramıza kıyıp Love Story’i izleyecektik. Bende Ryan O'neal’e benzer iki bukle gören arkadaşlarımın iltifatına lâyık olabilmek için saçlarımı oksijenle sarartıp, önden kısacık kestirdiğimi ve uzatabildiğim birkaç tanesini de herkesten gizleyerek kulak üstüne atmaya çalıştığımı ve artık düşlerime de giren, putlaştırdığım Ali MacGraw’ı andıran düz saçlı sevdamı aradığımı mahcubiyetle anımsarım. Çok bunalımlı bir ergenlik başlangıcı değil aslında değil mi?
Siz öyle sanın. O devir genç olan herkes şöyle ya da böyle potansiyel suçluydu. Ya olmuştu ya olacaktı.
Söylemeden geçmemeli. Benim komünistliğim de o bir parmak saçla tescillenecekti ilk. Benim sevgili hemşerilerim bende büyük bir anarşist potansiyelini okumuş, adımı da koymuştu: Ben komünisttim. İki kitap okuyup ya da müzelere ziyarete gidip de ecdadımızın ve pirlerimizin uzun güzel saçlarını göremeyen akrabalarım başta olmak üzere çevremin, sanki berber dükkanları varmış gibi, takmadığım mahalle baskısına isyanımı beni devlete ihbar etmekle cezalandıracağı sürece yeni girdiğimi nereden bilecektim. Tabi aklından ve fikrinden hiç kuşkulanmadığım devletimin beni o kadar ciddiye alacağını da...

Kuşkusuz bilmiyorlardı, benim aslında, dayımın arkadaşı siyah giysileri, belinde muhtemelen yapma Trabzon silahı kent sokaklarında motorunu bir at gibi koşturan ülkücü gençliğin idolü Kürşat'a hayran olduğumu... Tek duraladığım nokta onlarda uzun saç, geniş yaka gömlek ve İspanyol paça... yani her türlü yenilik henüz mekruhtu, bense çok seviyordum. Ölen babamın yerini kolayından almaya çalışan, ama hiçbir sıkıntımı umursamayan, beni çaresiz bir tutsak yapan, hürmet ve hizmet de bekleyen yakınlarımdan, memleketimden nefret ediyor, ergen çocukları rahat bırakan bir dünya varmış gibi, ötelerdeki özgürlüğü fanatizme varan bir tutkuyla özlüyordum.
Biraz yavaşından öğrenecektim ama öğrenecektim, her yer aynıydı, her ergen de, her mahalle de...
Aklı akşam yediğini anımsamaya yetmeyen, okuma yazması bile meçhul, ne var ki her dediği kutsal kelam sayılan, yaşlılıkla donattıkları o zalim ve görkemli güçle hayata ve siyasete dair bütün kuralları koyan ve Marks'ı da Lenin'i de, Hitler'i de, gitmiş gelmiş gibi öteki dünyayı da bilen o insanların bu ülkenin harcı olduğunu düşününce bugüne niçin şaşıyoruz ki?
Ne saltanattı o devir yaşlıların ki?..
Şimdi bakınca imreniyorum. En çok gözümüze sokulduğu hastane kapılarında yaşadıklarımıza bakıyorum da... Bizim yaşlılığımıza da denk gelseydi ya...
Bende büyüklere kulak verecek akıl ne gezer, çok düşünmedim, saç ve paça özgürlüktü, on altısındaki bir çocuğun yeri elbet orasıydı. Gerçi öğrenimi biraz zordu ama teori ve bilinç nasılsa oluşurdu, esas olan imandı. Hele yola çıkalım, istim arkadan gelirdi. Sonradan daha tam öğrenemeden ilk duvar yazısında öldürülenleri görünce...
Arayan bulurmuş. Şimdi bakınca, bulmazsam sanki balçıktan yaratmaya kalkardım gelir bana. Arayan yorulursa, benzetirmiş de... Okuldaki staj öğretmenlerimden biriydi, benden yaşça hayli büyük kadın öğretmen. Ali MacGraw’e benzerliği sadece külrengi düz saçlarındaydı, ama yeterdi, bu derin vadinin içinde, ırmağın kıyısındaki küçük okulda, bulduğumda kusur arayacak hal de yoktu bende, huy da… Kadının ne kadar umurundaydım bilmiyorum, ama bir düşe bakar gibi bakıp duran, bir damla ilgi için dört dönen bir çocuğa kim acımaz? Ya da böyle bir ilgiden kim hoşlanmaz? Başarmıştım.
Ya da sanıyordum.
Yalanın en inandırıcı olanı, insanın kendine söylediği değil midir? Kuşkusuz arada görüyordum; yarattığım, filmdeki aşka çok benzemiyordu. Ama o film bir ABD yapımıydı, herhâlde benzemeyecekti. Yöredekilere benziyor muydu? Onu da nasıl kıyaslayıp anlardım ki? Beni görünce gözleriyle gülümsüyordu. Bazen benimle konuşuyor, o günlerde hastalanan bebeğinden bile söz ediyordu. Bir keresinde öğretmenler odasında yanımda oturmuş, ekmeği uzatırken eli elime değmişti.
Daha ne isteyebilirdim ki?
Hoş ben henüz ilk dersine çalışan aşk IQ'su çok da parlak olmayan bir çocuktum, takdirname alacağım demiyordum ki. Yalan söylememeli, ondan önce de küçük bir egzersizim olmuştu, Akdeniz yüzlü bir okul arkadaşımla. Adını ağaçlara kazırdım. Sonunda o da on dördündeki bu sümüklü çocuğun büyümesini daha fazla beklemeye dayanamamış, benden beş altı yaş büyük bir sınıf arkadaşımı gözlerimin önünde yerime koymuştu. Sadece adını koyamadığım bir rahatlık, bir küçümseme hissetmiştim, bir de evlenseydim... kurtulduğuma şükrediyordum herhalde. Yok, o kadar değil, üzüntüden deli divane, ama gururumdan ölsem sesim çıkmaz, öyle... Bunun adının ihanet olduğunu ve önemseyip kıyameti koparmam gerektiğini büyüyünce anlayacaktım. Eyleme ihanet diyenin zayıf taraf olduğunu da...
Yoksa yaşamın doğasıydı; açlık fırın yıktırırdı.
Aslında hala anlamam ya, ne mecburiyeti vardı, o kızın bir sümüklüyü taşımaya ve benim nasıl hakkım doğuyordu üstünde, beceriksiz elimi tutup göğsüne bastırdı diye... Dedim ya , aşk IQ'su düşük bir adam diye...
Staj bitip okuldan ayrılırken bana bir kitap bile armağan edecekti benim platonik aşkım. Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un yazdığı, Louis Aragon’un "Dünyanın en güzel aşk hikâyesi" olarak tanımladığı Cemile’ydi kitabın adı.
Nasıl bir aşk öyküsüydü bir bilseniz, tam yarama merhem olacak gibi... Aytmatov işte öyle birinci yazarım oldu.
AYTMATOV'un yaşam öyküsünü öğrendiğimde onda benimkini de aşan ama yazarak iyi ödünlediği bir yan görecektim. O da tutsaktı, kendi çevresine. Babası Prof. Torekul Aytmatov, Sovyet Kırgızistan'ında seçkin devlet adamı idi, ancak 1937'de tutuklandı ve 1938'de kurşuna dizildi...ve bu edebiyatın dünya devi tüm yaşamınca Sovyet Rusya'yla barışık yaşamaya çalışmıştı. Daha büyük bir tutsaklık olur mu? Sonraki süreçte, ilkokul öğretmenliğini bırakıp, aslında yapamayıp, başladığım üniversitede, okuduğum edebiyat bölümünün de etkisiyle başta klasikler olmak üzere dünyayı okuyacaktım. Edebi tekniğine hayran kaldığım Faulkner, yaşamöyküleriyle birlikte ele aldığımda E. Hemingvay, kendini var edişine hayran kaldığım J. London, üçüncü aşk çalışmamın ilgisinden ve armağan ettiği Perşembe Günleri Aşk kitabından Steinbeck, satırlarında erotizmi keşfettiğim Balzac, bana çok çağdaşmış izlenimi veren, yazması, belki çevirmeni, aynı ben dediğim Arogon, devrimci sloganlar ezberlediğim dönemde Gorki, Türk işi Anadolu devrimcisine evrilmeye başladığımız dönemde İnce Mehmet serisi uzayıp gazete işi, yazmaktan para kazanıyorum, diye bağıran tefrikalara döndükçe bendeki imajı zayıflayan ama ezberlediğim, dönemin moda adı Yaşar Kemal, Aslan Asker Şvayk’taki zekasına bayıldığım J. Hasek … gibi çok yazarım vardı, ama tanıdığım, bildiğim, en çok etkilendiğim dünyanın en iyi yazarı sayacağım Aytmatov’la tanışmam öyle olacaktı. Bu, mitolojiyi, toprağın evrensel dilini, insan ruhuyla ve şiirle harmanlayıp çağına taşıyan, hayran kalınacak kurgularla öyküleştiren adam okuduğum her kitabında daha büyüyecekti gözümde.

Bütün kitaplarını çok sevdim, son dönem yazdığı bilimkurgular hariç, "mankurt" filan faslını hele hiç sevmedim, yazarın işi güzel ütopyalar üretmek, okurunu düşünmeye zorlamaktır, dünyaya olmadık yerinden dalıp ayar çekmek değil, diye düşünüyordum herhalde... Ama birincilik, bazen Cemile, bazen Öğretmen Duyşen'le at başı gitse de hep TOPRAK ANA'nın olacaktı. 2002 de başladığım KimseSİZ dergisini kapatıp, bir süre aradan sonra yayıncılığımın ikinci aşaması maviADA’ya başladığımda dergide yer alan gençlerden biri, bitirdiği üniversitenin etkinliklerine Cengiz Aytmatov’un da konuk olarak geldiğini söylediğinde bana beceriksizce kurgulanmış bir övünme gibi gelmişti. Dünyanın yaşayan en büyük on yazarından biri seçilmiş Aytmatov bir masal ülkesiydi ve o ülkede biz fanilerin ne işi olabilirdi? Ama umuda yelken açan değilseniz sizden yazar olmaz. Araştırdığımızda öğrenecektik. Elazığ’da yapılan “Hazar Şenlikleri”ne katılmıştı Aytmatov ve o şenliklerde etkin olan Doğu Akdeniz Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ramazan Korkmaz’la iyi diyaloğu vardı. Tek sorun Korkmaz'a ulaşmaktı gözüküyordu. Her şey çok hızlı gelişti, telefonuna ulaştığım Prof. Dr. Korkmaz, büyük bir nezaketle Cengiz Aytmatov’la ilgili bir dosya çalışması yapma düşüncemize olumlu ve yapıcı yaklaşacaktı. Şimdi Ardahan Üniversitesi rektörü olan Korkmaz, bize koordinatörlük yapmayı ve bizzat Aytmatov’u da katmayı kabul edince dergi boyunca en coşkuyla yaptığımız dosyanın çalışmalarına geçmiştik. Düşü gerçeğe çevirirken cesaretimiz de artmış, bir süre sonra Aytmatov’u Bursa’ya etkinliğe getirmeyi düşünmeye başlamıştık. Bu düşüncemizi Aytmatov’a, Korkmaz kanalıyla ilettik. Aldığımız yanıttan hissettiğimiz Aymatov, Türkiye’ye büyük sevgi duysa da yayınevlerinden hiç memnun kalmamıştı. Yayınlanan kitaplarından hakkı olan telifi alamıyordu. Yine de uçak parası dahil masraflarını karşılarsak gelebileceği yanıtını verecekti. Hemen evet derdim ama maviADA Kültür Sanat Evi'ni açmış usul usul haşlanan kurbağa gibi batmıştım, dergiye yetmeye uğraşıyordum. Ayıracak param yoktu, vazgeçmeyecek, ama erteleyecektim.
Elbet bir gün o parayı denkleştirecek ve çağıracaktım, ondan da söz aldık.
78 yaşındaki Aytmatov beni beklerdi nasılsa… Dergi o kadar ilgi görüyordu ki dosyayla ilgili yaptığımız duyurulara ülkemizdeki yazan çizen herkesin severek katılacağını düşünüyor, onca yazıya nasıl yer bulacağımı düşünüp kaygılanıyordum. Ne var ki ilk aldığımız yanıtlar hiç de olumlu değil, aksine heves kırıcıydı. Çoğu yazarımız bu dünya devi, Sovyet Yazarlar Birliği üyesi, Lenin Ödüllü Kırgız yazarı, ülkemizde son dönem kitaplarının yayınlandığı yayınevleri ve onu onöre ederek çağıran katıldığı etkinlikler nedeniyle karşı siyasi kamptan sayıyor, hakkında yazmayı reddediyordu. Cem Yayınları’ndan kitaplarının yayınlandığı dönemde sol kesimin adamı sayılan yazarı, o dönemde de aynı at gözlüğünü kullanan sağcılar sevmiyordu , şimdi solcular...
Aytmatov’u ülkemizin yaygın siyasi lincinden dünya devi olması bile kurtaramamıştı. Beni Uganda'da bir sağ düşünceli yayınevi basarsa orada sağcı oluyordum, Amerika'da bir sol yayınevi para kazanır görürse kitabımı, solcu oluyordum.
Tolstoy neciydi sahi? Ya Platon?... Hadi be...
Siyaset buydu, sorarsan anlamanın piri olan yazar da böyleyse...
Bazen anladığına gülemezsin bile...

Gelişen kaygılarımıza karşın Aytmatov’un da bizzat katılacağı Rus ve Kırgız yazarların da yer aldığı tatmin edici bir dosya yapmayı başardık, 2006’nın Temmuz sayısında, ilerde konuk olarak da getireceğimize de söz verdik okurlarımıza.
Dergi, uluslararası literatürde bile Aytmatov için kaynak gösterilen materyallerden biri olarak yer aldı. O umudu hep sakladım. Ne var ki bir daha o Ali MacGraw’a benzettiğim ilk "aşk dersime" rastlamayacak. Aytmatov’u da getirecek parayı derginin harcamalarından fırsat bulup artıramayacaktım. Bakmayın iddialı sözcüklerime. Ben bunu iyi bilirim aslında; ömrümce hep büyük mucizelerin kenarında teninin sıcaklığını hissedecek kadar yakın olup dokunamayacak kadar bazen tenezülsüz bazen de basiretsiz olmayı yani… Çocukluğumdan beri özenle sakladığım ve yüreğimde büyüttüğüm Aytmatov, tanıdığım en büyük düş ustası, birlikte çalışmak, aynı dergide yazma onurunu bana vermişse bile konuşma şansını yakalayamadan 2008 Haziran’ın da 80 yaşında aramızdan ayrıldı. Üzüldüm o uçak parasını bulamadığıma, şimdi üzülmek ne anlam taşırsa?
Olsun, o da hasretim olsun...
*
10 Haziran 2015