top of page
Yazarın fotoğrafıNurten B. AKSOY

Edebiyatımızın “Üç Kemali’nden” Orhan Kemal

Nurten B. AKSOY

*

1960’lı ve 70’li yıllar Selim İleri’nin deyimiyle edebiyatımızda “Üç Kemaller” dönemidir. Kemal Tahir, Yaşar Kemal ve Orhan Kemal. Her biri Türk edebiyatına eserleriyle damga vurmuş abide isimler… İşte bu üç isimden biri olan ve kendini; “İnandığım doğruların adamı oldum. Böyle yaşadım, karınca kararınca… Bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım. Kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir…” diye anlatan Orhan Kemal aydınlık ve gerçekçi bakışıyla insan-toplum ilişkilerini eserlerinde ustalıkla yansıtmıştır. Toplumsal yaşamımızın değişim dönemlerini gerçekçi bir biçimde yapıtlarında dile getiren, roman ve öyküleriyle Çağdaş Türk edebiyatının özgün ve unutulmaz isimlerindendi.

Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü olan Orhan Kemal, 15 Eylül 1914’te Adana’nın Ceyhan ilçesinde dünyaya gelir. Babası, o sırada Çanakkale cephesinde, Dardanos’ta topçu teğmeni olan Avukat Abdülkadir Kemali Bey, annesi ise rüştiye mezunu, iki yıl kadar memleketinde ilkokul öğretmenliği yapmış Adanalı Azime Hanım’dır.

Çocukluğunun ilk yıllarını Adana’da geçiren Orhan Kemal ve ailesi Birinci Dünya Savaşından sonra Adana’nın Fransız işgaline uğraması üzerine önce Niğde’ye, sonra da Konya’ya taşınır. Konya’da bulunduğu dönemde Kuvay-ı Milliyet hareketine karşı Delibaş isyanına tanıklık eder. Kuvay-ı Milliye güçlerine katılmış olan babası; isyanın bastırılmasından sonra TBMM’ye Kastamonu milletvekili olarak girer. Ancak babası, Büyük Millet Meclisinde seçildiği Adalet Bakanlığından 3 gün sonra istifa ettirilince, aile 1923 yılında tekrar memleketleri Adana’ya döner.

Adana’da çiftçilikle uğraşmaya başlayan ve Takrir-i Sükûn kanunu nedeniyle neredeyse tüm İstiklal Mahkemelerinde yargılanan Abdülkadir Kemali Bey’in 1930’da Ahrar Fırkasını kurması ve gazete çıkarması, bu gazetede yaptığı siyasal eleştiriler yüzünden öldürülme korkusuyla Suriye’ye göçmesi üzerine, Orhan Kemal ortaokul son sınıfta öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kalır.

Orhan Kemal’in o günlere ait izlenimleri Baba Evi’nde söyle yer alır: “Ama ben babamı asıl ‘fırka’ mücadelelerinde tanıdım. Yine böyle günlerdi… Nutuk söyleyenleri niçin alkışladıklarını çok defa bilmeyen sokaklar dolusu insanın kinle, küfür şimşekleriyle yüklü kalabalığı… Kalabalık, kalabalık, hep kalabalık… Aynı parkelere basan iskarpinli, çarıklı veya yalın ayakların mahşeri hatırlatan, insanı coşturan müthiş kalabalığı.”

Ailenin Beyrut’a gitmesiyle başlayan yeni yaşamlarını Orhan Kemal şöyle anlatır: “Beyrut’ta Fıstıklı tarafında oturuyorduk. Lübnan teb’ası olmadığımız için, babama avukatlık yaptırmıyorlardı. Babam da annemin bileziklerini bozdurdu. On altın lira sermayeyle Burç Meydanına çıkan aralıklardan birisinde, yüksek bir apartmanın altında, küçük bir lokanta açtı. Babam lokantaya pek uğramazdı. Yemekleri Süreyya adında bir Türk mültecisi pişirir, Niyazi’yle ben de lokantanın garsonluğuyla bulaşıkçılığını yapardık. On yedi yaşındaydım ve hayatımın bu tarzından çok memnundum. “

“Memleket, futbol, Cin Memet ve ötekiler silinmişti. Ortalık yeni yeni ağarmaya başlarken, Niyazi’yle birlikte evden çıkardık. O saatte Beyrut’un yeşil tramvayları bile seyrek işlerdi. Yalnız işçiler… O, dünyanın her tarafında, herkesten az uyuyan, kadınlı erkekli çoluklu çocuklu kalabalık… Onlar kümeler halinde yollarda olurlardı, aralarına katılırdık… Tıpkı onlar gibi, ceketlerimiz omuzlarımızda, onların bastıkları parkelere basmak gururu içinde, iş-güç sahibi insanlardık.”

Beyrut’ta bulaşıkçılık ve matbaa işçiliği yapan Orhan Kemal, kendisi gibi bir fabrikada işçi olan ilk aşkı Eleni’yi burada tanır. “Bir gün Eleni’ye ayağımdaki eski pantolondan utandığımı söyledim. ‘Sen ne utanıyorsun, zenginler utansın. Aldırma böyle şeylere, boş ver’ dedi. Bendeki ilk sosyal uyanış da galiba bu Rum kızı ile başladı.” diye anlatır Orhan Kemal Eleni’yle olan anısını. Ancak bu aşk uzun sürmez, kız işten çıkarılır ve Orhan Kemal onu bir daha görmez. Bir yıl sonra tek başına Türkiye’ye dönerek babaannesinin yanına yerleşir. Adana’da çırçır fabrikalarında işçilik ve kâtiplik yapar. Bu yıllardaki birikimleri, ilerde Baba Evi, Avare Yıllar romanlarına kaynak olur. 1937’de çırçır fabrikasında işçi olan Nuriye Hanım ile evlenir, bir yıl sonra da ilk çocuğu Yıldız dünyaya gelir.

İşte Adana’daki bu yıllarında Orhan Kemal kitaplarla tanışır. Giritlinin kahvesinde bilinçli işçi arkadaşlar edinir. Bu arkadaşları ve okuduğu kitaplar sayesinde kafasında oluşan soruların cevabını bulmaya, bilinçlenmeye başlar. Giritlinin kahvesinde tanıdığı, dost olduğu İsmail Usta, Mehmet Raşit’in hayatını değiştirir. Cemile romanındaki İzzet Usta aslında İsmail Usta’dır. 1938’de askerliğini yapmak üzere Niğde’ye gider. Askerliğini yaparken “Maksim Gorki, Nazım Hikmet kitapları okumak ve yabancı rejimler lehinde propaganda ile isyana teşvik” suçundan 5 yıl hapis cezasına mahkûm edilerek Kayseri Hapishanesi’ne gönderilir ve “Duvarlar” adlı ilk şiirini burada yazarak Yedigün Dergisinde Reşat Kemal imzası ile yayınlar.

İşte bu hapis günlerinde karısı Nuriye Hanıma gönderdiği mektupta “Çok gençsin, zaten hiçbir şey veremedim sana, şimdi de beş yıllık mahkumiyet girdi araya. İstersen ayrıl benden, kendine yeni bir yol çiz, beklemekle geçirme en güzel yıllarını. Çünkü karıcığım, biliyorum ki buradan çıktıktan sonra hayatımız daha da zor ve yoksulluk içinde geçecek.” diye yazar. Nuriye Hanım da “Razıyım, başımıza ne gelmişse ve ne gelecekse…” diye cevap verir. Orhan Kemal, Babası Abdülkadir Kemali Beyin sekiz yıllık sürgünün ardından 1939 yılında Adana’ya dönmesi ve girişimi ile önce Adana Cezaevi’ne, onun Bergama Ağır Ceza Reisliğine atanmasından sonra da Bursa Cezaevi’ne nakledilir. Aynı yıllarda burada mahkum olan Nazım Hikmet’le tanışır.

O tanışma anını anılarında şöyle dile getirir Orhan Kemal: “Müdürün oda kapısında çevik bir gıcırtı, kapı açıldı. Nefesimi kesmiş, gözlerimi kısmışım. Bir heykel sükunu içinde, azametli bir mermer heykel bekliyorum… Bir an yüz yüze geliyoruz, sonra göz göze… Mavi mavi gülüyordu. Bu gülüş muhakkak ki bir çocuğu hatırlatıyor. Temiz, taze, sıhhatli ve dost! Bir lahza şaşkın, bekledi… Galiba ne yapması lazım geldiğini ölçtü yahut tanış bir yüz arandı. Sonra gözüne Necati ilişti herhalde, ona doğru yürümeğe hazırlanırken, Necati ona koştu ve beni tanıttı. El sıkıştık, ayaklarının topuklarını hazıroldaki bir er gibi birleştirerek, kendisini teşrifata zorladığı aşikar bir tarzda ciddileşmeye çalışarak; Ben Nazım Hikmet! dedi.” Bu tanışma Orhan Kemal’in sanat yaşamının belirginleşmesinde bir dönüm noktası olur: “Benimle inceden inceye uğraşıyordu. O kadar ki ‘yarı aydın’lığımdan, yahut ‘küçük burjuva’lığımdan gelen ‘vıdıvıdıcı’ tabiatımla, birtakım huy ve telakkilerime varana kadar her şeyimle…”

Orhan Kemal’in okumaya, yazmaya olan merakı ve ilgisi Nazım Hikmet’in dikkatini çeker. Nazım, Bursa Cezaevinde aynı hücreyi paylaştığı Orhan Kemal ile yakından ilgilenir. Şiirin yanında deneme niteliğinde düzyazı da yazan Orhan Kemal’in çalışmaları arasında bir roman denemesi bulan ve çok beğenir. Bir gün Orhan Kemal’e “Bırak şiiri, miiri birader, hikaye yaz roman yaz sen” der. İşte bu tavsiye, yani düzyazıya geçiş Orhan Kemal için bir dönüm noktası olur.

1943’te tahliye olan Orhan Kemal Adana’ya döner. Karataş’ta toprak taşıma işinde amelelik, Devlet Demiryolları’nda hamallık yapar. Düzyazıya geçiş Orhan Kemal için bir dönüm noktası olur; hikaye yazmaya devam eder ve bu hikayeler çeşitli dergilerde yayınlanır. 1944’te doğan oğluna Nazım adını verir. Hapse girmesi nedeniyle tamamlayamadığı 35 günlük askerlik hizmetini tamamlamak üzere 1945 yazında askere çağrılır. Askerden döndükten sonra sebze nakliyatçılığı, Verem Savaş Derneği’nde memurluk gibi çeşitli işler yapar, ancak hiçbir işte uzun süreli kalamaz ve geçim sıkıntısı çekmeye başlar.

1942 yılında İstanbul’da yayınlanan bir dergide, ismi “Orhan Raşit” iken editörlerin marifetiyle “Orhan Kemal” olarak değiştirilir. O tarihten sonra, ölümüne kadar hep Orhan Kemal adıyla yazar. Bu arada hikayeleri edebiyat dergilerinde yayınlanan Orhan Kemal, 1945’te Varlık Dergisinin yaptığı ankette okurlar tarafından ‘en beğenilen hikayeci’ seçilir. 1949 yılında iki kitabı birden yayınlanır. Kitaplardan ilki, ilk romanı olan Baba Evi, diğeri ise ilk hikaye kitabı Ekmek Kavgası’dır. Ertesi yıl da ikinci romanı Avare Yıllar yayımlanır.

Aralık 1949`da 3. çocuğu Kemali dünyaya gelir. 17 Nisan 1950’de ailece İstanbul’a yerleşirler. Bu göç serüvenini kendisi şöyle anlatır: “…Adeta itiliyordum İstanbul’a…Yazı işlerine baktığım, bu sayede kıt kanaat geçinmeye çalıştığım çeşitli derneklerdeki işlerime de şıp diye son verilmişti, iktidara yeni geçen Demokrat Partililer tarafından… Sebep politik miydi, yoksa benden açılacak yer ya da yerlere kendi partililerini mi kayıracaklardı bilmiyorum? Verem Savaş Derneği, Bağ ve Bahçeler derneği, bir de o zamanki adıyla Etibba Odasından aldığım paraların toplamı, vergiler çıktıktan sonra ya 160 ya da 180 liraydı… Bu paradan da olmuştum… Bir de beni bir türlü İstanbul’a salıvermek istemeyen babam ölmüştü…”


Hücre çalışması ve Komünizm propagandası

Orhan Kemal İstanbul’da geçimini yazarlıkla sağlamaya çalışır. “1957 Türkiyesi’nin pahalılığı ile alay eder gibi, dördüncü çocuk babası olarak yeni güne giriyorum, hayırlısı…” diye not düştüğü 4. çocuğu Işık 1957’de dünyaya gelir. 7 Mart 1966’da bir ihbar üzerine iki arkadaşıyla birlikte tutuklanır. Bu defa “Hücre çalışması ve Komünizm propagandası’ yaptığı gerekçesiyle tevkif edilerek Sultanahmet Cezaevi’ne gönderilir. 7 Nisan’da Türk Edebiyatçılar Birliği, Orhan Kemal için Gen-Ar Tiyatrosu’nda 30. sanat yılı nedeniyle bir jubile düzenler. Toplantıda Melih Cevdet Anday, Yaşar Kemal ve James Baldwin birer konuşma yaparlar. Bilirkişice verilen; “suç teşkil eden bir cihet bulunmadığı” hususundaki rapor üzerine 13 Nisan 1966’da serbest bırakılan yazarımız 17 Temmuz 1968’de bu davadan beraat eder.

Orhan Kemal geçim sıkıntısı çektiği İstanbul yıllarında yoğun bir çalışma temposu sürdürür: Bereketli Topraklar Üzerinde, Dünya Evi, Hanımın Çiftliği, Arka Sokak… hep bu yılların ürünleridir. “Arka Sokak” kitabı, hep yoksul insanları, işçileri, kötü yaşamları anlattığı gerekçesiyle kovuşturmaya uğrar. Yargılama sırasında yargıç iddia makamına uyarak “Konularını neden hep fakir fukaradan, işçilerden aldığını; Türkiye’de varlıklı insanların, iyi yaşayanların olup olmadığını” sorar. Orhan Kemal’in yargıcın sorusuna verdiği cevap, gerçekten de kendini anlatmaktadır: “Ben gerçekçi bir yazarım. En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından haberim yok.” Belki de bu savunmasıyla Orhan Kemal bu davadan beraat eder.

Yaşamının son döneminde Bulgaristan ve Romanya Yazarlar Birliği’nin davetlisi olarak, daha çok da tedavi amacıyla Soyfa’ya gider. Geçirdiği bir kriz sonrasında Sofya Hükümet Hastanesi’ne yatırılır. Önceleri durumu iyi görünse de kısa bir süre sonra konuşamaz hale gelir. Doktorlardan istediği bir kağıda şunları yazar: “… Eşe dosta selam… İnandığım doğruların adamı oldum, böyle yaşadım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım, kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir…” Orhan Kemal 2 Haziran 1970’te Sofya’da tedavi edildiği hastanede beyin kanaması geçirerek yaşama veda eder. Ardında hikaye ve roman türünde onlarca eser bırakan yazarın cenazesi özel bir araba konvoyuyla 5 Haziran 1970’te yurda getirilerek toprağa verilir. Anısını yaşatmak için İstanbul-Cihangir semtinde Orhan Kemal Müzesi açılır. 1972’den bu yana da adına bir roman yarışması (Orhan Kemal Roman Armağanı) düzenlenmektedir.

37 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page