top of page
Refik Halit KARAY

CER HOCASI

Güncelleme tarihi: 23 Ara 2020


CER HOCASI /Refik Halit KARAY /maviADA

Mülkiye Okulu'nun "320 senesi mezunuydu; mabeyincilerden birinin akrabası olduğu için maarifte bir memuriyet bulmuş, fakat meşrutiyet ilân olununca ilk tasfiyede açığa çıkarılmıştı. Bin kuruş maaş alıp konakta yatıp, kalktığı, her taraftan kolaylık gördüğü eski devirde bile iyi kalbi onu kötülüklere âlet olmaktan kurtarmış, durgun, uysal ahlakıyla o kadar dikkate çarpmayarak rahat yaşamıştı.

Sırf "mensup" diye yeteneğine, ahlâkına rağmen memuriyetinden kovulması ve mabeyincinin anlaşılmayan bir beceri ile yirmi beş kişilik ailesiyle İstanbul’dan kaçması aynı zamana rastlayınca; gidecek köyü, bu millî bağnazlık coşkusunda, saraya bağlı olmakla suçlandığından, başvurulacak kimsesi de olmayan zavallı Asım, on günde serseri halini aldı.

Orta bir otelde yatmaya başladığının sekizinci günü cebinde bir mecidiye kaldı; o sabah yağmurlar yağdı, açık gri elbisesi, beyaz iskarpinleri ile şemsiyesi olmadığından kötü bir gün geçirdi. Saatini sattı, sıcaklar devam ettiğinden sürekli kirlenen kolluklarını, yakalığını, gömleğini değiştirdi; yemeğinden, sigarasından ufak bir tasarruf yaptı, otelini ucuzlattı, fakat gene de aç, yersiz kimsesiz, büsbütün ümitsiz kaldı. O zaman Vezirhanı'nda oturan hemşerilerine başvurmayı düşündü.

Paşanın Bebek'teki yalısında, Fındıklı'daki konağında, Erenköy’deki köşkünde yatar kalkar, onur ve ağırlanma görürken bu hocalara ufak tefek iyilikler eder, para, erzak gönderir, diş kirası verdirir, hattâ birisine müezzinlik ettirirdi.

Son akşam üç buçuk kuruşla sokakta kaldı, saat altıya kadar bir kahvede oturdu, sonra çıktı, güneş doğuncaya kadar sokaklarda, evine dönen bir adam davranışıyla gezindi, henüz dükkânlar açılmadan uykusuzluktan kan içinde kalan gözleri, açlıktan sararan yüzü, kirli yakalığı, buruşuk elbisesiyle yoksul bir halde hana girdi.

Kaleme giderken iki ayda bir uğrayıp hatırlarını aldığı bu adamların ne ile yaşadıklarını hiç merak etmemişti; yalnız her zaman paraya muhtaç olduklarını biliyordu. Avluyu geçti; merdivenleri çıktı, kirli hücreye yaklaştı. Açık kapının önünde müezzin olan arkadaşı Osman, çömelmiş, küçük bir ibrikten sıvanmış kollarına su döküyor, abdest alıyordu. İçeride Ahmet, hazırlanmış iki heybeden bir şey çıkarmağa uğraşıyor, köşeye yakın bir yerde daha genç ve ablak yüzlü biri, Feyzi sarığını devşiriyordu.

Kibar hemşerilerinin bu vakitsiz gelişi hepsini hayrete düşürdü. Asım uzun bir süre nefsiyle didişti, hatta gördüğü bu yoksulluk, bu hayat kendisini korkuttu; bir şey söylemeden, geldiğinden daha hasta, ümitsiz sıvışmayı düşündü. Sonunda uykuya, bir mindere o kadar ihtiyacı olduğunu anladı ki, dışarıda bunu da bulamayacağını hatırlayarak hikâyesini anlattı, onlarla hayatını birleştirmeğe gelmiş gibi değil, hemşerileri olduğu için derdini döker gibi göründü; belki öbürleri onu gene her zamanki gibi biraz sonra gidecek sanıyorlardı.

Kendilerinde böyle bir sanı olabileceğini düşününce kıpkırmızı oldu; gene kaçmak, ayrılmak istedi; oysa ki en zekileri, en iş bilenleri olan Osman her şeyi anladı ve "Ne yapacaksın?" diye sordu. Bu soru, bu anlaşılmak, daha fazla açıklamadan kurtulmak Asım'ı sevindirdi: "Bilmem ki ne olacak, işte böyle kaldım!" dedi, sonra ağlar gibi mindere kapandı. O zaman üçü de çevresine geçip çömelerek kaba, hiçten kelimelerle, duaya benzeyen anlaşılmaz ezberleme cümlelerle onu avutmaya başladılar.

Kırışıklıklar içinde kalmış yüzünden iri yaşlar kilitlenmiş ellerine düşüyor, hıçkırıklar arasında: "Ne yapacağım, ne yapacağım?" diye söyleniyordu. Hemşerileri çözümüne olanak bulunmayan bu durum karşısında şaşkın, kendiliğinden açılması gereken bir baygın karşısında gibi seyirci, bekleşiyorlardı. Böyle bir yarım saat geçti. Osman, kazaya kalan namazını daha çok geciktirmekten korkarak ayağa kalktı; hemen geleceğini söyleyerek karşıdaki mescide gitti. Ahmet üzüm, peynir almak için sokağa fırladı. Odada Feyzi ile yalnız kalmıştı. Ne kadar, ne kadar yıllar vardı ki han köşelerinde böyle adamlarla yaşamamış; yağ mumu, lâpçin, heybe kokan yerlerde küf, is içinde bulunmamıştı.

Onun yoksulluğu İstanbul'a sekiz yaşında gelmesiyle bitmiş, son han gecesi, Trabzon'da vapura bineceği gece olmuştu. Bugünden başlayarak hep iyi, temiz, gereksinimsiz yaşamıştı. Yalıda ayrı odası, yörede komşuları hatta seviştiği bir de kolacının kızı vardı. Bu felâket zamanı, İstematina'sını daha çok düşünmeğe başlamıştı. Ah, o ne kadar çapkın, fakat paraya düşkün bir kızdı; şimdi onu böyle kirli gömleğiyle han köşesinde görse yüzüne bile bakmaz, artık ütü masasını siper ederek dizlerinin üstüne usulca oturmazdı.

Yerinden doğruldu; yaşayacağı yeri daha iyi anlamak için koridora baktı; öteye beriye sabah çayı götüren İranlılar; öksüre tüküre gezinen softalar, sıvası dö­külmüş duvarlar, dizi dizi kapılar kendisine bir gezide bulunuyorum aldanışı verdi. Odadan çıkarak parmaklığa dayandı, aşağıdaki avluyu seyretti. İki iri dalı olan dökük, hasta yapraklı bir çınara birkaç eşek bağlanmıştı; onlara yakın bir yerde dört kişi kahve içiyor, sohbet ediyordu; köşede bir ayak berberi çirkin bir herifin kafasını traş ediyor, beş altı köpek, kimi üstünde, kimi aşağıda kenardaki süprüntü arabasını eşeliyor, aralarında da serçeler dolaşıyordu.

Karşıki odaların açık kapılarından içerleri görünüyor, namaz kılan, iş gören çömelerek dertleşen adamların karanlık şekilleri seçiliyordu. Damdan aşan bir güneş parçası binanın yüzünü yalayarak açık kapılardan içeri giriyor, tozları parlatarak avluya, süprüntü arabasına yansıyordu. Dışarıda göçmen arabalarının sarsıcı kırık dökük sesleri, köpeklerin bağırışları, kavga eden adamların gürültüleri işitiliyordu. Ne yapacaktı? Burada mı yaşayacaktı? Aslında bu bile mümkün değildi. Çünkü hemşerileri iki gün sonra cerre çıkıyorlar, beş on mecidiye koparabilmek ümidiyle köyleri dolaşmaya başlıyorlardı, ufak kasabalara, köylere yayılan bu softalar her sene ramazan sonunda beş on para elde edebilirler, bedava yerler, içerlerdi. Bunların içinde mescitlerde vaaz edenden, imam efendiye, köylüye hizmet edenlere kadar vardı; talihe ne çıkarsa...

Bazan iyi iş yapılırsa beş on para sahibi olurlardı, hatta yerleşilirdi. Mescitten dönen Osman, bu konuda açıklama yaparken Asım gözlerini kapamış, düşünüyor; köyler, vâdiler, yollar görüyor, omuzunda heybesi, elinde değneği günlerce, günlerce yokuş tırmanan sarıklıları düşünüyordu. Aç kalmak, yersiz kalmak, sonra kendini tanıyan cahil bile, aptal bile olsa bu adamlardan uzak bulunmak onu korkutuyordu; özellikle açlık, serserilik dolayısıyla kendini bunlara o kadar yakın, o kadar candan buluyordu ki ayrılmamaya bir bahane arıyordu.

Birden söylemeye cesaret edemeyerek: "Ben ne yapacağım, sizsiz ne olacağım?" diye sordu; sonra cevap alamayınca "Beraber gitsek, olmaz mı?" diye ekledi. Osman, olanak görmediği bu söze inanamıyor gibi öbürlerinin yüzüne bakıyor, anlamaya çalışıyordu. Asım, fikrini birçok sözlerle sağlamlamaya uğraşırken arada "Olmaz mı? Ne dersiniz?" gibi sorular soruyor, cevap istiyordu. Uzun bir konuşma, danışma başladı, bir saat sürdü. Asım hiçbir yere başvuramazdı; ne tanıdığı taraf, ne bildiği adam, ne de candan arkadaşı vardı; bütün o tanıdıkları şimdi o kadar vatansever ve meşrutiyete âşık olmuşlardı ki kendisini kovmaya hazırlanmışlardı; bunu pek iyi hissediyor, onlardan, bütün bu bağnazlık ve sarhoşluk devresi geçiren İstanbul halkından iğreniyordu...

Sonunda karar verildi, Asım da beraber gidecekti, üzerindeki bu elbise hemen satılacak, yerine cübbe, sarık, mintan, alınacaktı; eğer para artarsa o da yolda nafakaya sarf olunacaktı. Şimdi, bu karardan sonra sert ve dik konuşmaya başlayan Osman diyordu ki:

— Yol uzundur, sefer güçtür; hep yürüyeceksin, oralara gelince de gözünü açıp bir yer bulmaya çalışacaksın! Bak, ben karışmam, köyümü bulunca senden ayrılırım, dargınlık olmaz, açlık belâsı... Anlaşıldı mı?.. Asım hep kabul ediyor, ne derse, ne denirse "Peki" diyordu. Köylerde ne yapacağını sordu; anlattılar.

Namaz kıldırmalı, Kur'ân okumalı, vaaz etmeli, köylünün işine yaramalı, kendini sevdirmeli, asıl imamla iyi geçinmeli... Hattâ onun ayağına karpuz kabuğu koymalı; o zaman iş âlâ, insan ölünceye kadar geçinir, gider...

Zavallı adam, uyuyup dinlenmesi için odada yalnız bırakıldı. On beş gün evvel Bristol otelinde temiz bir gece geçiren Asım, başının altına heybeyi alarak mindere uzandı, ateş gibi yanan gözlerini dinlendirmek için göz kapaklarını indirdi. Şimdi düşünüyordu: Bu uzun sefere, bu garip yolculuğa nasıl razı olmuştu. İstanbul'da on beş gün içinde beceriksiz ve utangaç ve aç kaldığı, bir iş yapamadığı, hatta ufak bir tecrübesi bulunmadığı halde, cer mollası olacak kadar nasıl ataklık göstermişti.

Bu durum, bütün duygularının bir anda değiştiğini, heybeleri hazır hemşerilerinin karşısında —dışardaki bir milyon yabancının, düşmanın, kötü adamların onu tersleyen suratlarını düşünerek— birdenbire on yaşındaki eski köy çocuğu olduğunu anlatıyordu. Demek İstanbul'da geçen on beş yılı, on beş yıllık eğitimi onu tekrar, önceki durumuna dönmekten alıkoyamayacak kadar eksik ve güçsüzdü. Bu hükmü verdikten sonra artık arkadaşları kadar atılgan olmaya karar verdi. Biraz sonra uyanır gibi oldu.

Mülkiye Okuluna pek yakın olduğunu düşündü ve yalıda çekmenin gözünde kalan diplomasını hatırladı. Etrafına göz gezdirdi; köşede rahle üzerinde bir Mushaf duruyordu; şaşkınlıkla, yakınlıkla ona, bu yoksul hücre içinde yücelik tertemiz bir avunma vadeden bu kitaba uzun uzun baktı... O zaman, bunca gündür ilk defa aç kalmayacağına inanmış, tekrar gözlerini kapadı.

Kartal ve Gebze'ye uğrayarak on bir günde, yaya İzmit'i buldular ve Osman'ın gayretiyle hâkim efendiden birer izinname aldılar, Asım şimdi bir rekâtını bile kaçırmayarak, düzenli beş vakit namazını kılıyor ve uğradıkları küçük köy mescidinde kendisini buralara yollayan meşrutiyet üzerine iyi vaazlar veriyordu. Onun gayet tatlı ve ahenkli bir dili, açık Türkçe anlatımı vardı. İki dizinin üzerine oturup çevresinde bir halka oluşturan köylüye cana yakın, özlem dolu tiz sesi, az Arapçalı ve gürültüsüz anlatımı ile nutka başlayınca dinleyenler, camilerde bu yolda vaaz edilmesine şaşıyor, bütün bu güzel sözleri pek iyi anladığı halde bir vaizin esrarlı ve karanlık lezzetini bulamayarak yeni yenilen bir yemeğin tadına bakar gibi bir onu, bir de kendini dinliyor, fakat bir süre sonra, yıllardan beri işitemediği bir ana sesine kavuşur gibi tâ kalbinden duygulu ve memnun zevkine varıyordu.

Asım da git gide biraz daha cer mollası oluyor ve Osman'ın beğenisini kazanıyordu. İzmit'ten bindikleri bir körfez vapuru onları parasız Karamürsel'e bıraktı, tekrar yolculuk başladı. Lâcivert renkli funda ve kocayemiş örtülü dağlar arasında kırmızı topraktan yollar vardı ki belki bu dolaşık ve kumsal patikaları kış selleri, kar suları, fırtınalar açmış; geçen köylünün, arabanın, sürünün izi buraları yol yapmıştı.

Sonbahar sabahları yamaçları sise boğuyor, gece yıldızlı gökten inen bir nem, yoksul evlerin damlarını gümüşlüyordu. Tarlalar yeşillenmek için bir yağmur daha bekliyordu. Hayli içerilere girmişlerdi. Türklerin eline geçtiği sıralarda bu yerler, vatandan uzak kalmış kaplan şaşkınlığıyle çadırları etrafında kulakları tetikte dolaşan savaşçılara hizmet etmişti.

Bir gece, gök gürültüleriyle yağmur başladı, dağlardan seller, taşlar aktı, üç gün sürdü, bu üç gün vakit kazanmak ümidiyle durmamacasına yola devam eden ufak kafileyi harap etti. Asım, yatağa düşecek kadar hastalandı, Tasladıkları bir köyde kalmaya, imamın evinde bir köşede dinlenmeye mecbur oldu. Arkadaşları köylüye yük olmamak için vedalaşıp ayrıldılar. Asım çok hasta idi, ateş içinde yanıyor, gözlerini açamıyor, hararetten ölüyor, kemikleri içinde sızılar duyuyordu, alt katta, ahırla mutfağın arasında ocağı ateşsiz, toprak döşeli bir oda vardı, yere bir çul attılar ve ona: "İşte yat" dediler.

Yaralı ve ıslak bir kedi gibi kıvrıldı, heybesini başının altına çekti ve dişlerini sıkarak, öyle baygın kaldı. Şimdi, gidilmeyecek kadar uzakta, İstanbul'da acaba yağmur var mıydı? Beyaz, rahat, serin karyolası daha kim bilir ne zaman ve belki büsbütün boş kalacaktı? İstematina'mn damı gene akıyor, gene gömlekleri kirletiyor muydu? İki sarı böcek kanadı gibi kuruyan dudaklarına ellerini sürdü, her şeye, bütün bildiklerine özlem çekerek ağladı.

Ertesi sabah Ramazan oldu, dediler. Asım İstanbul'un Ramazanını düşündü. Sergiyi, sergide satılan maden sularını, şurupları hatırladı. Mahyalar, aydınlık sokaklar, allı pullu tiyatro kapıları gördü. Akşama yalvardı biraz çorba istedi. İmam, ellisini pek geçkin, saç ve sakal içinde, kısa boylu, oynak, sarı, sevimsiz gözlü bir adamdı. Asım kırka yakın ateşle ve İstanbul özlemiyle yanarken odaya girdi, korkutucu bir sesle:

— Bana bak, dedi, iyi olunca, yarın, öbür gün, buradan çekil, işine git! Bizim köyümüz hoca, molla istemez, çoluk çocuğa para vermez!..

Asım, eğer başını kaldıramayacak kadar hasta olmasaydı, bu gece kesinlikle intihar ederdi, kesinlikle bu ezintiye son verirdi. Sayıklamalar, karabasanlar arasında zehirler hazırladı. Konakta başağaya hediye ettiği tabancasını hatırladı, üç gün ateş sürdü. Havaların açılmasıyle beraber de azaldı, ağrılar durdu; ertesi günü kalkacak bir duruma geldi, imamla vedalaştı, çıktı.

Burası köyün ortası idi, bir meydandı. İleride çardaklı iki kahve, bir bakkal dükkânı, bir de nalbant görünüyor, bütün adamlar peykelerinde, iskemlelerinde uyuşmuş, oturuyorlardı. Dört beş köpek, gezinen tavuklar arasında yere yatmış uyuyor, etrafa küme küme yığılan gübrelerle pis bir lâğım yatağı kenarında ördekler, kazlar dolaşıyordu. Bu köy, oldukça zengin, sevimliydi. Küçük bir ormanı, yağmur sularıyla şimdi büsbütün coşmuş hoş bir deresi, önünde kocaman yeşil bir otlağı vardı. Elvan elvan renkleriyle bir ressam paletine benziyordu. Evlerinin bacalarından ağır ağır dumanlar çıkıyor, kafessiz camlar arkasında beyaz perdeler görünüyor, bunlar zavallı Asım'a dinlenme ihtiyacı, burada kalmak ve ayrılmamak isteği veriyordu.

Yavaşça yürüyerek, selâm vererek kahveye girdi, önüne gelen ilk iskemleye oturdu, merhabalaştılar. Herkes susuyor, kimi eliyle bacağını yakalamış, kimi ensesiyle duvar arasına kilitlenmiş ellerini bir yastık yapmış, köşesine büzülmüş, esneye esneye gözleri ufalmış, uyur gibi düşünüyordu. Dışarıda da tavuklarla ördeklerden başka her şey, tâ ilerilere kadar hareketsiz, fakat yağmurdan sonra gelen tazelik ile parlak duruyordu. Sessizlik uzun bir zaman sürdü. Sonunda köyün arka tarafından öğle ezanı sesi geldi.

Bugün cuma idi. Köylüler namazı bekliyordu. Bu sırada Asım'ın, kalemdeki odacıya benzettiği, yanlan ustura ile beyaz şerit gibi kesilmiş çember sakallı kısa boylu bir adam ona seslendi: "İmamın evinde yatan molla sen misin?" dedi. Asım cevap verdi ve sözün arkası gelsin diye sordu:

— Burası ne köyüdür?

— Pınarlı. Sen nerelisin?

— İstanbulluyum, dersten mezunum. Her sene orada vaaza çıkardım. Bu sene köyleri dolaşıyorum.

— Ahmet hocayı tanır mısın Süleymaniye camiinde...

— Evet, benim hocamdır.

Asıım yalan söylüyordu, fakat köylülerin dikkatini çekiyordu. Gene o çember sakallı adam dedi ki:

— Bugün bizim imam cumadan sonra kasabaya gidecek; çık da bize vaaz et!.. Asım, memnun, kabul etti. Şimdi konuşuyorlar, birer ikişer mescide doğru gidiyorlardı. Yolları üzerinde çeşitli gübre yığınları, hep bir örnek tavuklar, açık kapılardan karanlık tavan tahtaları görünen ahırlar, gezinen çocuklar vardı.

Bir çeşme başında beli peştemallı; başı siyah bir örtü ile tamamiyle kapalı üç, dört kadın şekli duruyor, erkekler geçerken bunlar arkalarını dönüyor, kafalarını birbirine yaklaştırıyordu; kocaman çıplak bacakları tâ diz kapaklarına yakın, açıkta kalıyordu. Ağaçlar içinde kaybolan ahşap mescidin şadırvanı bile yoktu. Sırıklı ve odun bedenli kuyudan çekilen su bir kütüğün oyulmasıyla yapılmış olan yalağa dökülüyor, sular taşarak yöresinde birçok yeri çamurluyordu. Bütün bu halk oraya gelince sağa sola sıçrıyor, zıplıyor, şikâyet ediyordu.

Asım, bir ufak hendek kazılarak düzeltilebilecek bu zorluğun düşünülememesine şaşıyor, acıyordu. Namaz kılındı ve bitince bazı gençler dışarı çıktı. Vaazı duyan halkın çoğunluğu tahta çekmenin, rahlenin etrafında dizildi. Asım minbere oturdu, bir süre sarmaşıklarla örtülü yeşil pencerelere, süzülerek içeri sokulan güneşe, açık kapıdan ilk ağaçları görünen koruya baktı. Sonra o güzel Türkçesi, uysal, tatlı uyumlu sesi ile vaaza başladı. Her zamanki gibi o ilk anlaşılmazlık burada da görüldü; yüzler şaşkınlıkla kırıştı. Bir süre bu halde kaldı; sonra kırışıklar açıldı, açıldı, merak içinde kalmış bir yüz durumu aldı.

Köyün muhtarı, olduğunu haber aldığı çember sakallı — bu sefer dikkat etti— çuha şalvarlı adam, gözlerini kapamış, her beğendiği, iyi anladığı sözün arkasından başını sallıyor, içini çekiyordu. Bu; vaaza Meşrutiyetin Şeriat ve Kanuna uygunluğundan başladı, çeşitli yönlere girdi ve bir buçuk saat sürdü. Asım zaten din kurallarına ait birçok kitaplar okuduğundan, bir hayli fıkralar bildiğinden bunları birer birer harcadı. En parlak, en iyi bir yerinde hiç bakmadığı, bir sayfasını bile kımıldatmadığı kitabı kapadı, sustu.

Çember sakallı adam, Lâzoğlu, onu yanına çağırdı ve kesin bir ifade ile "Ramazanı burada geçir, benim evimde yat, kalk!" dedi. Asım hemen kabul etti. O akşam kasabadan dönen imam, cer mollasını Lâzoğlu'nun yanında, kahve köşesinde, oldukça kalabalık bir halkaya başkanlık eder gördü. Sözlerine dikkat etti: Bu genç adam doğrusu tatlı anlatıyordu. Akşam, gün kararırken sürüler dönüyor, inek, buzağı sesleri gurbet, acısını kalbe bir hançer gibi saplıyordu. Gece beyaz ve kapalı perdeler arkasında gölgeler dolaşıyor, ay ışığında çınarların artık yapraksız kalan dallarının yansımalarını sallıyordu.

Ramazan bitmişti. Onu gene bırakmadılar. Mektup yazıyor, herkes onunla danışıyordu, asıl imamın hükmü, gücü hep buna, bu cer mollasına kayıyordu. Jandarma kolu gelince bununla konuşuyor, öşürcüler buna dert anlatıyor, kolcular tarlada rastlayınca buna selâm veriyordu. Okulda alfabe okutuyor, artık evinden çıkmak istemeyen imama vekâlet ediyordu.

Bir gün nahiye müdürü köye geldi. O gün Asım eski bir okul arkadaşına benzettiği bu adamın yanına çıkmadı, penceresinden, jandarma ile dolaşan bu redingotu yağlı, tüysüz çocuğa hırsla baktı. Sonunda bir akşam ihtiyar kurulunun, kendisinin imamlığa atanması için bir kâğıt mühürlediklerini Asım'a müjdelediler. Asım, onu artık buraya bağlamak isteyen haber karşısında şaşırdı: "Nasıl, artık sürekli mi böyle, burada..." diye düşündü, kendi kendine: "Olmaz, olanaksız!" dedi. Fakat bütün bir gece yağan karla esen rüzgârın tehditlerini duyarak işe razı oldu.

Bir gece sonra, imamın küçük oğlu onu kahveden çağırdı ve babasının yanına götürdü. Zavallı adam, yatağında hasta idi. Yüzünde öyle derin bir keder gölgesi vardı ki ocakta yanan köklerin ışığı yüzüne vurduğu zaman ölü bir kafayı aydınlatır gibi oluyordu. Kurumuş gırtlağından bir hırıltı çıktı. Sonra yavaş yavaş anlaşılmaya başlayan bu sesle yalvardı:

—Oğlum, sen gençsin, bilgin var, hünerin var, her yerde geçinir, kendini sevdirirsin. Bak, ben yaşlıyım, altı çocuğum, iki karım aç kalıyor, çoluğum, çocuğum sokağa düşüyor. Bu karda, bu kışta ben ne yaparım? Nereye giderim? Nasıl para bulurum? Bana acı, buradan git, yerimi kapma, ekmeğimi alma, beni sokakta bırakmaya sebep olma... Sonra, tekrar hırıltılara gömülerek:

— Yaptığın günahtır, cezasını çekersin! dedi.

Asım; şaştı, üzüntü içinde kaldı, cevap bulamadı. Yan odalardan çocuk sesleri geliyor, dışarıda fırtına kıyamet koparıyordu; karşısındaki ise gittikçe korkunç bir hal almaktaydı. Bir iki kelime söyledi, çıktı. Artık kahveye uğramayarak odasına dönmüştü. Vezirhan'ındaki arkadaşlarını düşündü bir daha kendisini aramaya gelmediklerine şaştı. Sonra İstanbul'a, İstematina'sına özlem duyarak bütün gece ağladı. Ruhunda bütün rahata rağmen şu vesile ile bu köyden ayrılmaya, cebindeki otuz mecidiyesiyle İstanbul'a dönmeye bir ihtiyaç duydu. Sonra imamı, açlığını, hastalığını, çocuklarını düşündü, bu çaresiz adamı, bu yoksun ve yoksul ihtiyarı feda eden köy halkını ayıpladı. Bu sırada kendini böyle sokağa atan hükümeti hatırladı, insan kalbinde daima, yer bulan kötülüğe, kıyıcılığa karşı uzun süre şaşkınlıkla düşündü, çözemedi...

Sonra imamı kovan köy halkıyla memuriyetinden kovulmasına sebep olanlardan büyük bir intikam almak isteği duydu. Sabah olurken kalktı, cübbesini giydi, yüzüne atkısını sardı, heybenin gözünde saklı mecidiyelerini aldı, sokağa fırladı. Aşağıda, tarlalar içinde kömür arabaları yola koyulmuştu. Bir horoz öttü, yakın evlerden bir, iki öksürük duyuldu; sonra gene her şey sustu. Asım, gecenin bütün şiddetine rağmen karın pek az sanki çamuru ancak örtecek kadar yağdığını, hafif bir buz tabakasıyla derenin, batakların kapandığını gördü.

Gittikçe mavileşen göğe, artık hiç esmeyen rüzgâra baktı. Sonra yokuşu indi. Bir hasta kadar ateş içinde, ne düşündüğünü, ne yapacağını bilmeyerek yola çıktı... Tarlalar, kar altında çok geniş sonsuz sanılıyor, telgraf telleri binlerce işaret parmağı gibi bir noktaya dikili; ona İstanbul'un, açlığın kıyıcılığın yolunu gösteriyordu.

Erenköy 1909

355 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page