top of page
Yazarın fotoğrafıNiyazi UYAR

MAVİ PEMBE HANIM

Güncelleme tarihi: 25 Nis 2021



Eylülün sekizi. Bu yıl okullar erken açıldı. Sekiz aylık maratonun başlama işareti verildi. Güneş kuşluk vaktindeki yerinde, yakmıyor insanı. Meşeli Tepe'den esen gündoğusu kızılçamların yapraklarını kıpırdatıp Mavi Pembe Hanım’ın yüzünü okşuyor. Öğrenciler dizilmiş, ilk gün kavuşmalarının heyecanını yaşıyor:


Her kafadan bir ses çıkıyor, kimi başlarına gelen kötü bir şeyi anlatırken, kimi, sevgilisi ile ele ele dolaşmasını, bir diğeri gittiği konseri, bir diğeri izlediği filmleri, araba yarışlarını… kimse kimseyi duymuyor…

Mavi Pembe Hanım, kürsüde açılış konuşmasında güne dair değerlendirmelerini, yarına yönelik önerilerini sıralıyor. Sesi rüzgârla birlikte dalgalanıyor.


Diyor ki Mavi Pembe Hanım: “Dünyanın dört bir yanını görebileceğin bir dağın zirvesine çık…”

“Yorul, sonuna kadar yorul… Hiç durmadan yürü…”

Dirençli ama yumuşak bir sesle konuşuyor.


“Kaleminle bütün kinini yaz… Aşkın nefretini, hasretini, insanların yalancılığını, iki yüzlülüğünü yaz…”


Mavi Pembe Hanım’ın güneşten kızaran yüzü, konuşmasının tarzına göre renkten renge giriyordu. Gözünün üstüne kadar uzanan bir perçem saç, rüzgarla savruluyordu, alnından başlayan atkuyruğu yapılmış kestane kızılı saçları, öfkesinin derecesini ortaya koyarak, otuz yılın özlemiyle satırlarda vücut bulup otuz yıldır bir kez bile gerçekleşmeyen dost kavuşmalar sözcük sözcük diziliyordu…


1981 Mart ayı. Mavi Pembe Hanım’ın evinde İbrahim’le On İki Eylül’e dair yaptıkları tartışma… Sonra o mart gününde İbrahim’le ayrılık ateşini yakmaları. Ayrılık ateşi kutsal bir aşkın söndürülmesi gibiydi. O gün, imkânsızlığın, yol yordam bilmezliğin, beceriksizliğin gerçeği ortaya çıkmıştı. Mavi Pembe Hanım ile İbrahim kaybetme korkusunu yenmek için çıktıkları yolda yenilginin alçaklığını bir kez daha yaşamışlardı…


Mavi Pembe Hanım, konuşmasına iyiden iyiye kendini kaptırmış, bir ırmak gibi çağlıyordu. “Atatürk” sözcüğü ile sesi yıldızlara ulaştı adeta.

“Atatürk gibi düşünmek… O Atatürk bizim Atatürk’ümüz çocuklar. O her durumda, her konuda başarıya ulaşmanın yollarını göstermiştir bize!”


Müdür Dilaver, Öğretmen Mavi Pembe Hanım’ın “Atatürk gibi düşünmek” sözü ile irkilerek, çılgına döndü.


“Mavi Pembe Hanım, Mavi Pembe Hanım! Burası okul, burada böyle şeyler konuşamazsın! Ben böyle konuşmana izin vermem! Benim okulumda, sen böyle konuşamazsın! O senin Atatürk’ün, benim değil, ben ona inanmıyorum. Sen de Böyle… böyle…böyle… konuşamazsın, anladın mı? Ben buna izin vermem! Anladın mı kadın, anladın mı öğretmen hanım! Git evine, git, çoluğuna çocuğuna bak, kocana bak!”


Müdür Dilaver kontrolü kaybetmişti. Ağzından saçılan tükürükler yağmur gibi yağıyordu. Öfkesi, çocukların kıpır kıpır hallerini birden yok etmişti. Bahçedeki en hareketli kişi Dilaver’di artık. Öfkeyle nefretle uyarılarına komutlarına devam etti:


“Lütfen kürsüyü terk edin Mavi Pembe Hanım! Sesçi, oğlum sesçi, mikrofonu kapat, mikrofonu! Çabuk, çabuk, acele et! Gelirsem, kafanı patlatırım senin!”


Mavi Pembe Hanım dehşete düştü, tepeden tırnağa ter içinde kaldı. Burnunun üstüne kadar indirdiği okuma gözlüğü, gözlerinin nemi ile buğulandı. Sonra birden gözünden fırlayıp beton zemine düştü. Üç yıl önce doktor arkadaşları Serkan demişti de öyle almıştı okuma gözlüğünü.


Çocuklarım dediği öğrencilerinin önünde aşağılanmayı çok derin yaşadı, Mavi Pembe Hanım! Ne demişti de Müdür Dilaver’in öfkesini çekmişti? Bir yanıt vermek, karşı durmak istemiş, fakat tutulup kalmıştı.


Çocukluğundan, ilk gençlik yıllarından beri hep bir çekingenlik içinde olmuştu. Baba baskısı kendine olan güvenini alıp götürmüştü.

“Sakın kızım bir erkekle konuştuğunu görmeyeyim, görürsem bir daha bu eve gelemezsin, haberin olsun!”


“Mavi Pembe Hanım, lütfen odama çıkın! Sevgili veliler, sevgili öğrenciler, törenimiz bitmiştir. Hepinize teşekkür ederim!”


Mavi Pembe Hanım, darağacına giden bir mahkûm gibi, Müdür Dilaver’in odasına doğru yürüdü. Üstündeki kolları nakışlı yakasız blûzu, çoban kepeneği gibi yakıyordu bedenini. Orasının burasının açıkta kalmayacağını bilse fırlatıp atacaktı. Kendini bildiği günden beri giydiği beyazlar kefeni olmuştu sanki.


Dilim, ses bayrağım dediği anadili, başını belaya sokmuştu! O, olmasaydı, konuşma bilmeseydi bunları yaşamayacaktı. Yirmi birinci asrın en sıcak iletişim aracı dil, ne işler açmıştı başına. Babasının “laf dokuz boğumdur kızım, her boğumda, dur; ondan sonra konuş!” Hem dememiş miydi çokbilmiş ataları: “İnsan ne bulursa dilinden bulur!”


Umuda, yaşamaya dair inandığı şeyler, değer yargıları, bundan sonra başının belası olacaktı demek! Kocası Muhittin çok söylemiş; ama o dinlememişti. Ne demişti Muhittin?


“Bırak böyle şeyleri, sen mi kurtaracaksın memleketi, sana mı kalmış toplumu kurtarmak? Vatan, hak adalet, özgürlük karın doyurmaz kızım! Geç böyle şeyleri! Sen ailene bak kızım!”


Müdür Dilaver bu fırsatı dünyada kaçırmazdı artık. Bugüne kadar bir açığını yakalasa, ona dünyanın kaç bucak olduğunu gösterecekti. Beklediği gün gelmişti, bugün büyük gündü. Adamın sevincinden bir göbek atmadığı kalmıştı. Hiç vakit kaybetmeden Komiser arkadaşı Cemal’i aradı.


Mavi Pembe Hanım’ın öğrencilerle olan iletişimi, mesleğine hâkimiyeti, Ata’sına olan sevgisi, çok rahatsızlık veriyordu ona. Yaptıklarına söylediklerine bir kulp takıp yolunca yordamınca paketlemeyi düşünüyorlardı. Üç beş yıldır bir gölge gibi takip etmişler; yalnız işe yarar bir şey bulamamışlardı.


“Bu sefer tamam sevgili komiserim, bu sefer tamam! Mavi Pembe Hanım’ın işi bu sefer tamam!”

Olanların yanına yan kıçına çan takarak anlattı.


“Tamam, Dilaver Hocam, hemen geliyorum, sen oyalamaya bak!”

Okul bahçesinde kimsecikler kalmamıştı. Veliler, öğretmenler, öğrenciler… Yer yarılmış da yerin yedi kat altına girmişlerdi. Ayın on beşi gibi gülen Mavi Pembe Hanım’ın üstüne kara bulutlar çökmüştü. Aldan al, gülden gül yüzü, kapkara kararmıştı.


“Yolu yolum, huyu huyum,” dediği can arkadaşı Aysel bile görünürlerde yoktu. İşte o anda Sivas’ta recmedilen Pir Sultan bir anıt olup gözünün önüne geldi:


“Şu ellerin attığı taşlar hiç bana değmez,

İlla dostun gülü yaralar beni!”


Darağacına giderken bile: “Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye!” diyen Denizler gelip karşısında saf tuttular…

Öfke öfke büyüyordu Mavi Pembe Hanım! Müdür Dilaver mikrofonu kapattırmasaydı daha neler diyecekti neler?


“Dünyadan kopup arada hayallere dalmayı unutma!”

“Sevgilini düşün, en iyi dostunu düşün!”

“Haydi, son bir kez daha bak aynaya!”

“Al atına bin, uzak diyarlara, sevdiğinin ülkesine sefer et!”


“…”


Mavi Pembe Hanım sanki bir seri katil gibi, elleri kelepçeli ekip arabasına bindirilerek şubeye götürüldü…

***

Soranı edeni olmadan, mahpus damlarında düzmece şeylerle yirmi altı ay yattı. Çıktığında ne evi, ne ailesi kalmıştı..

.

5 Mart 2009 Bornova

10 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page