top of page
Yazarın fotoğrafıŞenol YAZICI

BAĞBOZUMU 7

Güncelleme tarihi: 22 Oca 2022

-pazar kitapları-

Şenol Yazıcı,

Roman,

*

Bölüm 7

" "Son Kez Mavileşti Gökyüzü""

/

roman

/

"Son Kez Mavileşti Gökyüzü"

Gün bir maviliğe sarılmış usul usul sallanıyordu. Havada sararacak ot, devşirilecek başak kokusu vardı. Aşağıdaki dere, çevresindeki görüntülerin yansımalarıyla canlı, kırık bir ayna gibi paramparçaydı. Kimi bir bulut, kimi mavi gökyüzü, kimi iki zavallı söğüt...


Öğretmenle misafiri okulun az ilerisinde, dereyi gören bir sırtta oturmuşlar, konuşuyordu.


Hülya, olaylardan, öldürülen arkadaşlarından, açılmayan okulundan yorulmuş, bırakıp ayrıldığı köy öğretmenliğine dönmüştü. Başlangıçta zor alışmıştı. Öğrenciliğini, kent yaşamını, arkadaşlarını çok özlüyordu, kaç kez dönmeyi de düşündü. Ne var ki dünyayla tek bağlantısı küçük radyosundan duydukları hiç de iç açıcı değildi, her şey daha kötüye gidiyordu. O korku dolu günleri bir an önce unutması gerektiğini fark ediyordu. Gökçe gibi mektuplaştığı birkaç kişi dışında geride kalan arkadaşları, gitgide birer sisli fotoğrafa dönmüştü.


Hiç beklemediği bir anda bir gün önce, akşama doğru çıkıp gelmişti Gökçe. Köyün muhtarını yanına almış, eliyle koymuş gibi bulmuştu köyü ve onu.


Muhtar, yüzünde altın dişini gösterecek kadar geniş bir gülümseme:

- Hoca hanım gözünüz aydın, ağabeyiniz gelmiş, demişti.


İyi akıl etmişti bunu Gökçe. Köylülerin şehre indiklerinde kaldıkları otele uğramış, havalar ve yol iyiyse haftada bir kez gelen minibüsü beklemişti iki gün. Orada muhtara rastlamıştı. Dedikodu olmasın diye, ağabeyi olduğunu söylemişti demek ki.


Şimdi derenin tam üstünde, yukarılara doğru iyice kahverengileşen bozkırın başında, tek başınalığıyla tuhaf bir yalnızlık yayan yaşlı ahlat ağacının dibine oturmuşlardı.


Okuldan, ortak arkadaşlarından, olaylardan, ülkenin durumundan, en çok da Mavi Kız’dan konuşuyorlardı. Bir ara Hülya, cebinden sararmış bir kâğıt çıkarmış okumaya başlamıştı. Gökçe, önce anlamamış, sonra tanımıştı, Mavi’ye çok önceden yazdığı mektubu.

“... Ve bilirsin sevgili,

Tüy kesen bir kılıç ağzı gibi incecik bir ışıktır önce, ardından kıyamet orduları gibi ağarak dört yana, Mavi gelir, ışık gelir. Bekle!

Zulüm olsa da, bekle!.

Gök ılınır, toprak ılınır, su ılınır. Bekle, hep sürmez bu zemheri, düşer cemre. Durur fırtına, mavi kız. Yüklenir zulmünü, bir minik kardelene yenilir, gider, bu kar ve buz,

Bahar gelir.

Bekle söker şafak.

Önce yalnız bir atlı gibi öyle aydınlık ve beyaz, ulu dağların doruklarında gelir. Yürek kaldıran, kanat açtıran bir eski zaman atlısı gibi dolanır karanlıklarını memleketimin, ses olur dev ıssızlıklarında, bir müthiş ışık olur, bekle şafak gelir.

Bekle, güneş gelir.

Bekleme,

Onurunla dikil ayaklarının üstünde, daldır köklerini toprağa, bırak öte yüzünden çıksın yer kürenin, ancak, o zaman bahar gelir.

Bekle Mavi Kız, o günü bekle.

O gün geri döneceğim. Müthiş serüvenleri yaşamış, ama artık yorulmuş ihtiyarlar gibi, seninle kalacağım..."


- Nerden buldun onu?

Kız kâğıdı katlamış cebine sokuyordu.

- Kendin bul, dedi.

Düşünmek için doğru bir başlangıç bulamadan, geçmişi içi gözükmeyen bir çuvalı karıştırır gibi karıştırdı. Sürdüremedi.

- Anımsamıyorum. Bir akşam...


Erguvani bir akşamda, sığırcık sürüleri, Çankaya sırtlarından çığlık çığlığa akıyordu, sokaklar beklenmedik yağmurlarla toprak kokuyordu ve her bir şey maviydi.

"- Sizi Dil Kurumuna götürürüm," demişti.

Hiç umursamaz gibiydi,yerdeki kâğıtlara tekme atıyordu. Gelseler de olurdu, gelmeseler de; öyle duruyordu.

"- İsterseniz tabi."

Oysa yüreği doludizgin koşuyordu. Kantinde derste şöyle bir bakıp tüm dünyasını maviliklere saran kız olmaz der miydi?

O mavilik:

"- Olur," dedi.

Onca kız varken, o kız özel bir yere oturdu kaldı sonrasında. Çıkarmak da istemedi hiç.

Ona yaklaşırken niye hep korkak, hep hep...

"- Arkadaş'ı seyrettin mi? Harikaymış."


Yılmaz Güney, yeni bir solukla geri dönüyordu; herkes dönüyordu. 1975'te, aydınlık yüzlü kim varsa, sokaklara dökülmüş, elinde bir uzun fırça yıldız çiziyordu, mavi gök çiziyordu.

Onunla bir karanlığı bölüşmek sevimliydi.

"- Ben ısmarlarım."

"- Çok mu zenginsin?"


Gökçe, zenginim demişti, sokaklarda dilenen annesini bir yana atıp. Güzel giyimli insanların oturduğu, çiçekli bahçelerle sarılmış evlerde ışıklar yanardı. Onların bir parçasıymışlar, oralarda büyümüşler gibi çevrelerinde dolanır dururlardı.

Dalları göklere ağmış, salt çiçek bir ıhlamurun gövdesine sığınıp, sanki öyle denk gelmiş, sanki suçlusun, deseler inkâr etmeye hazır, dudaklarından öpmüştü onu. Tepkisinden kaygılıydı, ama kız, uzun kirpiklerini devirip mavi gözlerini çağlayanlar gibi akıtarak gülümsemişti.

"- Adın ne güzel. Gökçe Işık. Kim taktı?"

"- Dedem. Beğenmedin mi?"

"- Olur, mu, çok ilginç."

"- Seninki daha ilginç: Mavi Kız."

"- Bizde doğal, bir benzerlik kurup derler. Ak Kız, Ak Gül. Benim gözlerim mavi diye, Mavi Kız olmuşuz. Şimdi neyse de, ilerde, evlendiğim de filan yani... Azıcık uymaz olacak sanki. Sevmedin mi?"

Sadece adını değil, bin türlü şeyi... der gibi sormuştu.


Dere dümdüz ovada ne yana aktığı belirsiz, ama tek yaşam kıpırtısıydı. İnsansızlıkta bir ses, ıssızlıkta ayna ayna kalabalık akıyordu.

Gökçe huzursuz düşünüyordu.

" Şimdi ne vardı, o mektubu çıkarıp gösterecek? Sanki hiç unuttuğum mu var? İnsan tüm yaşamında bir doğru dürüst iş yapar da unutur mu? Mavi Kız'ı anımsatacak, saplı duran bıçağı yarada çevirecek ne vardı şimdi?"

Unutmaya çalıştığı için de utandı. Unutmak çözüm değildi belki, ama yüreğin de nefes almaya hakkı vardı, unutmak belki de en çok oydu.

Yine de konuyu değiştirmek istedi:

- Tuhaf değil mi? Belki elli yıl, belki yüzyıl önce, bir fındığın, bir mısırın ardında ömür sürükleyenler, ipek böceği yetiştirirmişiz. Kızlar, daha el değmemiş, daha sevgilice öpülmemiş göğüslerinin arasında ısıtırmış kozayı aylarca. Anam derdi ki…

Kız ağacın cılız gölgesinden aldı yüzünü, güneşe çıktı. Çıplak ışıkta, genç yüzündeki çizgiler çoğaldı.

- Bana baksana sen, ne bu? Birden ipek böceği nerden çıktı?

Anlar bir tavırla gülümsedi kıza. Kız yine de başını çevirdi, küstü.

- Hülya! dedi bir kez. Yanıtsızlıkta oyuna çevirdi. Hülya! Hülya! Hülya! Daha bağırayım mı?

- Adımı mı, ezberliyorsun, ne var?


“Niye küsüyorsun, böyle beklenmedik, bilmiyor muyum?” diye düşündü, Gökçe. "Geldim geleli, bulup buluşturup onu anımsatman, beni denemen, sevişmenin orta yerinde, Mavi Kız'a benziyor muyum, demen..."

- Oynar mıyım seninle? Birden öyle anımsadım, düşünürken. Ne kadar olağanüstü değil mi ama? Karadeniz'de ipek... Kimse sözünü etmiyor. En pis işlerini unutmazlar da. Dağ taş dutlukmuş o zaman.

“ İnanmam mı, gerekli? Başka seçenek yoksa..." dedi, Hülya kendi kendine. "Büyütsem öfkemi ne olacak? Desem ki, okulda hep ışığın önündeydim, hep gözünün önünde, baktın mı? O yoksa eğer ya da durduk bir kavgayla ayrıysanız ya da sevdanızı yenilemek, büyütmekse derdiniz o zaman baktın bana. Ben, sizin ayrılıklarınıza bir umut diye yelken açtığımda, sen ayrılığa dayanma gücü buldun bende sadece. Onu beklemeye dayanma gücü. Her şey tuz buz olunca, bırakıp öğretmenliğe dönmeye karar verdiğimde, gün akşama dolaşmadım mı, Siyasal'ın önlerinde. Dur, gitme, diyemez miydin?”


- Biz, tam yüreğimizden yirmilik bir kiriş çivisiyle, Ankara'ya çakılmışız, demiştin.

Dereyi izleyen delikanlı, bağlantıyı kuramadı, şaşkınlıkla baktı kıza.

- Ne?

- Siyasalın önünde, gidiyorum, dediğimde öyle demiştin: Unutamazsın, Ankara'yı demiştin. Ayrıca seni unutmayacağım, demiştin.

- Unuttum mu? Unutsam burada olur muydum?

Kız önceden de düşünmüştü, beklenmedik gelişinin nedenini: " Burada olman kim bilir niye? Kentler artık insan avlanan ormanları geçmiş. Belki de bir şeylere karıştın, ortadan yok olman gerekli. Niyeyse, gelişine ne sevindim bir bilsen." Düşündü, ama seslendirmedi.

- Sadece bu kadar mı?

- Ne, bu kadar mı?

Kız bunaldı, sustu. Erkek dönüp dikkatle aklından geçenleri anlamak ister gibi inceledi onu. Güneş, kim bilir ne zaman kına yakılmış saçlarda alev çemberiydi şimdi. Kaynayan gözlerine, esintiyi kapmış bir buğday tarlası gibi içten içe dalgalanan yüzüne, titreyen dudaklarına baktı. Ayrıntılara değin egemen olma gayretinden, böylesine önemsenmekten hoşlandı. Yine de bu sorgulamalarda rahatsız eden bir şey vardı.

- Burada çok zamandır tatmadığım bir huzuru yaşıyorum. Sanki yarın hiç olmayacak. Yarın olmayınca da dertlenecek bir şey kalmıyor, farkında mısın?

- Anlıyorum, dedi Hülya. Ama beklediği değildi, anladığı.

" Anlıyorsan niye yalan söylemeye zorluyorsun beni?"

Uzanıp kızın omuzlarından tuttu, kendine çekti.

- Gel.

Dizlerinin üstüne yatmaya zorladı.

- Gel, yanağını avucuma uzat ve öylece gözlerini kapa.

Öyle gözleri kapalı sordu, Hülya.

- İnsan iki kez sevemez mi? Mavi Kız'ı sevdin diye bir başkasını sevemez misin, örneğin?

- Bilmem, neden sevmesin? Gerçi Mavi başka, bir ölü o. Bir ölüyle kimse rekabet edemez. Sevilen ölüler adına müthiş bir şanstır bu. Bir başkasını sevsem bile, Mavi hep olur. Seversin tabi, insanın temel özelliklerinden bu, belki en önemlisi, ama sadece bir özelliği. Aynı anda başka insanları da sevmiyor muyuz? Anneni de seviyorsun, sevgilini de, kardeşini de. Neden olmasın?

- Bence, dedi kız. Bu yalanı erkekler üretti. Bir kez sevmek yanılgısına düşen kadını tutsak etmek için üretilmiş bir yalan. Böylece kadın koşullanıyor. Öyle de, giderek erkek de kendi söylediğinin tutsağı olmuş.

- Belki.

Öyle durdular. Erkek dikilip köye baktı.

- Otların yükseltisi bizi saklar ya, biri çıkıp...

- Bu çok yüksek, ayrıca buraya pek gelmezler, dedi kız. Gelseler de bizi kardeş biliyorlar nasıl olsa.

"Birileri görür mü? Görüp bu yerden bitme kardeşliği düşündüğü yere oturtur mu? Öğretmen hanım gün ortası, köy ortası aşna fişne yapıyor der mi? Desin. Yalnızlığımı, ne kadar sevmek zorunda olduğumu kim anladı? Gidecek biliyorum, gene gidecek. Sonra…”

Sonralara deli oluyordu. Haklıydı Gökçe. Yarın, mutlak güzellik değilse, eskimeyen, tükenmeyen güzellik değilse yarın, hiç olmazsa da büyük bir eksik değildi. Doğrulup oturdu.

- Yarın olmayınca gerçekten hiçbir sorun kalmıyor.

Gökçe:

.- Dediğime aldırma. İnsanın görevi yarını güzel kılıp yaşamak, bunun için savaşmıyor muyuz?

- Sanki hiç başaramayacağımız bir kavga bu. Baksana her bir yan genç ölüsü. Devlerle savaşa durmuş çocuklar gibiyiz. Şakası yok bu işin, tüketecekler bizi. Yarın olacaksa bile, hiçbirimiz görmeyeceğiz.

Hüzünle bakıştılar.


Mavi de öyle demişti:

" Sanki devlerle savaşan çocuklar gibiyiz. Biz, teker teker yok oluyoruz, ama onlarda bir tek çentik açamıyoruz. Oysa söylencelere bak, devler hep yenilmiştir insanoğluna. "

Bir yürüyüş başlangıcındaydılar. Kol kola girip ana caddeyi kaplamışlar, sloganlar atarak devlerle savaşa gidiyorlardı. Bütün sorumlular, yetişkinler, evlerinde, sıcacık yataklarında, tatil sabahının zevkini çıkarırken onlar, binlerce çocuk, yürüyerek sokakları aşındırmaya gidiyorlardı. Yürüyerek, bağırarak yanlış buldukları ne varsa düzelteceklerdi. Seslerini, derin uykularında uyuyan büyüklerine duyurabilirlerse düzeltmelerini isteyeceklerdi.

Gök yağmura kesmişti. Dalga dalga ıssız caddeler boyu, dört yanları polisle kuşatılmış, duyması gerekenlerin camları sıkıca kapalı, yürüdüler.

Yağmur, onları bozgunda yakaladı. Ara sokaklarda sığınacak bir yer arayarak kaçıyorlardı. Polisler, yeri göğü sarsan metal çığlıklarla panzerler üstlerine geliyordu. Mavi kız topal bir ayak gibi, ama hiç vazgeçmeyen bir ayak gibi koşuyor ve ağlıyordu. Orda, bir soluk alabildikleri, hanımellerinin arasında, gözyaşları gülmelerine karışarak demişti:

"Devlerle dövüşen çocuklar gibiyiz."


Mavi Kız'ı özlüyordu.


Hülya’yı da anlıyordu. Umutla başladığı okulu bırakıp, can azizdir, diyerek ki, can koşulları oluşmazsa hiçbir şey değildi aslında, bu dağlarda yalnız keşişliğe özenmek kolay değildi. Kolay olsa bırakıp üniversiteye gider miydi?


"Umutlarımızı yiyorlar," demişti Gökçe'ye yazdığı mektuplarında." Kimse buraya öğretmen olarak gelmiyor, gelen durmuyor. Bense onları ışığa götürecektim, o umutla... Onlarsa ışık istemiyorlar ya da ışıkları başka..."

Doğruydu, bu insanların ışıkları başkaydı. Yaşamak, sağ kalabilmek tek istedikleriydi. Bin yıldır bu köyden bir tek okumuş çıkmış mıydı? Daha bin yıl geçse de çıkmazdı. Tek beklentileri ölmeden bahara, sıcak günlere ulaşmaktı. Çocuklarını zorla okula alan, jandarmayla tehdit eden öğretmene kızıyorlardı. Niçin, diğer öğretmenler gibi bırakıp, kente daha yakın bir okula gitmiyordu. Yezit, diyorlardı, ona.

" Yezit, diyorlar bana. Ali taraftarlarına zulmedenlerden biri sayıyorlar beni. Halkım için ölmeye hazır, benim gibi bir devrimciyi, mezhep ayrılığıyla saf dışı etmeye çalışıyorlar. Bu halk kurtarılmak istemiyor Gökçe. Beni şikayet ettikleri müfettişe de anlattım. Burada durman, sadece durman, yılmadan ödün vermeden, kentli giyneğiyle, kentli yaşama biçimiyle ve olanaklarıyla durman yeter. Varsın okula gelmesinler. Bir teki sana imrense yeter, bir teki senin gibi olmaya, giyinmeye, yaşamaya niyetlense yeter. Seni böyle görürlerse kenti tanırlar, imrenirler. Unutma, insan ancak bildiğini hayal eder, diyor. Diyor ya, hazmedemiyorum, güya ben mezhep ayrımı yapıyormuşum, şikâyet etmişler… Ben ki, ne bir dua bilirim, ne de namaz. Niye? Çocuklarını okula getirtmek istiyorum.

- İnsan insandır, hangi dinden olursa olsun. Zayıflıklarıyla, erdemleriyle. Hepsi insan işte. Çıkarlarına dokundun mu, acımasız olabilirler böyle. Başka bir köyde de komünistlikle suçlanırdın, sadece çocuklarını okula getirtiyorsun diye. Cahil halkı bu haliyle sevmek zordur, ama terk etme şansımız da yok. Aydın olarak onu kendi düzeyimize çıkartmak zorundayız ki, bu da ancak onu sevmekle mümkündür.

- Onlar istemese de, öyle mi? Bu Pantürkçülerin yaklaşımıydı. Halkı, bu tarz sevmenin, onu tanrılaştırmanın yanlış olduğunu düşünüyorum. Ne bileyim, halk halk, diyerek öyle bir çizgiye varıldı ki, onlar gibi yaşamak, halkı sevmek oldu. Halkı kendi düzeyimize çekecek yerde, biz onun düzeyine inmeye çalıştık. Bu halkla bir yere varılmaz.

Gökçe:

- Zoru değil de, kolayı seçtik, hepsi bu. Ne var ki, sözüne katılmıyorum. Dünyanın her yerinde aydınlar, halktan birkaç adım ilerdedir ve olması da gerekir. Atatürk, olmayacak bir şeyi bu halkla başardı, daha zor koşullarda hem de. Sorun onu yönlendirmekte.


Kalktılar, yamaçtan aşağı dereye inen patikadan yürüdüler.

Dere, şimdi ıssızlığın ortasında kımıltısız, Güneş ufka doğru indikçe siyahlaşan, donuk mavi bir yılan gibiydi.

" Bu dere de olmasa, bir kâbus gibi olur burası her hal."

Yanında yürüyen kıza göz attı. Yüzündeki katı çizgiler yumuşamamıştı.

" Ben olsam duramazdım," diye düşündü. O ise daha yaşamın başında, burada böyle bir yalnızlığa razı gelmek, yürekten öte, inançtan öte bir şey ister, nefret gibi ateşli bir duygu. Belki de halktan yana olmak buydu. Bu katlanış, halka rağmen halkı sevmek...”

- Kirpiklerin çok hoş.

Gülümsedi kız, gamzelerini göstererek gülümsedi.

İnsanlar birbirlerini yakalamak için güzellikleri büyütüyorlar mıydı? Mavi kız da öyleydi. Zorlukla ayarladıkları bir arkadaş evinin küçük odasına ilk birlikte kilitlendiklerinde...


Mavi olayın büyütülecek bir yanı olmadığını söylüyordu ya, yanakları al al, öylece sandalyede oturup kalmıştı. Eline geçirdiği bibloyu evirip çevirmiş, sonunda kırıvermişti ortadan. Gökçe’yse ürkekliğini saldırgan bir neşeyle örtme derdindeydi. Yine de, ellerini ne yapacağını şaşırdığını anımsıyordu. Kırılan bibloyla birlikte komik bir suskunlukla bakışmışlardı.

"- Gözlerin ne güzel, mor mavi," demişti Mavi. "Bir erkekte o kadar güzel göz, yazık."

Hoşlanmıştı. Ama yakınlaştırıcı yanıtı bilse de, diyememişti.

Sokakta el ele, sarmaş dolaş yürürlerdi. Kaç kez başkalarının önünde öpüşmüşlerdi. Şimdi ne oluyordu daha elini bile tutmadan?

Hemen kalkıp gelemedi, Mavi Kız. Ayağının ucuyla doğu işi kilimin desenlerini sayıp durmuştu. Sonunda biriktirdiği bütün yüreklilikle doğrulmuş, ölümüne uzanır gibi öyle gelmişti.

Tavrına sırıtan bir pervasızlık, rahatlık yüklemişti.

İnce tişörtünü sıyırmış duruyordu. Anımsadığı tek şey, yaşlı birinin teninin rengine benzeyen sutyeniydi. Bakamamıştı. Bu anı çok özlemişti, ama onun bir bıçağın altına uzanır gibi...

”- Giyin üstünü," demişti öfkeyle. "Ben, seninle yalnız olmak istedim, sadece."

Öyle dargın durmuştu. Başını yastığa gömüp durmuştu. Ağlamak bile istemişti. Mavi okşamış, öpmüş, döndürememişti.

"- İkimiz bu işte çok acemiyiz. Sokakta öpüşmeyi, el ele dolaşmayı gördük, ama burası başka bir şey. Filmlerde olsa bile, tamamen kişiye özgü bir olay, emanetle olmuyor. Sen bilirsin sandım, öyle duruyordun, ne bileyim, çok deneyli gibi," demişti.

Bütün erkekler bu işi çok iyi bilirmiş gibi durmak zorundadır, diye düşünmüştü. Düzgün bir cümle kuramadığını, bisiklet kullanamadığını söyleyebilirdi bir erkek, ama bunu bilmediğini söyleyemezdi. Eli tek bir kadın eline değmemiş biri bile anlar gibi durmak zorundaydı. Bir kadın, rahmini ameliyatla aldırdığını her yerde söylerdi, ama bir erkek, orasında bir sorun olduğunu öldürsen diyemezdi. Erkeklik sanıldığından dertli işti.

Tutmuş, şimdi bile şaşırdığı bir utanmazlıkla, bütün cinsel deneylerini, öyle birbirinden kopuk, çoğu görsel, çoğu filmlere, kitaplara dayalı bildiklerini anlatmıştı.

"- Ya sen?" diye sormuştu kıza. Sanki anlatması mümkünmüş gibi sormuştu.

"- Benim pek yok."

Gökçe büyük bir inanmazlığı bakışlarına yükleyip bakınca, kızarmış, mavi gözleri, tutunacak yer arantısında dolaşmıştı odanın içinde. Sonra dönüp:

"- Niye zorluyorsun ki? Hiç yalansız güzel olur mu insan?" demişti.

İlk kuşku, ilk bilmek arzusu o zaman mı başlamıştı, yoksa sevmenin doğasında hep var mıydı? Onu öğrenmek istemişti. Dünyanın belki de en zor işi, bunu istemeyen bir kadını tümüyle öğrenmeye çalışmaktı herhalde.

"- Tut ki, bildiğin gibi değilim, sever misin beni gene?" demişti Mavi. Ama öyle, oynar gibi, şaka gibi.

Yüreğini bir çelik pençe kavrayıp sıkmıştı. Konuşamamıştı.

"- Fazla değil, bir iki kez öptü beni o kadar."

Bilerek öptü, diyordu. Öpüştük demiyordu. Bu tek yanlılıkta bile, bir namusluluk, bir avuntu bulmuştu o zaman.

"- Kimdi?"

"- Öğretmenimdi."


Dahasını dememişti. Gökçe öğrenmeye deli divane olduysa da üstüne gitmemişti. Yüreğinde bir şeyler kırılmış, darmadağın olmuş muydu? Aklıyla kendini rahatsız eden şeylerin, kadına sahip olma gayretinin bir ürünü olduğunu düşünüyor, ama yüreği çığlık çığlığa baş kaldırıyordu. İşin bir öpüşmeyle kalmadığını hep bildi sanki.

Gene de sezmişti. Gözlerinde o endişeyi yakalamasaydı, her şeyi anlatacaktı kız. Yakalanınca yalana soyunmuştu ya da daha az doğruya.

"- Sadece öpüşme mi?" diye sorduğunda, kızın duraklamadan, evet, deyişine sevinmişti. Sonraları, binlerce yıldır ezilen kadının, yalanı, doğrudan daha rahat söylediğini öğrenecekti.


Dere boyunca suyun ve kurbağanın sesine kulak vermeden yürüyorlardı. Güneş çok ötelerde gri, camlaşmış bir sisle örtülü can çekişiyordu.

- Arada bir orayı deniz gibi düşünürüm, diye mırıldandı Hülya.

Dalgın dalgın o yana baktı. Görmeden baktı. Mavi'den söz etmek istiyordu. Uzun süredir hep onu düşünmüş, ama kimseye söz edememişti. Şimdi söz etmeseler, çıldırırdı.

- Aylarca para verdi bana, kendinden esirgeyip. Oysa benim yüzümden o akraba evinde sığıntı kaldı. Bir gün yemeğe gitmiştik. Esat'ta, Karınca sinemasının orda...

Hülya'nın ilgisizliğine baktı. Anlatmak zorunda olduğunu anlamıyor muydu? İlk kez Mavi'yi birine anlatabildiğini...

- Rahatsız oluyorsan anlatmam.

- Yok, ondan sonrasını biliyorum da... Şampanya içmenizi önermiş. Hiç yaşamında içmediğinden seninle denemek istemiş. Kim bilir, seninle böyle de olsa, bir ilki yaşamak istediğinden mi, ne? Sense...

Gökçe anlamazlıktan gelmek istedi. Mavi'nin her şeyi anlatabileceğine inanmak istemiyordu. Öfkesini denetleyerek mırıldandı.

- Sonra? Madem her şeyi biliyorsun, anlat.

- Bildiğime kızdın, değil mi? Senin mavi kızın, seni kimselere anlatmaz öyle mi?

- Kızmadım.

- Kızdın, dedi inatla. Haz alırcasına.

Dimdik baktı. Gözlerde bir öç ışığı aradı.

- Ben gitsem mi? Böyle birbirimizi yiyeceksek, giderim.

Akşam yeli, otların arasından bir yılan gibi süzülüp geldi. Ürpertici bir serinliğe battılar. Uzanıp tuttu elini Hülya.

- Onu çok seviyordun.

- Evet, çok.

- Kızdın sizi anlattığı için.

- Kızmamam gerekiyordu değil mi? Ne var ki, kızdım. İnsan sevgiyi, sevgiliyi çoğu kez kendi yaratır, büyütür. Görmek istediğini görür olursun. Aşkın gözü kördür, derler ya ondan. Kötü değil bu. İnsanın kusursuz, katıksız sevgiye gereksinmesi var, ondan kimi şeyleri görmez. Ama Mavi'de, bir konuyu saymazsan, bir kusur bulamadım. Anlatması, her ne kadar insanca da olsa, büyük bir kusur geldi bana. Belki de onu yeterince tanımıyorum. Sana ne dedi?

Kız karar veremedi. Onu yeniden gerginleştirmek istemiyordu:

- Boş ver bana dediğini, sen anlat?

- Sonrası yok. Biliyorsun. Bir süre öyle okuduk. Kendi sorunlarımız varsa da okuyorduk, hiç olmazsa. Ecevit büyüyen sola ve Kıbrıs Çıkartması’nın getirdiği onura yaslanıp bir başına, ortaksız iktidar olmak için çekilince kargaşa başladı. Sürgünler, kıyımlar, saldırılar... Tek başına büyük şehir, parasızlık... bizi allak bullak etmişken, bir de ölüm korkusu eklenince üstüne, ürkek güvercin sürüsü olduk. Dayanamıyordum. Açlığa, yokluğa en kötüsü o kentin sevgisizliğine dayanamıyordum. Sözde boykot nedeniyle, gerçekte bize haddimizi bildirmek için, bir umarımız kredilerimizi kestiklerinde iyice bitmiştim. Mavi, o günlerde, ben kendimi taşıyamazken, beni sürükledi. Sadece sevgili değil hiç vazgeçmeyen dost oldu, onsuz yapamazdım. O zamanlar, hele o öğretmen konusu gündeme geldikten sonra onsuzluğa dayanırım, gelirdi bana. O adamı içimden atamaz, belli de edemez, durduk kavgalarla giderek büyüyen ayrılıklarımız olurdu. Adam et ve kemikten olsa o kadar hissedilmez, aramızdan hiç çıkmazdı. İnanır mısın onu öperdim, severdim ama onunla yatamazdım, adamla ilgili bir iz bulacağım diye. Oturup anlatmadı da. Anlatmayışını bir şeyleri saklama olarak alıyor, ona güvenimi yitiriyordum. Bir anlatsa, düğüm çözülecek, ne yaşanmışsa kabulleneceğim geliyordu. En azından onun çok özel bir şeyleri benimle paylaşması güvenimi artıracak ve bir yerden, ama sıfırdan başlayacaktık. Yapmadı. Kuşku beni yedi bitirdi. Adam hala var sanıyordum. Çevresinde gördüğüm her erkeği o adamla ilgili sanıyordum. Sonra...

Sesi titredi. Yüzünde beliren acıyı, dolan gözlerini belli etmemek için sırtını dönüp artık yok olan güneşin çok yükseklerdeki kızıl esintilerine baktı.

- Sonra, salt beni yiyen, uykularımı alıp giden merakımdan kurtulmak için onunla birlikte oldum ve...


Kuşkularına yanıt olacak bir şey arıyordu, ama hiçbir şey anlamamıştı seviştiklerinde. Ne var ki, olması gerekene, bildiklerine ya da duyduklarına aykırı bir şeyler vardı, hissediyordu. Kız hiçbir açıklama yapmamış, o da soramamıştı, ama ip kopmuştu artık. Hissedilir bir küskünlük, durgunluk içine girmişti. Sonra bir gün okul kütüphanesinde kadın anatomisiyle ilgili bir kitap bulup getirmişti kız. Sanki rastlantısal gibi, kızlık zarı ile ilgili bölümü açmış, yüksek sesle okumuştu: Kimi kızlık zarları yapısal olarak esnekmiş, kanama olmazmış diye. Sonra, anla, der gibi bakmıştı.

Onu terk edememişti, denemiş, ama yapamamıştı. Ne var ki, artık sevgisine denk bir nefret de büyüdü içinde.


Hülya bütün öyküyü biliyordu. Onun neyi anlatmak istediğini de. O yüzden bir süre kaskatı kesilen erkeği izledi, bekledi. Sonra yaklaşıp elini beline doladı.

- Hep böyle mi, olacak? Onu Tanrı yapıp saklayacak, sonra onun da bütün kadınlar gibi zaaflara sahip olduğunu düşünüp kahrolacak mısın? Dedin ya insan büyütür sevgiyi, güzel de bu. Ama insan sevgiyi ve sevgiliyi büyütürken gözünde, sevgi ve insan gerçeğini aşarsa, kendi yanılgısını da evrensel ahlak değeri sanırsa, sonuç korkunç olabilir. Sen feodal bağlarını aşmış bir devrimci değil misin?

Onun yanıtsızlığına sinirlendi. Çekiştirdi kolundan. İnatla direnen erkeğin gözlerindeki yaşları fark etti. Gitmedi daha üstüne.

- Dünyayı değiştirmeye çalışan insanların kendilerini değiştiremeyişleri asıl acıklı. Hep dedim ya, sizin bilinen anlamda bir ideolojiniz yok. Korkularınız bir araya getirmiş sizi. Yaşadığınız eziklikleri, yüreğinizdeki kahramanlık hevesini, yurt kurtarıcılık ereğine sarılıp tatmin ediyorsunuz.

Dönüp baktı Gökçe. Gözleri ıslaktı.

- Bu doğruysa bile, salt benim sorunum değil en azından. En devrimcimiz, en öndekimiz bile ondan, namustan dem vuruyor. Yapıtlarında, eylemlerinde anamın bana anlattığını, toplumun öğrettiği namusu alkışladığı için seviyoruz onları. Ahlak değerlerimiz olmamalı mıydı?

- Güldürme. Senin ahlakın, senin dışında bir yerde nasıl oluyor, o güne değin hiç tanımadığın bir kadının bilmem neresinde?.. O kendinde olanı sergiler. Ne biçim devrimci düşünce bu? Herhalde baban da aynı düşünürdü.

- Bildiğimiz, öğretilen bu. O kadar devrimci olamadık demek. Arada ben de söylediğin gibi düşündüm. Bana ne el alemin akılsız ya da ahlaksız seçimlerinden diye…

Dönüp konuşmak isteyen kıza baktı, gülümsedi, sürdürdü:

-Bak benim kızlık zarı gibi bir sakıncam yok, ama hiçbir bayan arkadaşım, o varken başka kızlara yakınlığımdan hoşlanmadı. Yani paylaşmamak insanın, en çok da aşkın doğası…

- Ama bu ahlak değil Bak anlatıyorsun Mavi, bana her şeyini verdi, diyorsun: Arkadaşlığını, dostluğunu, sevdasını. Bir kızlığını unutmuş. En önemlisi bu muydu? Seni sevdiğini söylerken başkalarına da, aynı şeyi mi, diyordu. Bundan söz et. Senin daha bilmediğin birçok şeye rağmen tanıdığım en namuslu kızdı, Mavi, gerçek bir insandı o.

- Bu belki doğru, ama ben, üstün insan ya da evliya aramıyordum, sevgili arıyordum… Ve sevgili binlerce yıldır hep aynı tanımlanıyor, Diğerlerine ise, herkesle her şeyini paylaşanlaraysa, insanlık derecesi ne olursa olsun, orospu deniliyor. Bir yerde haklısın, kötüsü de bu belki de. O kadar mükemmel erdemlere, o ululuk da yakışır demiş olmalıyım. Onun bir insan, zayıf bir insan olduğunu anlayamadım. Belki öyle bir insana çok ihtiyacım vardı.


"- Beni bu kadar sevme, " derdi Mavi. " Beni böyle bir ululuğa oturtup sevme. Kavgalarına, hiçten büyüttüğün dargınlıklarına dayanıyorum, günün birinde beni bırakıp gideceğin düşüncesine dayanıyorum, ama buna dayanamıyorum."

" Doğruya bu kadar açık olması da az şey değil. Ne var ki bunca geç..." diye düşündü Hülya.

- Belki de aranızdaki en ciddi sorun da buydu. Onu tanrılaştırman. Öyle anlatırdı.

- Bunu da mı anlattı?

Bu kez kızmadı, incinmedi. Hüzünle gülümsedi.

- Biz kızlar, siz erkekler gibi egemenlik kaygılarıyla donatılmadık. Yüzyıllarca sadece analığa öyle şartlandırıldık ki, sizin ilkelerinize sahip değiliz. Sahip gözükenler uydurmadır, sonradandır. Kadınlar birbirine gereksinme duyarlar, anlatırlar. Bizim hiçbir şeyimiz yok. Kendi namusumuz bile. Erkeğin namusunun emanetçisiyiz sanki. E, başkasının malını da o kadar korur insan, değil mi? Bir kadının gerçek namusu, ancak kendine saygı duyuyorsa, kendine emanetse, ama bilinci varsa mümkündür. Yoksa niye anlatmayalım, sizin bize komik gelen kaygılarınızı. Mavi, ilk kezinde öyle kararlaştırdığınız halde arkadaşınızın evinde onunla yatmayışına gücenmişti. Aşağılandığını düşünmüştü. Belki de, o öğretmenle öpüşmekten öte gittiğini anladığını ve bunun senin için önemli olduğunu hesaplamıştı. Neyse ne, ama bir kadını sevişmeye hazırlayıp öyle bırakmak sarsıcı bir eylem.

.- Öğretmen, o anda girmişti aramıza. Tutsa anlatsa, kandırdı beni dese, zorla oldu dese...

Kız sözünü kesti.

- İşine gelirdi. Beklediği, kendini sakladığı erkeğin, seni tanımadığı zamanlarda bile, sen olduğunu düşünüp mutlu olurdun, ama Mavi yalan söyleyecek kız değildi. İsteyerek, bilerek gitmiş öğretmene. Adam sürgün gelmiş oraya, bir de ideolojik yakınlık var. O da doğuluymuş galiba. Aynı mezhepten olduğunu biliyorum da... Ne tuhaf bir ülkeyiz, dostluğumuzun altını eşele, ya aynı din, ya aynı şehir, ya aynı takım unsuru var. Evliymiş, ama her şey olup bittikten sonra öğrenmiş Mavi. Onu bilirsin, bir sevmesin, nesi varsa verir, almayı düşünmeden verir. Öğretmen orda durdukça da, sürmüş ilişkileri.


Gökçe'nin bütün vücudu koca bir yürek olmuş sızlıyordu. Demek defalarca yatmıştı onunla, hem de kendi arzusuyla. Oysa bulabildiği avunma, öğretmenin konumunu kullanması, duygu sömürüsü falan filandı... İçinde, cerahat bağlamış bir yara deşilmiş, kanla irinle karışık akıyordu.

Hülya sürdürdü.

- Sana hep anlatmak istemişti ama, severek yaptığını nasıl diyecekti. Yalanı da reddediyordu. Hiç söylememek, yalanla karışık doğrudan daha iyi değil mi?

- Bir orospu gibi davranmış, dedi öfkeyle. Nesini anlatacaktı artık?

İlk kez Mavi ile ilgili böyle konuşuyordu. Hep düşünse bile...

- Gene ilkelleştin, dedi kız. Hani dinleyecektin? Hem herkes yaşamında bir devir, orospu gibi davranmaz mı? Kadın, erkek, herkes, sen bile, ben bile. Nerden bilirdi senin karşına çıkacağını? Sen, o öğretmenin yerinde olsaydın orospu der miydin ona? Ona seninle yaptıkları icin değil, senden önce yaptıkları için, orospu diyorsun. Oysa aynını senle de yaptı. Ben de… orospu mu oldum şimdi? Kendin anlattın. Yaralandığında seni haftalarca evinde saklayıp bakan, seninle sevişen Kıbrıslı kız, ne demişti? Sorgulamaya kalktığında, reddedip, ben istediğimle yatarım aslanım, bu yürek de benim, bu da... dediğinde, niye orospu diyemedin ona? Aksine takdir ederek anlattın. Ne yani, sorun, kimi insanların, Mavi gibilerin, sevdiklerine nesi var, nesi yok vermeye kalkmaları, sorgulanmaya dayanmaları, aşktır, o halde acı doğaldır, diye düşünmelerinde mi? At bu kafayı, bir ilişkinin sonu, evlilikle bitiyorsa şekli ne olursa olsun aşk, ayrılıkla bitiyorsa orospuluk öyle mi?


Kıpkırmızı kesilmişti kız. Biraz da kendini savunuyordu sanki. Öyle ya, o da birçok şey yaşamıştı. Bedenin seni çılgınca çağırırken sanki yaşamamak mümkünmüş gibi. Sanki elindeymiş gibi. Ne yapacaksın, yaşadıklarından kızlık zarını kaybetmeden çıkmışsan ya da anlatmıyorsan hiçbir şeyi, yok etmişsen bütün izleri, ne yapmışsan yapmışsın, sorun yok. Ama rastlantısal bir dakikalık bir ilişki de, ona bir şey olmuşsa artık bütün yaşamınca bir peygamber, bir azize gibi bile davransan çıkışı yoktu. Bir zenci muamelesi görmeye hazır olmalıydın.

- Lütfen, dedi Gökçe, onu sakinleştirme derdinde. Çarpıtma lütfen. Seni yargılamadım ki. Bu geçmişle ilgili bir problem. Tek yanlı da değil. Ben, o öğretmenin yerinde de olsaydım, Mavi'ye saygı duymazdım.

- Neden?

- Kuralı unutmayacaksın. Namuslu ilişkiler, namuslu insanlar ister. Her şeyden önce uygunluk esastır. Aşk namuslu bir ilişkidir, olması gereken. Tek başına seks ise sadece hayvan yanımız. Birbirine bağlıysa bunlar doğal tabi. Birbirine yaklaşan karşı cinsler, sonsuza değin birliktelik hesabı yapmasalar da, aşkın kendisi o hesabı yapar. Sonsuza değin birlikte olunamayacağına inanırsa aşk, o ilişkiyi reddeder. Uymaz. Seninle benim aramda bir anlamda anlaşma yok, istesek, uysa, bir arada olmamıza hiçbir engel de yok. O zaman, biz aşk için namuslu insanlarız, uygunuz. Ama düşün, sen evli olsan uymaz, temelde uymaz. Sacayağının bir ayağı yok artık demektir. O halde, aşka uygun değiliz. Neye uygunuz, sekse. Sevgiyi soyutlayıp sadece, hayvanca bir içgüdüye uygunuz. İki namussuzuz artık. Bunu savunamazsın, bunu saklarsın.

- Çok karışık, dedi kız.

- Değil. Adam evli, adam öğretmen, adam yaşlı, aşk açısından bunun eşiti yok. Adam, aşkla ilgili hakkını bilerek ya da bilmeyerek kullanmış. Mavi bekâr, Mavi çok genç, Mavi öğrenci... Bunun eşiti, sonsuz ve sınırsız aşklar. Ama namuslu aşklar. Pardonu olmayan tek ilişki aşk. Mavi'yle o adam uymuyor. O adam da, onu takdir etmemiştir, inanabilirsin. Sadece faydalanmıştır.

Kız, ne zaman düşünse, aklını karıştıran ve doğru açıklamalar getiremediği aşka dair bu basitleştirilmiş tanıların kimisini içinden onaylayarak dinlerken sözün orasında itiraz etti.

- Öyle olmadı işte. O saygı duydu. Gelip aradı Mavi'yi. Nesi var nesi yok Mavi'ye vermeye hazırdı. Hazırdı, ama artık sen vardın ortada ve artık seni seviyordu.

İnanmaz inanmaz baktı ona.

- O adam, ben varken Ankara'ya geldi mi?

Hülya artık dayanamadı. Bağırarak konuşuyordu.

- Sen varkenmiş… Sen kimsin be? Çulsuz, dogmatik, katı, bağışlamaz, anlamaz yargıları olan bir çulsuz. Bir güzelliğin var, güzellik karın mı, doyuruyor? O kız, öyle düşünmedi, adam ağladı bile, bakmadı. Benim yanımda oldu tüm bunlar. Mavi ola ki, sen duyup yanlış anlarsın diye, beni de götürdü yanında. Adam öğretmenliği bırakmış, şansı da yaver gitmiş, iş kurmuş, paralı yani. Karısından ayrılacak hemen. Mavi'de akıl mı var? Sen, o kadar körsün ki, onunla ilgili hiçbir şey bilmiyorsun. O ise zor bir yaşama seninle olmak için razı.


Gökçe düşünüyordu, tek bir noktada kalamayan aklı, insanlığın çektiği en dayanılmaz duygunun, kıskançlığın girintilerinde koşturuyor, duracak, tutunacak bir yer bulamıyordu. Arada bir, sadece çektiği acıyı hafifletmek için, yaşananların doğru ya da yanlış geçmişte kaldığını, kızı bundan dolayı suçlamanın yanlışlığını algılıyor, Mavi, bir adam öldürüp hapse düşse çoktan salıverileceğini, cezasını çekmiş olacağını düşünüyordu. Sonra birden, Mavi'nin çıplak, güvercin duruşlu vücudunun salyaları akan bir yabancı erkek tarafından okşandığını, üstüne üstlük kızın da ona istekle yanıt verdiğini gözünde canlandırıyor, çıldırıyordu.

- Ben kalması için yalvarmadım. Bana niye sövüyorsun? Hırsızın hiç günahı yok mu?

- Aynen öyle, sövüyorum. Mavi adına da, kendim için de... Tüm kızlar adına, tüm erkeklere…

- Buna gerek yok, istersen giderim.

- Lanet olsun. O zaman da böyleymişsin. Hep gitmelerden dem vururmuşsun. Söylesene bana, varlığı kılıç üstünde, gitti gidecek bir sevgiliye nasıl dürüst olunur? Nasıl anlatılır, tedirgin eden geçmiş? Bu senin silahın. Adam etmek, teslim almak için kullandığın bir silah bu, ama karşındakini savunmasız kılarak, kendini anlatma şansını yok ederek, adam etme silahın.

Gökçe:

- Ne yapabilirim, değiştirilemeyecek şeyler de var. Durup düz duvara tırmanmaktansa gitmek daha kolay.


Hülya, söylediklerinin de etkisiyle hıçkırarak ağlamaya koyuldu. Mavi'yi savunurken gerçekten kendini de savunuyordu.

Bir eylem sırasında tanımıştı, Gökçe'yi. Beşevler'de karşı gurubun saldırısına uğramışlardı. Sonra polis bastırmıştı. Saldıranlara değil, onlara vuruyordu coplarla. Yanındaki yeni tanıştığı erkek arkadaşı kaybolmuştu. Düştüğü yerde, başına inecek copu bekleyip ağlıyordu. O anda, uzun saçları yüzüne gözüne dolanan bir genç, polisle arasına girmişti.

Polis de ona vurmuştu. Alnının orta yerine gelmişti cop. Burnundan kanlar akarak yanına yığılmıştı çocuk.

Hülya, ona ne olduğuna bakacak durumda değildi, korkuyla kaçmıştı.

Sonra eylemlerde, kantinde, kimi ortak derslerde karşılaştıkları olmuştu. Çocuk sanki hiçbir şey olmamış, onun uğruna dayak yememiş gibi sadece gülümsemiş, merhaba deyip geçmişti her seferinde. Yanında, esmer tenine hiç uymayan mavi gözleri olan bir kız oluyordu hep.


O çocuğa âşık olmuştu. Yaşamına birçok erkek girip çıkmış, kimi önemli, kimi önemsiz çekip gitmişti, ama ona duydukları hiç değişmemişti. Yaklaşmanın yolunun yanındaki kıza ulaşmaktan geçtiğini algılayıp başardığında, aralarında büyük bir bağlılık olduğunu anlamıştı, ama ilgisi azalmamıştı. İkisine de hep dost, hep arkadaş kaldı. Mavi vurulduktan sonra, bir ara umutlanmışsa da, artık her şey dağılmıştı. Gökçe, bireysel bir öç alma derdinde ortalardan yok olmuştu. Ardından, Hülya da Okulu bırakıp öğretmenliğe dönmüştü.

Sonra bir akşamüstü, nasıl bulmuşsa bulmuş, buraya gelmişti, Gökçe. Kız, geliş nedenini, niçinini irdelememiş, çok sevinmiş, o gece çok düşünmeden yatağını onunla paylaşmıştı. Şimdi, onun da bir ahlâk yoksunu olduğunu mu, düşünüyordu. Gerçi, onu asıl inciten bu değildi. Böylesine kendini verdiği halde, Gökçe'nin hiç de bir sevgiliye davranır gibi ona davranmayışı, yanındaki sanki bir erkekmiş gibi, hep eski sevdiğini gündeme getirmesine içerliyordu. Aşkın üçüncü sacayağının, ortak bir geleceklerinin olmayacağını öncelikle belirtiyordu sanki. Yarını olmayan bir ilişkiyi, hele de doğru olanları yaşamak şansın varken, bilerek yaşamak, Gökçe'ye göre ahlaksızlık değil miydi?

Kırılan onurunu, bir açıklama yapamadan kurtarmalıydı. Ne diyebilirdi? Neden, seni sevdiğim gibi sevmiyorsun beni mi, diyecekti? Diyemeyecekse, o zaman, onun da haklılığına, tüm savunmasına rağmen, tam inanamadığı benzer bir yerden vururdu. Mavi'den söz edilmesini bundan istiyordu.

Cebinden çıkardığı mektubu uzattı.

- Al, bu sende kalsın, daha iyi.

- Nerden geçti eline?

- Vurulduğunda kitapları bende kaldı. Biliyorsun kimse aramadı, ölüsünü. Cenazesini uzak akrabaları aldı. Anne baba gelmedi.

Gerçekte, bunu bilmiyordu Gökçe. Kızın donmuş, kaskatı kesilmiş elinden, elini zorlukla ayırıp arabaya tıkmışlar emniyete götürmüşlerdi onu. Çıktığında kendinde değildi. Günlerce parklarda, sokaklarda sürünmüştü.


"Sevgili,

Sana, zincirlerini parçalamış bir eski zaman kölesinin özgürlüğüne dönmesi gibi döneceğim. Ama şimdi... Tırnaklarımın etime gömüldüğünü, yüreğimin bir zavallı kuş gibi çırpındığını duyuyorum. Kımıldayamıyorum. Sırtıma gömülecek bıçağı görüyorum, kaçamıyorum.

Kanatlarından yirmilik bir çatı çivisiyle duvarlara çivilenmiş bir kelebek neyler? Kanatsızlığa senlilikte razıyım, kopar onları, ne olur? Ben koparamıyorum.

Ama bekle, ama bekle...

hep sürmez bu zemheri

düşer cemre

bekle, bahar gelir..."


- Sanırım mektupta tarih yok. Ne zaman yazdığımı da tam anımsamıyorum, ama uzun bir boykot sırasında memlekete gitmiştim. Ankara'ya gelemiyordum. Her şey çok kötüydü. Gerçi ne zaman iyi oldu ki? O zamandı galiba.

Bir daha da, o tarz, duygularını, özlemini anlatan bir mektup yazmamıştı. Yazdıkları ilgisiz, kendileri ve sevdaları dışında her şeydi. Ne zaman içinden güzel şeyler yazmak geçse, aklına o öğretmen gelir, değmez, diye düşünürdü.

Hava kararmıştı. Tepeleri saran sis yok olmuştu. Ay henüz doğmamıştı, ama toprağın özünden fışkıran bir aydınlık dört yana ağıyordu.

- Okula dönelim mi? Daha yemek...

- Dönmeyelim. Böyle...

Konuşalım, diyemedi. Tuhaftı, Mavi'yi daha iyi tanımak, ona acı veriyordu, ama gene de bilmek istiyordu. Korkunç bir merak duyuyordu. Hep ondan konuşmak istiyordu.

- Annesi babasının gelmediğini bilmiyordum. Neden?

- Şaşıyorum sana, epey bir süre beraberdiniz, değil mi? Hep öyle bildim sizi.

- Evet, 8 Aralık yetmiş dörtten itibaren.

- Onunla ilgili bunca az şey bilmen, şaşılası. Doğuyu bilmez misin? Öğretmenle ilişkisi duyulmuş, babası öldürecek, annesi kaçırmış onu. Bir fakülteye kayıt için gerekli belgeleri alabilmiş, öyle kaçmış bu büyük kentin aç ağzına. Çok zor günler geçirmiş. Garlarda bir yolculuğu bekler gibi yapıp sabahı edermiş. Oraları kimse benim kadar bilmez, derdi. Tek bileziği varmış, bozdurup kayıt olmuş okula, ama bir bilezik dediğin ne? Gündüzleri iş aramış, hem okula gidip, hem de çalışabileceği bir iş. Garlarda tanıyıp rahatsız edenler çıkınca ev derdine düşmüş. Yurtlar dünyanın parası, girememiş. Sonunda bir pazarlamacıda iş bulmuş. Bulmuş ya kalacak yeri yok. Küçük bir oda varmış işyerinde. Patrondan istemiş orayı. O da vermiş ama karşılığında ziyaretine gelmiş, o da yatmış onunla.

- Aman Tanrım! dedi Gökçe. Akrabaları yok muydu? Kimi kimsesi?..


Akrabalarında kaldığını söylerdi. Hiç görmemişti onları. Geç saatlerde evine bırakmak istese, ne de olsa Doğulu onlar, der engellerdi. Çok ısrar ederse, lüks semtlerin kıyısına değin giderler, ilerdeki çoğunlukla iş yeri olan, bol ışıklı evleri gösterip, daha gelme, derdi.

- Hiç kimsesi yoktu, senden başka. Belki sana yanlış geliyor, ama onu anlaman için gerekli bence.

Kız, bir süre söylemekte kararsız kaldı. Belki de, en öldürücü darbe bu olacaktı. Şunu da iyi biliyordu ki; bir ölüyle yarışılmaz, ama iki kez öldürülebilir. Buna değip değmeyeceğini düşünüyordu. Ne var ki, Mavi konusu bitmeliydi artık. Kendisine bağlanmasa bile, bir ölüyle yaşamayı sürdürmesi sapmaydı. Onu sevmiş, gerçekten olağanüstü ve güzel şeyleri paylaşmış olabilirdi, ama o artık bir ölüydü. Hiç yaşamamış gibi. Sağ kalan yoluna adam gibi gitmeyi becermeliydi. Gökçe’yse, onunla sanki on beş günlüğüne ayrılmış gibi yaşıyordu. Bütün ömrünü de böyle geçirecekti. Mavi de belki bunu bilerek yapmıştı. Her bir şeyi oturup anlatsa, emindi ki, Gökçe onu gene severdi. Ama böyle tanrılaştırmaz, belki de hiç var olmamış bir sembolü bütün tanıdığı kadınlara uygulamaya kalkmazdı. Ardından saygıyla anardı, o kadar. Şimdi her şeyi bilirse, düzelebilir miydi? Mavi'nin sıra bir kız olduğunu, açmazları, açlıkları, büyüklükleri, olurları ve olmazlarıyla kendini aşmaya çalışan, ama hiçbir zaman bunu doğru zamanda tamamlayamayacak bir Anadolu kadını olduğunu anlar mıydı? Belki bu aynı zamanda Mavi'yi bir karalamaydı, ama sanıyordu ki o da bunu isterdi.


Bir kezinde, Mavi'yi, her şeyi anlatmak ya da anlatmamak kararsızlığı içinde, boğulurken bulduğunda, konuş o zaman, riski göze al, konuş onunla, demişti.

"- Riski göze alıyorum," demişti Mavi. "Dinleyince beni terk edeceğini biliyorum, onsuz yapamayacağımı bildiğim halde, buna katlanmaya hazırım. Kendimi öldürürüm belki, ama hazırım. Bana inanmıyor, yüreğiyle öpmüyor beni. Sanki her bir şeyi, tüm aydınlığıyla biliyor. Biliyor, diyemiyor sadece, anlıyorum. Böylelik yerine, onsuzluk daha iyi, ama onu yıkamam. Annesi hiç olmadı biliyor musun? Beni süsleyip bir anne yerine de koyuyor. Bir tanrıça gibi anne. Bir an geliyor, öyle bir bakıyor, öyle bir bakıyor, gözleri kaynaya kaynaya öyle, deliriyorum. Onun annesiyim ben, anlıyor musun? Anneler, böyle şeyler yapamaz. Ve oğullar annelerinin böyle şeyler yapabileceğini hiçbir zaman kabullenemezler."

Öyle çaresizdi Mavi.

"- Ne olacak böyle?" diye sormuştu.

"- Bilmiyorum. İkimizden biri ölecek, belki o zaman çözülür sihir. Onun ölümüne dayanamam, onsuzluğa dayanamam?"


“O da, sensizliğe dayanamıyor, Mavi. Beni affet. Sihri çözmeyi deneyeceğim” diye düşündü Hülya:


-Yaşamın gerçeğine ayıl artık. Siz erkekler kudurmuş köpekler gibi, her gördüğünüz körpeliğe saldırırken, ne yapacaktı, bir başına bu kentte Mavi?

Erkek alayla güldü:

- Siz kadınlar da erkeklerin tasmalarının oralarında olduğunu düşünmeseniz ve her şeyinizle oraya oynamasanız değişebilirdi bu. Yani size, anneleriniz öyle öğretmese…

- Uff! ben ne diyorum, sen ne? Daha önemlisini bilmelisin artık. O yediğin parayı, sana verdiğini erkeklerle yatarak sağlıyordu ve sen ona orospu, diyebiliyorsun. Öyle kötü kötü bakma.

- Sana inanmıyorum, dedi Gökçe. Onu karalamak istiyorsun.


Sesi bir çığlıktı. Bunu duymak istemiyordu.

Vurgun yemiş gibi, soluk almadan, gözleri camlaşmış bakıyordu. Bütün gücü toprağa akmış, kımıldamadan öyle duruyordu. Kızın konuşmasını, oynayan dudaklarını, yüzündeki endişeyi görüyor, ama taş kesilmiş, hiçbir tepki vermiyordu.

- İnanmıyorum, inanmıyorum, diyordu durmadan.

Kız halinden korktu, sokulup sarıldı.

- Yalandı, dedi. Yalandı. Ben uydurdum. Onu sevmeni kıskandım. Unutturmak istedim. Ne olur kendine gel lütfen.

Önce suyun sesini duydu. Kendinden ışıkla kaynayan tepeleri gördü. Sonra kendine sarılan kızı... Gözlerine yüklenen yaşlar çözüldü, akmaya başladı. Yalnız hissediyordu kendini. Sığınacak bir yer arıyordu.

Mırıldandı:

- Yalandı değil mi? Yanıta aldırış etmiyor, ama soruyordu.

- Yalandı. Hepsi yalandı. Seni sevdiğim için, seni o polisin önüne atıldığından beri sevdiğim için... Onu o kadar büyütmeni kıskandığım için söyledim.

Anlamsızca mırıldandı, Gökçe.

- Yalandı ha.


"Beni bu kadar ululaştırma, yere indir ne olur? Öyle sev. İnsan olduğumu, zayıf, korkak, sevilmeye muhtaç, bağışlanmaya muhtaç olduğumu unutmadan sev ne olur? Yoksa öldür beni. Senin ululaştırdığın kişi olmaya çalışmaktan yoruldum, artık," diyordu Mavi Kız.

O mayıs sabahı bilmem neyi protesto etmeye yürüyorlardı.

Gökçe konuşuyordu durmadan. Mavi Kız elindeydi.

"- Kızacaksın ya, biz hala 28 Nisanları oynuyoruz. Biz hala 60'ta, doğabilecek toplum tepkisine karşı ön plana sürüldüğümüzü anlamıyoruz. 68’de zaten modaydık. Mini etek gibi, uzun saç gibi gelip geçecekti ya koymadılar, ona bile susmadılar. Şimdi bize hiç susmazlar. Zaten öfkeleri var bize 60'tan. Orduya bir şey diyemiyorlar ama bizi, göreceksin kendi kanımızda boğacaklar. Çünkü biz, artık moda değil yaşam biçimi olduk."

Sığırcıklar, akıl almaz bir yaygarayla gökyüzünü kaplamış uçuyorlardı. Çevrelerinde yürüyen polisler, o etten duvar azalıyor, seyreliyordu sanki bir zamandır.

Mavi inancından hiç kuşkuya düşmemişti.

"- Desene gelecekte bizi anmayacaklar," demişti alayla.

"- Öyle, gelip geçen modaları anar insanlar, oturmuş yaşam biçimlerini ise kanıksar."

Hızlanmışlardı. İlerde bir şeyler oluyordu.

"- Bunlar senin düşüncelerin. Herkesi bağlayan doğrulukta olması gerekmez değil mi?"

"- Anlamıyor musun, bizi silahlanmaya ittiler. Silahın varsa, haklı da olsan, insanlar senden korkuyor. İstenen bu. Önce halktan kopacağız."

Koşuyorlardı. Mavi soluk soluğa yine de yanıtladı.

"- Bir cehennem olsun istiyorum, Gökçe. Beni, seni, hepimizi bunca haksızlığa uğratanların yargılanacağı bir cehennem. Ve orda yakılsın onlar istiyorum. Ama yok. Bırak o zaman silahını. Gelsin gırtlağını kessinler. İsa, o yüzden çarmıha gerildi. Öteki yanağı yüzünden. "

Orda insanın içini bayıltan kokular saçan bir iğdenin altında durmuşlardı. Arkadaşları çevrelerinden koşarak geçiyordu. Gökçe’ye bakarken şehla gözleri kaynıyordu. Uzanmış, sıkı sıkı sarılmış, öpmüştü dudağından.

"- Korkma," demişti. "Benim için korkma. Biz hiç ölmeyeceğiz."

Birden patlamıştı silahlar. Ağaçlardaki bütün kuşlar çığlıklarla havalanıp insan olmayan yerlere uçup gitmişlerdi.

Çocuklar, güneşin çocukları tek tek vurulmaya başlamıştı. Önce Uşaklı Hüseyin düştü. Uzun bir topaç gibi yerinde dönüp düştü. Hercai menekşelerin üzerine iki büklüm yığıldı. Sonra diğerleri…

Bir duvarın dibine sığınmışlardı. Kurşunlar vınlayarak geçiyordu üstlerinden. Arada duvara denk geliyor, sanki yıkılacakmış gibi sallanıyordu taşlar. İki metre sağda kıvrılan dar bir sokak uzanıyordu. O iki metrelik boşluğu aşabilseler kurtulacaklardı. Belki de, birileri orayı nişanlamış çıkacak kişileri bekliyordu. Uzaktan polis sirenleri duyuluyordu. Burada sonsuza kadar duramazlardı.

"- Gidelim," demişti Gökçe. " Orayı aştık mı tamamdır, burada durursak polis yakalayacak, içerden ne zaman çıkarız Allah bilir."

Mavi:

"- Pusu kurmuşlar, ilk adımda vururlar bizi. Öldürmeye ateş ediyorlar, görmüyor musun?"

Gökçe kalkmıştı:

"- Ben onlardan yana, sense içerden koşacaksın. İki metre var, aşarız sanırım.”

Mavi, o kuzu gözlerini geniş geniş açarak bakmıştı. Anlatmak istediği çok şey olup hiçbirini anlatmaya cesaret edemeden içinden, yüreğinden ağlar gibi.

Silah sesleri kesilmişti. El ele duvarın ucuna gelmişlerdi. Artlarında saklanan birkaç kişi de onlardan yüreklenip doğrulmuştu. Ötede, akasyaların, dev bir hanımelinin örttüğü bahçede kimse görünmüyordu. Orda elini sıktı Mavi:

"- Aklımdan geçenleri sana hiç anlatamadım, " demişti. "Anlatmak için çıldırsam da, anlatamadım. Bağışla beni."

"- Ben de… “ Bir şey söyleyecek gibi baktı Mavi’ye, sonra vazgeçti. “ Bırak bunları yürü."

Koşmaya başladılar.

Duvarı aşmışlardı. Adamların orda, pusuda beklediklerini hissetti Gökçe. O iki metreyi aşabilirlerse... Mavi, birden sıyrılarak pusudan yana geçmişti. Onu durduramadı. Elini sıkıca kavrayıp çekti. Boşluğu aşmadan bir an, Mavi'nin kuşça bedeninin bir yere bağlanmış gibi ağırlaştığını, taşınmaz olduğunu, sonra bu ağırlığın gene azaldığını duyumsadı. Silah sesleri sonradan gelmişti. Sokağın köşesini döndüklerinde kız artık ayakta duramıyordu. İçi boşalmış bir çuval gibi usul usul köşeye yığılmıştı. Beyaz tişörtü, göğsünün hemen altı köpüren kanla kıpkırmızı kesilmişti. Ağzına dolan kan, dudağından sızıyordu. Konuşamıyordu. Gözleri, sonsuz bir acıyla açılmış gözleri, anlatmak için çırpınıyor, yaş içinde köpürüyordu.

Gökçe darmadağınıktı. Anlamıyor, utanıyor, utandıkça yalnızlığı çoğalıyordu. İnsanlar, bir tavuk boğazlar gibi çığlıklarla bir sokak ortasında boğazlanıyor kimsenin kılı kıpırdamıyordu. Dehşet verici bir yalnızlıktı bu.


- Bir taraf büyük olmalıydı. Bir taraf güçlü ve koruyan olmalıydı. İkimiz de yaşadıklarımız karşısında öyle küçük ve zavallıydık ki, ondan ululaştırdım onu.

Hülya'nın omzundaki eli kasıldı. Devam etti.

- Lanet olsun. Biz kendi yaşamımızı yangın yerine çevirip neyi kurtaracaktık? Anlatsaydı, görseydim insanlığını daha büyük olmaz mıydı, Mavi?


Öyle değil miydi? Tanrılar zaten mükemmel olmak zorundaydı, insan olarak o yüce gönlüyle nereye sığardı Mavi?

Uzaklarda, çok uzaklarda olması gereken kenti aradı.

- Gitmeliyim, dedi birden.

- Gitme, dedi kız. Gitme bu saatte, bilmediğin yollarda...

Küskün değil gibi okşadı kızın saçlarını. Eğilip öptü.

- Buraya gelirken korkmuştum. Ölmek mi korkuttu beni? Yağlı bir ipin ucunda can vermek belki de. Ölüm hep aramızdaydı, ama sana denk gelmeyeceğini düşünüyorsun. Ama vurulunca... İyileşince sana geldim. Kalırım mı sandım ne?

- Kal, dedi kız. Hep kal.

- Hep kalırım da, cehennem içimizdeyken nereye sığarız biz?

-Buraya. Cehennemlerde söner, ben de ilk geldiğimde çok kötüydüm, her şey geçiyor. Bak seni iki günde ne hale getiririm, görürsün.

- Tıpkı Mavi gibi, kendini tüketip beni bakacaksın, öyle mi? Ne var bende, insanları benim için bir şeyler yapmaya iten ne?

- O garip gözlerini saymazsak, bizim analık duygumuzu ayağa kaldıran ağlamamaya çalışan incitilmiş bir çocuk var.


Ne fark ederdi? Şöyle ya da böyle insanları sömürüyordu.

Kalktı. Irmaktan aşağı yürüdü.


- Bu işin sonu yok. Batma iyice.

- Anlamıyorsun. Bizim gidecek, sığınacak bir yerimiz yok artık. Toplum, bizi bu karmaşa için zorla üretti sanki. Oraya döneceğim ve savaşacağım sonuna kadar. Gelecekte başka çocuklar bizim gibi olmamalı. Büyükler, en azından çocukların da ayağa kalkabileceğini unutmayacaklar. Bu da yeter. Ne yapalım, başka bir yol gösterseydi tarih, onu yapardık.

Kız isyanla bağırdı.

- Öyle mi? Neler olmuş tarih boyu, kim ders almış? Toplumlar, güzellikler gibi çirkinlikleri de üretip durmuş. Spartaküs, Roma ordusunu yenip çarmıha gerildi diye kölelik mi kalktı?

Onu net göremiyordu. Ay müthiş bir aydınlıkla doğuyordu. Gün ışığında zavallı gözüken çıplak tepeler şimdi görkemli birer dağa dönüşmüştü.

- Git, diye bağırdı ardından.

- Hoşça kal, dedi karanlığın içinden bir ses.

Anımsıyordu, öğretmenliğe dönerken Siyasalın önünde, Gökçe’yi bulmuş,

"- Elveda," demişti.

Gökçe kal dememişti, oysa biri, hele o, kal, dese gidemezdi, itiraz etmişti sadece:

"- Elveda, hiç görüşememeyi çağrıştırıyor... Hoşça kal daha iyi."

Hoşça kal sevgili.



*

ÖNCEKİ BÖLÜM







SON BÖLÜM







roman

Şenol  Yazıcı / BAĞBOZUMU/ Roman, maviADA

51 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page