top of page
Yazarın fotoğrafıŞenol YAZICI

BAĞBOZUMU-2

Güncelleme tarihi: 22 Oca 2022

PAZAR KİTAPLARI.

BAĞBOZUMU,roman,2. Bölüm / Şenol Yazıcı

Şenol Yazıcı,

BAĞBOZUMU,

Roman,

180 sayfa

ATP Yayın Dağıtım Pazarlama / ADA Kitap

2006

İstanbul

*


BAĞBOZUMU

/


Aç bir sırtlan gibi boz bulanık, uğursuz bir gün, pençelerini karlı dağların doruklarına geçirmiş, zifir zindan göklere dişleriyle asılmış, doğuyordu.


Havlayan köpeğin sesine yataktan kalkıp kapıyı açtığında, karın içinde bir hayalet gibi dikilen adamı görmüş, irkilmişti. Kapıyı üstüne atmasıyla duvarda asılı mavzerine dalması bir olmuştu.


"- Kim var orda?"

Dışarıdan çekingen bir ses yanıtlamıştı:

"- Benim Yusuf Dayı, Sesera’dan Hüseyin."

Tanır gibi olmuşsa da, sormuştu.

"- Hangi Hüseyin?"

"- Tahsin’in hısımı. Seni istiyor."

Uyku sersemliğini atmış, kapıyı açmıştı. Korkusunu gösterdiğinden rahatsız çağırmıştı adamı.

"- Gel, içeri gel. Ne o, sabah sabah dışarı mı attı, seni köroğlu?"

Adam, gülmüş olmak için, tütün sarısı dişlerini göstererek yüzünü buruşturmuştu. Pantolonu, artık kendisine dar gelen ceketinin etekleri su içindeydi, üşüyordu.

"- Donmuşsun yahu. Ocağın başına geç, ateşi yakayım."

Toprak zeminli yerevinin tam ortasındaki pilekinin yanına, postun üstüne çökmüştü Hüseyin. Yusuf, çıplak tavandaki bir keresteye kalın bir zincirle bağlı yal kazanını yana çekerek, yer ocağını çabucak yakmıştı. Gürültüye kalkan Yusuf’un karısı, konukla tek söz etmeden, kapkara bir tenceredeki sütü ateşe koymuş, ortadan yok olmuştu.


Sesara, dağların ötesinde, eski kaçakçı yolundaki bir köydü. Adam, atsız yürüyerek gelmişti onca yolu. Daha güvenli olduğundan, dere içinden, karakolun önünden geçmiş, o nedenle de silah da almamıştı yanına. Kurttan, kuştan korkmuş, ıslanmış, donmuştu. Ateşin ilk alevleri onu yalar yalamaz bütün giysileri yanıyormuş gibi tütmeye başlamıştı.

Bu denli önemli ne vardı, diye düşünmüşse de sormamıştı, Yusuf.

"- Bir at bulamadı mı, sana Tahsin? Gebereceksin, dur sana kuru bir şeyler getireyim."

Hiçbir şey istememişti adam. Sütü bile zor içmiş, Yusuf'u alıp hemen gitmek istemişti. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anlamak zor değildi de, neydi? Yusuf, öğrenmeye çalışmıştı, ama Hüseyin huzursuzlanmıştı:

"- Nedenini ben ne bileyim? Git dediler, geldim," diye söylenmişti.

"- İyi o zaman gidelim. Yalnız bir atım var, dağ yolunda mecbur yürüyeceksin."

Adam ayağa kalkmıştı, hemen.

"- Yürürüm dayı. "


Kar dört bir yanı kefen gibi sarmıştı. Yol yolak olmayan, kurtların donmuş ayak izlerinden başka tek bir canlı izi taşımayan dağlara vurdular. Yol boyu konuşmadılar. Hüseyin, birkaç metre uzaktan, atın açtığı izden, zemheride değil, kiraz ayı ortasındaymış gibi sorunsuz yürüyordu. Yusuf, en kötülerinden başlayarak, niçin çağrıldığını düşünüyor, şudur, diyebileceği bir yanıt bulamıyordu.

Belki de Tahsin hastaydı. Belki de ölmüştü. O rakıyı güğümle içen, sonra deli bir Arap atının sırtında dağları dörtnala dolaşan adamla ölüm hiç yan yana durmuyordu ama… Beş yılı geçkin hısımlıklarında, sağlığından bir yakınmasını duymamıştı. E, ne oluyordu o zaman, ortada fol yok yumurta yok, sabahın köründe?


Yusuf'un haydi haydi devirlerinde, kaçağa gittikleri zamanlarda tanışmışlardı. Tütünü yükleyip ver elini Erzurum, Pülümür... İngiliz kumaşı, sigara kâğıdı ne bulurlarsa alıp gelirlerdi. Zor işti, belalı işti, ama ekmek aslanın ağzında olup başka çıkar yolunda, yoksa aslanı maslanı kim dinlerdi? Sonradan devlet jandarmasıyla, kolcusuyla, ihbarcısıyla dağlara söz geçirir oldu, hazır sigara çoğaldı. Onlar da kaçağa gitmekten vazgeçmişti. Atlar ahıra çekilmiş, tüfekler duvarlara asılmış, sadece anılar kalmıştı geriye. Sarp dağların doruklarındaki bir avuç, kuş yuvası topraklarıyla boğuşmaya dönmüştü yaşamları, ama dostlukları sürmüştü.


Yusuf’un yusufluğu, Tahsin’in tahsinliği sözde kalmak üzereyken o olay olmuştu.

Tek kızı vardı, Yusuf'un, canı ciğeri tek çocuk. Başka vermemişti Allah. Dolaşmadık hoca, yatır kalmamıştı, ama ne çare. Sonunda bir kız, Fatma doğmuştu. Ne zaman büyüdü, ne zaman göğüslendi kalçalandı, anlamadı ama bir duydu ki, köyün en çulsuzunun oğlu sevdalanmış ona. Ne tarla var oğlanda, ne de doğru dürüst ev. Babası ince hastalıktan ölüp gitmiş askerde. Anası genç ve güzel kalıvermiş, onca yoksulluğun içinde bir başına. Bırakıp da kocaya varmamış, onun bunun yardımıyla, üç kök mısırın dibine bakarak büyütmüş onu. Kimsesizlik her devir zordur, hele o devir... Yusuf istese kapar alırdı onu karısının üstüne. İstemedi de değil, ne var ki, rahmetliyle azıcık akrabaydı ve de milletin diline düşmek vardı. Almadı, korudu dahası. Zaman, taşı işleyen Rum ustanın elleri gibi işledi acımasızca kadını. İki günde çökertti, öz suyunu çekti aldı, pörsümüş derisinin altında kaç yaşında olduğunun anlaşılması olanaksız bir kocakarıya çevirdi. Kadın tükenip gitmişti ya oğlan, inadına sanki anasının kanından beslenir gibi gürbüz olmuştu. Güçlenip, palazlandıkça da bela olmuştu köye. Hırsızlık onda, kumar onda, içki onda… Onun bu hallerine, gençlik, der geçerdi belki, ama kızına sevdalandığını duyunca en birinci hasım olmuştu delikanlıya. Öyle kolayına, kimseyi kızına denk bulmazdı. Çulsuz bir dul karının oğlunun, kızının peşinde dolaştığını duymak bile onu deli etmeye yetmişti. Hele, komşuların küçük imaları... Eski Yusuf olmayacağını mı sanıyorlardı?


Gecenin orta yerinde, kadının evine varmış, yarısı çürük bir tenekeyle kaplı kapıyı bir tekmede indirip dalmıştı içeri. Pilekideki külde patates pişirmeye çalışan kadın, bütün zulümlere alışkın gözlerle bakmıştı ona.

"- Köpekler, ben olmasam ocağınıza incir ağacı dikmişlerdi."

Sesi yerevinin içinde top gibi patlamıştı. O anda içerdeki delik deşik duvarların ardındaki odadan çıkıp gelmişti oğlan. Gözleri bir bıçak ağzı gibi keskin bakıyor ve damla korku taşımıyordu. Çıplak omuzlarında güçlü kasları kımıl kımıldı. Yusuf, bu genç vücutla kendisi arasındaki eşitsizliği hemen fark etmiş, belli belirsiz rahatsızlık duymuştu. Yine de, onca deneyiminden bilirdi ki, kavgada alttan almak, yenilgiyi baştan kabullenmek demekti.

"- Sizin için onca yaptığımdan sonra..." Sözcükleri kendine bile inandırıcı gelmemişti.

"- Ne yaptın bizim için?" demişti oğlan, kupkuru bir sesle.

Yusuf, yaptığı hiçbir şeyi anımsayamamıştı. Oysa gelirken ömrünün yarısını onlar için tükettiğine yemin etmeye hazırdı. Gene de yanıtsızlığı yedirememiş,

"- Ne yapacaktım? Ben olmasam..." demişti.

Sözünü bitirmesini beklememişti çocuk:

"- Sen olmasan daha kötü olmazdı. Zart zurtların dışında bir şeyini görmedik. Ha, gördük, sınırı her gün biraz daha bizim tarlanın ortasına sürdün."

Oğlanın simsiyah, içi sonsuzluğa değin boş, beyazları dört bir yanı saracak dende geniş gözleri vardı. Derin, tehdit dolu bir tüfek namlusu gibi gözler, Yusuf'u deli eden anlamlar taşıyan gözler.

"- Ula!" demişti, boğularak.

Toydu oğlan, toyluğu kadar boğazına kadar hınç ve öfkeydi. Belki, birisinin gelip evinde, anasının yanında bağırıp çağırması erkeklik onurunu ayağa kaldırmıştı.

"- Bırak bunları. Adam gibi git evimden."

Yani, adam gibi gitmezse, kolundan tutup bir köpek eniği gibi kapı dışarı atacaktı, öyle mi demek istemişti? Yusuf'un gözleri önünde kırmızı benekler uçuşmuş, Bağbozumu’nun insanı boğan saldırganlığını duymuştu, onca yıl sonra. Eli yeleğinin altına kaymıştı bilinçsiz. O öyle silahını ararken düşünmeden tanıdık olana, onura dört elle sarılmıştı.

"- Ne o, bulamadın mı çakaralmazını?" demişti, zorlama olsa da gülerek.

Yaşamında hiç kimse, Yusuf'u öyle çaresiz, öyle üzgün ve utanç içinde görmemiştir. Hiç çocukluğunu yaşamamış, hiç ağlamamışlardandı o. Ne var ki, o an, yeleğinin altından bomboş çıkan eline, akla sığmaz bir olağanüstülüğe bakar gibi bakarken, kuru, çatlak dudakları titremişti.

Genç, yanındaki rafa atılmış, yağlı muşambanın içinden sıyırıp aldığı, uzun namlulu tabancayı sallamıştı havada. Vurduğu yerde yumurta kadar delik açan silah, canlanmış sanki vücudunun doğal bir uzantısı gibi olmuştu. Öyle yakışmıştı eline. Bunca yıldır duyduğu yetimliğin öfkesi, bütün dünyayı boğabilecek dende güçlüydü, o anda.

Yusuf şaşkındı ama korkmamıştı. O yaşamında korkma lüksü olmayan ender insanlardandı. Onu yıkan, çok uzun zamandır ilk kez birinin karşısına geçip meydan okuyabilmesiydi. Karşısındakinin gücünden daha çok, içine düştüğü güçsüzlük ve bunun birileri tarafından fark edilmesi zoruna gitmişti. Kendine çevrili silahı umursamadan, bir vurgun yemişçesine, daha on dördündeyken, gırtlağını kestiği Rum’un kanıyla yıkanan ellerine, yitirdiği nesi varsa ordaymış gibi bakakalmıştı. Öylece, gözleri ellerinde sırtını dönüp çıkmıştı. Ona mı, öyle gelmişti bilemiyordu, ama sanki baştan beri sonucu çok iyi bilerek yerinden hiç kımıldamayan kadın, ardından gülmüştü.


Azap dolu günlerdi, o günler. Uykuları kuş olup uçmuş, yemeden içmeden kesilmişti. Gece gündüz kollamıştı kızını. Artık, üstünden hiç eksik etmediği silahıyla tetikte beklemiş, kızın peşinde oğlanın saçının ucunu görse, şahadetsiz öldürmeye kararlı dolanmıştı. Kovulmanın onur kırıklığına alışmıştı, ama böyle bir belayı damat görme düşüncesine hiç alışamayacaktı.


Bir yaz akşamı, dağların dorukları pişkin bir ekmek gibi kızarmışken, beyaz atının üstünde her zamanki gibi çalımlı durmaya çalışan, ama artık sadece özenen Tahsin, çıkıp gelmişti. Gece boyu konuşmuşlardı. Bir zamanlar, görünen her bir tepede yer alan Rum kiliselerinden, Bağbozumu'nda yitip gitmiş babalarından, dedelerinden, çocukluk arkadaşlarından, kaçakçılık günlerinden söz etmişler, geçmişe övgüler düzüp yeni zamana ilenmişler, en son, ikisi birlik fısıltıyla, yaşlandık artık, deyip uzun süre sigaralarını içip susmuşlardı. Tahsin birden bire, biraz da sıkılarak:

"- Gardaşlık! Ver senin kızı, benim oğlana," deyivermişti.

Başka zaman olsa belki olmazlanırdı. O andaysa en iyi çözüm gibi gözükmüştü.

"- İstediğin kız olsun, al senindir."


Kimse, kızın yeri göğü tutan ağlamalarına aldırış etmemişti. Anası, bir iki kez ayaklanıp:

"- Yapma, Fatma istemiyor. Belki bir sevdiği vardır, " diyesi olmuştu ya Yusuf’un dehşet veren öfkesiyle çabucak vazgeçmişti direnişinden.


Düğün dernek gitmişti Fatma. Gidiş de o gidiş, bir daha da baba evine uğramamıştı. Ziyaretine gittiklerinde solgun, üzgün sanki yüzü ölüme dönük görürlerdi onu ya aldırmazdı. Kız kısmı böyledir, zamanla düzelir, derdi karısına. Gerçeği çok iyi algılamıştı, aslında. Demek kızının da o köp'oğlunda gönlü vardı. Unuturdu unuturdu, neleri unutmuyordu insan. Karnı tok, sırtı pekti ya ona baksın, diye düşünmüştü.


Atının üstünde birden kaskatı kesildi. Yoksa Fatma'ya mı bir şey olmuştu? Kız bir delilik yapmış ya da oğlan bir yerlerden izini bulup çıkıp gelmişse...

- Kız nasıl?

Tam sırtın üstündeydiler. Çok aşağılarda mavimsi sislerin arasından, beyaz köpüklerle akan ırmak zorlukla seçiliyordu. Vınlayarak esen rüzgârdan korunmak için kaputuna biraz daha sarılıp adamın kendisine yetişmesini bekledi.

- Fatma nasıl Hüseyin? diye yeniden sormuştu.

Soruyu zor anlayan adam bir süre anlamsızca yüzüne bakmış, sonra zaman kazanmak ister gibi ellerine hohlamıştı.

- Tuttun ahret sualine, dayı. Ben nereden bileyim, çağır, dediler, geldim.

- Torun?..

Bu kez terslenmeden yanıtladı adam.

- Çok iyi.

Bir daha konuşmadılar. Tarla açmak için yakılmış ormanlardan geçtiler. Öğle üzeri Sesara’ya vardılar. Tahsin'in evi, köyün hemen girişine kurulmuş, eski bir Rum eviydi. Yapan iyi yer seçmişti. Kartal yuvası gibi dört yana tepeden bakıyordu. Kıvrılarak yükselen bir yoldan kapının önündeki küçük düzlüğe ulaştılar. Tahsin'le oğlu kapının önünde oturmuş bekliyordu. Karşılamaları cansızdı. Biri, bir zon iskemlesi getirdi.

Atın yularını damadına verip oturunca garip bir koku duydu. Ateşe düşen tereyağının ya da etin kokusuydu. Savaş yıllarında, yakılıp yıkılan evlerden, dumanların içinden bu kokuyu, yanan insan vücudu kokusunu duyduğunu anımsadı. Benzerlik, anımsattıkları tüylerini diken diken etti. Bunca yıl sonra bu koku...

Her zaman, ta yolun başından onu karşılayan Tahsin’in bu kez suskunluğuna, hatır sormanın kendisine düşmesine içerlemiş mırıldandı.

- E, hısım, ne var ne yok?

Tahsin, gözlerini kar yüklü tepelere dikmiş, bakınıyordu. Yusuf, sabır çekti içinden.

- Bir iş mi var Tahsin?

Onca yıldır hiç adıyla seslenmemişti arkadaşına. Öfkesi burnundaydı. O pis koku da hiç eksilmiyordu.

- Büyük dert, Yusuf, çok büyük, diye mırıldandı Tahsin.

- Çıldırtma adamı! Ne?


Bir şey demedi adam, sürünür gibi iskemleden kalktı. Ardından gelen Yusuf’la birlikte yerevine girdiler. Karın aklığıyla kamaşan gözleri bir süre bir şey göremedi. Ama o koku, insanı bayıltan yağ kokusu, iyice azmıştı. Yusuf, gözlerini kapatmış, açmış, karanlığa alışınca, onu görmüştü. Önce ne olduğunu, bir hayvan mı, insan mı, yoksa hiç duyulmamış bir yaratık mı, olduğunu anlamamış, ama görüntüde akıl durduracak bir şeyler olduğunu sezerek ürpermişti. Yer ocağının üstünde, tavandan sarkan bilek kalınlığında zincire asılı, üstünden hala dumanlar tüten, anası gelse tanıyamaz, kömür olmuş bir insan bedeniydi bu. Onca ölüm, onca kıyım görmüş Yusuf dondu kaldı. Sonra bütün vücudu zangır zangır titremeye, yüzünün bir yanı bir gölün dalgalanması gibi belirgin, seğirmeye başladı. Düşecek gibiydi. Tahsin, uzanıp tutmak istedi. Sıyrıldı, çıktı elinden. Kendine gelmiş, ne yaptığını bilerek yürüdü. Vücudun birçok yeri tamamen kömür kesilmişti. Hala eriyen yağları, külün içine damlıyordu. Kızına benzeyen bir şeyler, o dünya güzeli Fatma’sına değgin bir iz aradı. Yeryüzünde şaşıracağı bir şey kalmadığını sanırken...

Birden, Fatma'nın kalıntısında bir soluk, bir inilti duyar gibi oldu. O kömür kütüğünde yaşamla ilgili bir yeşerti hissetmek, yaşayabileceğini varsaymak, ölümünü kabullenmekten zor geldi Yusuf'a. Yaşlı beyni kafatasını parçalayarak dışarı taşmak için çırpındı. Yusuf, bir çınar yaprağı kadar sessiz yere yuvarlandı. Bayılmıştı.


Ayıldığında odada, sedire uzanmış yatıyordu. Olayın nasıl olduğunu öğrenmek isteyince anlatmışlardı. Fatma, hep aynıydı. Geldi geleli, ağzı var dili yok. Ne var ki, bundan bir yakınmaları yoktu. Temiz süt emmişliğine vermişlerdi. Böyle bir iş yapacağını kimse düşünemezdi. Beş yılı geçkin gelindi hoş. Tahsin’in karısı öleli iki yıl olmuştu. Bir dediği iki olmuyordu zaten. Kaldı ki insanoğlu bu, kafasının içinde ne vardı, kim bilir. Sabaha karşı kalkmış, ateşi yakmış, gaz tenekesini alıp hem odunlara, hem de kendi üstüne devirmişti. Çırpınıp da vazgeçmesin diye olacak, asmıştı kendini kazan zincirine. Alevler ipi kesmiş, boğulmamış, ama yanan eti zincire yapışıp kalmıştı.

- Çocuğun ağlamasına uyandım, dedi, damat. Sonra o kokuyu duydum, bir yer, bir şey yanıyor sandım. Ayılıp üstümü giyininceye kadar...

Tahsin, sarsılan, ağladı ağlayacak oğlundan sözü alıp sürdürdü:

- Dört bir yan silah sesi doldu. Ne olduğunu anlamadan koştum don gömlek. Oğlanı buldum dışarıda, konuşamıyor, ver ediyor havaya kurşunu. Tabancayı elinden alıp iki tokat attım. O anda fark ettim içerde kızıllığı. Koşarım ki, ne göreyim, gelin alev almış yanıyor. Ne kötü yanarmış, insan çıra gibi...

”Bilirim," diye düşündü, Yusuf. Ermeniler Hamdi’yi yakmışlardı, Aziz’in damda, canlı canlı. Adam gün boyu alev alev yanmıştı.

- Neden sonra, söndürebildik. Söndürdük yanlış, yandı bitti işte. Allah'ın hikmeti, neresinde canı kaldıysa kaldı, ölmedi. Öldüremedik de. Onu öldürmek bildik iyiliktir ama öldüremedik. Ben ne kadar büyüğüysem de sebebi hikmeti sizsiniz. Demem o ki, onu öldürmek şart görünüyor, ama senin bileceğin iştir. Belki sorarsın, zincirden niye indirmediniz diye, birincisi indiremedik. İkincisi insanoğlu dünyayla birlik değişiyor, ola ki sözümüze inanılmaz, iş jandarmalık filan olur, neme gerek... Üçüncüsü onu, oradan canlı indirmek zülümdür, zincir gömülmüş etine.


Yusuf, yerinden güçlükle ama kimsenin yardımını kabul etmeden doğruldu. Tüfeğini istedi, verdiler.

-Benim hiç jandarmalık işim olmadı, dedi, zorlukla dikilerek. Ona sizin bunu yaptığınızı düşünsem, bir Müslüman’ın bir Müslüman’a böyle bir zulmü reva göreceğine inansam, şimdi vururdum sizi.

Yerevine geçtiler. Zincirden kurtarmaya çalıştılar Fatma'yı. Olmuyordu. Yapışan ve yarı pişmiş etleri parça parça kopuyordu. O zaman da insanı dehşete salan garip sesler çıkarıyordu. Sonunda zinciri tavandan söktüler. Öylece büyük bir sepetin içine yerleştirdiler, bedeninden geri kalanı.

- Ne yapacağız bunu? diye sordu Tahsin. Bu haliyle gömülmez ya.

- Götüreceğim. Anası kızını son bir kez görsün. Onu öldürmeye gelince, ben çok adam öldürdüm, çok. Bağ bozumunda, sürüyle adam vurdum. Din için, vatan için, namus için ayrı. Fakat evlat öldürmek, iyilik bile olsa… çok zor. Varsa bir sepetle ata koyun.

Evin önüne çıktılar. Gökyüzünde parlak bir güneş dört bir yanı ışığa boğmuştu. Mavi göğün altında yükselen karla örtülü tepeler buzdan dev heykeller gibi parlıyordu. Derin bir soluk aldı Yusuf.

- Çocuk ne olacak? diye sordu, büyük bir sakinlikle. Evde kadın yok, ne olacak sabi?

Tahsin bunu hiç düşünmemişti.

- Bulacağız bir yolunu.

- Yolu buluncaya değin götüreyim onu, büyük annesiyle durur.

Atı hazırlayan oğluna seslendi, Tahsin:

- Bak, çocuğu götüreyim diyor, kaynatan.

Kaynata, sözü üçüne de anlamsız gelmişti, nedense.

Recep de ne yapacağını bilmiyordu. En azından, her şey belirleninceye değin çocuğun orda kalmasına bir itirazı olmadı.

- Öyle olsun.

Çocuğu alıp getirdiler. Yusuf atına bindi. Kuş kadar zayıf torununu bir posta sarıp önüne oturttu. Bir bezle de sıkıca sırtına bağladı. Geniş paltosunu çocuğu da içine alacak biçimde ilikledi. Şimdi çocuk, Yusuf'un çenesinin altında, paltosunun yakasından uzanmış yumruk kadar bir kafa ve iki parlak iri göz olarak duruyordu. Üstünde sepet olan öteki at yedekte yola çıktılar. Köy dışına kadar geldi, Tahsin. Son anda, Yusuf'un korktuğu soruyu sordu.

- Fatma'nın bir sevdiği filan var mıydı?

Duymazlıktan gelip sürdü atı.




K

üçük vadilerin açıldığı, yaylalardan denize değin uzanan kanyon boyu akan derenin iki yanına dizilmiş köylerden çok yükseklerde, ıssız tepelerde at sürdü, Yusuf. Gün çoktan batıya devrilmişti. Yol biraz uzardı, ama aklı olan dereye iner, karakolun önünden geçen asfalt boyu güven içinde giderdi. Jandarmaya yakalanıp durumu açıklayamayacağı endişesiyle, dört yanı bembeyaz kesen kara bakmadan, ulu çamların bile zor seçildiği, dumanlı uçurumların kıyısından dolaşan kaçakçı yolunun geçtiği dağları seçti. Isıtmayan, ama alabildiğine parlak kış güneşi, batıdaki tepelerin ardına çekilip gökyüzünü bin bir renk yapana değin umduğundan fazla yol almıştı. Zorlu bir tırmanıştan sonra aştığı, çıplak bir tepede durdu. Gözleri kör eden aklığın içinde, bir çocuk resmi kadar renkli göğün altında bu ıssız akşam vakti, bir gerçek dışı görüntü gibi dikilip aşağılara şöyle böyle gözüken köye baktı. Üşüyen ellerini zorlukla kullanarak tabakasından bir sigara sardı.

Ter içindeki atını yokuştan aşağı dikkatli sürdü.


Aşağıdaki, çoğu, belki de bin yıldır orda duran evlerin bulunduğu köydendi Yusuf. Ona dün gibi gelen, oysa artık kimsenin anımsamadığı, dinlemekten bile sıkıldığı bir zamanda; şimdi evlerinin yerinde birkaç yabani incir, işlemeli taş ve yosunlu kavruk bir topraktan başka hiçbir iz kalmamış Ermeni'nin, Rum'un, Türk'ün birbirine fazla gelmeden yaşadığı günlerde doğmuştu. Beş yüz yıl sorunsuz yaşamış, kız alıp kız vermiş, cami ve kiliseleri de olmasa, kim Müslüman, kim Hıristiyan anlaşılamayacak insanların, birbirinin gırtlağına çökmesinden önce...


Babasına tütün kıydırmaya gelen, dağın üstünde, ormanın içindeki düzlükte oturan keşişi; kıvırcık, kuzgun siyah saçlı, menekşe moru gözlü, uzun sakallı, hep gülümseyen adamı çok iyi anımsıyordu

Babası, tahta sofrada uzun keskin bir bıçakla tütün kıyarken, keşiş onun delikanlılığa dönen başını okşar, adını genizden gelen garip bir sesle konuşur, cebinden çıkardığı hoş kokulu üzüm kurularını uzatıp,

"- Var say bizden bir kızı sana verdim, alır mıydın Türk?" derdi.

Simsiyah saçlarına ve sakallarına karşın kül rengi kaşları vardı keşişin. Aşağıya doğru dökülen kaşların altında, akıl almaz bir renkte, mor menekşe gözleri, ışık alan bir tüfek namlusu gibi parlardı.

Yusuf'un civcivleri vardı. Armut ağacının dibinde eşelenen civcivleri, kurda kuşa kaptırmama derdindeydi. Yükseklerden ala şahinler, hem de, en yırtıcıları bir ışık topu gibi patlayıp civcivlere geliyordu. Bir gözü onlarda, bir ayağı onlarda, diğer yarısı adamın avucunda tuttuğu kuru üzümlere sevdalı, düşünürdü.

Bir çocuk ne denli düşünebilirse...

Onca şahin ne olmuştu acep?

Babası orda sofranın başında, tütün kıymakla meşgul, sözde kulağı ve aklı başka yerde dururdu. Öyle durur, bıyık altından gülerdi.

Şimdi düşünüyordu da, annesi Gülizar, başka bir erkeğe, tanıdığa bile çıkmazken, keşiş geldiğinde bir sebeple ortalarda dolaşırdı. Gariptir, Rabia Nene de, elinde sopa homurdanarak kapının eşiğine ilişirdi her kezinde. Şimdi bile nedenini bulamıyordu Yusuf.


"- Mara Aba değil mi?"diye bildiği tek Rum kızı sorardı Yusuf, sıkılarak.

"- Vay," derdi adam, yapmacık bir kızgınlıkla. " Hem aba, hem de... He o Maria. Alacan mı?"

Gökteki şahin, civcivlerden vazgeçip yükselirdi. Yükselir, Karadağ’la bir olurdu. Dağın ta ucunda, çamların doruklarından yüksekte, mavi göğün içinde ölüm dolu bir nokta olur döner dururdu.

"- ...Gidenler gelmiyor. Vatana can kurban, kurban da, gidenlerden kimse geri gelmiyor." Babası keşişe anlatırdı. İçten içe öfke kaynayarak küfür dolu anlatırdı.

"- Vatanın özü nere? Bura. Tüket buradakini. Nere için? Yemen için, Trablusgarp için. Çoktan elimizden çıkıp gitmiş yerler için, hiç bizim olmamış yerler için. En birincisi, Arap satmakta bizi, sırtımızdan vuruyor İngiliz'le birlik. Bizse..."

Anımsıyordu Yusuf. O günlerde, evleri duyulur bir kahırla doluydu. Amcası, o, sigara ağacından en güzel patlangaçları, fındık eşkininden kuş sesleri veren düdükleri yapan amcası, bir güldü mü güneşler gibi açan amcası, Yemen denen bir yerlerde kalmış, artık hiç gelmeyecekti.

"- Kuşlar niye uçar amca?"

"- Akıllarının kıtlığından yürümeyi beceremezler, ondandır torunum."

O zamanlar, ne çok kuş vardı. Mavi gökler karatavuk sesi, Rusya’nın bilmem nerelerinden kopup gelmiş bıldırcın karası, düşsel dünyaların yolcusu ördeklerin özgür kükremeleriyle doluydu. Ne çok özenirdi onlara. Uçmaya, kanat açmaya…

"- Öykünme onlara torunum. Ne ala kanatlarına, ne özgür duruşlarına. Sanır mısın, farkındadırlar özgürlüklerinin, sanır mısın göğün farkındadırlar? En iyisi insanlıktır ve ondan büyüğü de yoktur. Onu, ondan başka yeneni de yoktur," derdi amcası. O güzel amcası…

Babası öfkeyle anlatırken, bir yandan da kıyarken tütünü, parmaklarını kestiği olurdu. Daha koyu bir renk karışırdı kızıl tütüne.

"- ... Dedem, babam hep bir yerlerde ölmüşler. Uzak diyarlarda, mezarları belli değil. Şimdi de İsmail. Padişah, yan gelmiş sarayına, yürü diyor, İsmail kulum yürü, yürü Ali kulum... yürü, yürü, yürü."

Son söylenenlerden keşiş de ürker, etrafına bakınıp uyarırdı babasını.

"- Deme. Yerin kulağı var."

Alttan alamazdı babası. Ona yakışmazdı. Sürdürürdü diklenmesini, nereden inceyse... der gibi.

"- Padişah efendimizin yok ama."

Tükürürdü yere. Hırsla, sessiz sürdürürdü kıyımını. Keşiş o sessizlikte Yusuf'a döner, yeni bir avuç üzüm kurusu uzatır, sorusunu yineleyecekmiş gibi, ama sadece gözleriyle gülümsemekle yetinip bakardı. Sonra, çekine çekine olsa da, söylemeden edemezdi.

"- Osmanlının hatası o. Taşıyamayacağı kadar büyüdü. O yüzden Urumeli, kendine hiçbir şey ayıramadan evlatlıklarını, hem de kötü niyetli evlatlıklarını beslemek zorunda kalıyor..."

Keşiş tütünlerin sarıp ormanlara doğru yollanmadan son kez sorardı.

"- Alacan mı, bizim kızı, Yusuf?"

Yusuf da utancını bir yana atar.

"- Üzüm verirsen, çok üzüm verirsen alırım," derdi.

Herkes gülerdi.


Yusuf düşünüyordu da o zamanlar ne çok üzüm vardı. Ne olmuştu onca asma kütüğü? Karaağaç dallarında sallanan, ormanlarda ya da yıkıntılarda soysuzlaşmış, yabanileşmiş ama yaşamaya kararlı bir iki marazlı kökü saymazsan bir şey kalmamıştı. Bir bağbozumu başlamıştı; sade üzüme değil, bağcıya da yönelik. Öyle zamansız, öyle akla sığmaz. Ne üzüm koymuştu ne bağ, ne bağcı.

Sanki her şey birden başlamıştı. Gidip de dönmeyen askerlere değgin anlatılanlar dışında, Balkanlarda, İstanbul'da olana tümüyle yabancı bölge halkı, 93 Harbinden bu yana unuttuğu savaşın kıyıcı yüzüyle karşı karşıya kaldı. Askere gitmemek, adı sanı duyulmamış çöllerde, kurtarmak istedikleri Araplar tarafından sırtından vurulmamak için kaçanlarla birlikte dağlarda saklanan Yusuf da köye inmişti. Trabzon'u topa tutan gemiler, denizin üstünde kapkara birer leke, buradan bile gözüküyordu. Geceleri kentten yükselen alevler, bütün kuzey ufkunu kan kırmızısı kesiyordu.

Olanı biteni anlamaz anlamaz izleyen, nasılsa padişah efendimiz gelip mülkünü kurtarır, diye düşünen halk, İstanbul’un en azından mülkün bu bölümünden vazgeçmiş gibi duyarsızlaştığını görünce, sonunda harekete geçti. Akçaabat'ın oralarda, Rusların, görülmemiş büyüklükteki gemilerini, yeri göğü tutan bir patlamayla batırdılar. Ruslar da bir güvenlik kuşağı oluşturmak için dağları bayırları yol yapıp içerilere doğru ilerlediler. İşgal ettikleri yeni yerlerin güvenliğini de kışkırttıkları Rum ve Ermenilere teslim ediyorlardı. Ne zaman Ruslar geldi, uyuyan yılan uyandı, Bağbozumu bir yangın gibi başladı.


Onca yıl barış içinde yaşamış Rumlara, Ermenilere, o güler yüzlü, alçak gönüllü insanlara bir hal olmuş, Müslüman kanına susamış canavar kesilmişlerdi. Türklerin evlerini yaktılar, ahırlarını, bağlarını, bahçelerini yağma ettiler, insanları tavuk boğazlar gibi boğazladılar. Artlarında Rus askeri kadınlara saldırdılar, Azizin Kıran’da kocalarının gözleri önünde ırzlarına geçtiler, memelerini kesip, ana karnında bebeleri süngülediler. Yusuf'un babası da, dağlardaki direnişçilere silah kaçırıyor, suçlamasıyla işkenceyle öldürüldü. El ayak parmaklarını kesmişler, kafa derisini yüzmüşlerdi.

Zulmün kol gezdiği, yaşamanın en zor, ölümün en ucuz olduğu günlerdi. Düşmanın yaptığını büyük bir kıtlık, insan canına susamış bir yoksulluk tamamlamış, gömülemeyen ölülerin kokuları yeri göğü tutmuştu. Çoğu kaçmış ya yollarda telef olmuş ya da tuzaklarına düştükleri çeteciler tarafından öldürülmüştü. Ancak çok şanslı olanlar, dağları aşıp ovaya, düşmanın henüz girmediği yerlere ulaşmayı başarmıştı.

Yusuf kaçmamıştı. Bir daha hiç haber alamayacağı annesi Gülizar’ı ve bir hayalet gibi sonradan çıkıp gelecek ninesi Rabia’yı muhacir çıkanlarla göndermiş, kendisi genç yaşında elde tüfek dağlarda bir avuç direnişçiyle saklanmıştı. Ağaç kökü, her tür hayvan, dişe gelir ne varsa yiyerek, kıpırdayan her çalıdan korkarak, Rus karakol zincirlerinden birinin ya da çetelerin eline düşmenin tedirginliğini yaşayarak saklanmışlardı. Sonunda Rusya’da çarlık yıkılmış, Ruslar, kendi içlerinde birbirlerine düşünce çekilmişler, çark tersine dönmüştü. Dağlardakiler inmiş, öç alma tutkusuyla azınlıkların peşine düşmüşlerdi.


Bağbozumu’ydu ve öldürmek en tartışılmaz, en doğru çözüm yolu gibi gözüküyordu. O günden kalanlar, hainler, işbirlikçiler, fırsat düşkünleri ve kahramanlar, yeni devlet kurulduktan sonra da boruları öter, dedikleri dedik oldular. Gerçekten direnişin içinde yer almış, çoğu sakat kalmış kahramanlar ağır başlı bir onurla yetinirken, diğerleri olağanüstü yurtsever bir geçmiş de yaratarak zulmün tanrısı oldular. En güzel, en verimli tarlalara el koydular. Karşı çıkanın evi kurşunlandı, kızı karısı dağlara kaldırıldı, soluğu kesildi. Ölümün usa sığmaz yıldırıcılığını bilenler, hep onu kullandılar. İnsanlar öldü, insanlar korktu, yıldı, sindi. Sarı Paşa’nın devletinin zayıf kolları buralara bir türlü yetmedi Gücü yeter olduğunda ortalık durulmuştu. Artık kul kulluğunu, bey beyliğini biliyordu. Yeni zalimler, yeni mazlumlar türedi.


Akıl almaz bir hızla değişti, ülke.

İnsanlar, Yusuf’un güzel bir düş gibi anımsadığı, gözü pek, ölümle kardeşlik olmuş granit gibi sert insan, yumuşadı, dağıldı. Gene de, o günlerden kalan birkaç kişi gibi Yusuf da direndi, değişmedi. Ağalar, beyler de, içgüdüsel bir çekingenlikle bu adamlara pek ilişemedi.


Anılar, anılar... Yusuf, dün yediğini anımsamıyordu, ama onca yıl öncesini aynaya bakar gibi net anımsıyordu.

Bir kişnemeyle irkildi. Atın ayağının karla örtülmüş boşluğa aktığını görünce altına indi. Tam zamanında ayıkmıştı. Aşağılara, ırmağa yuvarlanması işten değildi. Atın ayağında kırılma, yara bere yoktu, ama topallıyordu. İncinmiş olmalıydı. Biraz dinlenirse geçerdi. Önünde Keşişin Düz uzanıyordu, sonra orman başlıyordu. Orada durup atı dinlendirebilirdi. Çamların ardında kuru bir yer bulabilirse ateş bile yakabilirdi. Gerçi havanın kararmasına pek bir şey kalmamıştı, ama böyle gidemezdi. Nasılsa, köye de yakındı artık.

İki atı da yedeğine alıp kar kaplı düzlüğü zorlukla aşarak ormana vardı. Dalları örten kar, gökyüzünün görülmesini bile engelliyordu. Ağaçların gövdesinden topladığı kuru reçineli dalları biriktirerek yürüdü. Kalın kaputun altında, göğsünün üstündeki çocuk hareketini engelliyordu. Yine de epeyce kuru dal ve odun parçası toplamıştı. Uygun bir yer bakındı, ama karar veremedi.


Orman, yaklaşan karanlığın ve sessizliğin ağırlığıyla eziliyordu. Arada bir geçe kalmış bir kuş, ok gibi dalların arasından fırlıyor, sık ağaçların arasından zikzaklar çizerek yıldırım gibi geçiyor, ilerden bir yerden, bulduğu ağaç kovuğundan ya da kuru bir daldan keyifli ötüşleri geliyordu.

Çam ve kestane ağaçları azaldı, iri taş duvarlarını sarmaşıkların, mora, zibilanke ve yabani üzümlerin sardığı kilisenin yıkıntısının yer aldığı alana vardı. Çok değil, daha otuz,kırk yıl öncelerde, bambaşka insanların, kim bilir hangi düşsel serüvenleri yaşadığı bu taş bina, zamanın ve ormanın acımasız ellerinde sanki bin yıllık olmuştu. Dört yanı ağaç, bin bir çeşit bitki dolmuş ortasındaki kalın taşlarla kaplı zeminde bile iki incir ağacı boylanmıştı. Orman onu teslim almıştı.


Yüreği bir bıçak daldırılmış gibi acıdı Yusuf'un.

Üstünde, uzun bir yılanın elma ağacına dolandığı bir figür bulunan taş kapının iki dayağı hala ayaktaydı. Çocukluğunda, o taş direklerin üstünde, bal gibi parlak ve sarı bir mermerin durduğunu görmüştü. Buralarda hiç rastlanmayan bu taşın, çok eskiden denizlerin ötesinden Cenevizli gemiciler tarafından getirildiği söylenirdi. Şimdi kim bilir kim tarafından alınıp bir ahırın ya da kulübenin yapı taşı olarak kullanılmıştı. Kupkuru mora ve kuş üzümü dallarının örümcek ağı olduğu yığını aralayıp kapıdan içeri girdi. Ardından atları çekti. Bir an kıvır kıvır sakallı, yeşil gözlü insanların mezarlarından çıkıp ardından geldiğini, yıkık duvarların canlandığını sandı. Bir devir kim bilir hangi umut ve dileklerle özenle yapılmış kalın duvarlar, kaburga kemikleri gibi horasanla doldurulmuş aralardan dışarı uğrayan kararmış odunlar ve dört bir yanı dolduran yabani incir fidanları, uğruna ölümlere gidilip gelinen şeylerin yalanlığını haykırıyordu.

Keşişin Düz, artık ebedi bir kimsesizliği, acıklı bir sessizliği yaşıyordu.


Yusuf, bu acıtan ıssızlıktan, bu kimsesizlikten payına düşenin farkındaydı. Hele ilk zamanlar yüreği dehşetli ağırlıkların altında kalır, ne evlere ne dünyaya sığar, deli divane dolaşırdı. Birileri bu kıyımdaki payını dile getirecek diye çıldırır, insan görmek istemezdi. Şöyle ya da böyle, yaşı yeten eli eren herkes karışmıştı bu yok edişe, ama asıl suçun kendinde olduğuna inanırdı. Zaman içinde bütün ayrıntıları didik didik ederek kendine ne haklılıklar üretmişti, ama yine de ince bir sızı, bıçak ucu bir sızı, şurasında kalmıştı.


Dursun, gelinin yanından gözleri birer patlamış yara gibi dışarı fırlamış, setin üstünde dibinden kesilmiş bir ağaç gibi, göğsünün orta yerinde o koca bıçakla sallanmış sallanmıştı. Yerlerinden kıpırdayamadan inanmaz gözlerle ona bakıyorlardı. Bu gece her bir şeyi hesaba koymuşlardı ama, bunu... Rum kadınlar, çığlıklara boğulmuştu.

Tam yumuşamış, tam sıcak gülmelere dönmüştü korkuları. Canlarına bedel ödeyecekleri o denli büyük ve önemli gözükmüyordu. Bu bıyıkları yeni terlemiş delikanlıların, elleri bıçaklarına bıçaklarına giden gençlerin iki okşaması, iki öpmesi ölümden korkunç değildi ya, ama Dursun öyle gelip orta yerde, tavana değen boyuyla bir kuyunun kıyılarına tutunmak için çırpınıp tutunamayınca, dağ gibi yerevinin toprağına devrilince bıçak yerinden fırlamış, tavana kadar kan fışkırmıştı.


Yusuf, Sarı Temel’le evden nasıl çıktıklarını, neler olduğunu, ne yapmışsa ayrıntılarıyla bir türlü anımsayamamıştı tam olarak sonradan. Aşağılarda bir yerde ellerinde kanlı bıçakları, soluk soluğa durmuşlardı O zaman gerçeği algılamışlardı. Dursun'un ölümünü nasıl anlatacaklardı? Ölüm üstlerine kalırsa, evde yaptıkları ortaya çıkarsa? Kaç kişi öldürdüklerini bile bilmiyorlardı, bu hesabı nasıl vereceklerdi? Savaş bitmiş, tellal çıkarılmış, duyurulmuştu. Geride kalanlara dokununlar Divanı Harbe gidecekti.

Sonunda çıkar yolu bulmuşlardı.


Dönüp yerevinin ortasında yatan Dursun'un ölüsünü sürükleyip ırmağa bırakmışlar, ardından köye inmişlerdi. Tek tek bütün evleri dolaşıp anlatmışlardı:

Ormanda Rum artığı çeteler vardı Keşiş onları saklıyordu. Mavra düzünde muhacirlikten dönenlere pusu kurmuş bekliyorlardı. Dursun’u da yakalamış öldürmüşlerdi.


İnsanlar, onların dediğine sorgulamadan inanmıştı. Acıları tazeydi ve öç almak istiyorlardı. Ne bulurlarsa onunla silahlanmış, paçavra sarılı meşalelerini reçineye batırıp karanlığın içinde kızıl bir ölüm kuyruğu olarak ormana giden yola vurmuşlardı.


Ve o gece...


Zamanla insan yüreği nasıl nasırlaşıyor, bütün yüklerine alışır oluyordu. Kaç yıl bu düzlüğe ayak basamamıştı. Gelse, keşişin hala yanan bedeniyle öyle gökleri tutan alevlerle karşısına çıkacağını mı sanmıştı ne. Oysa şimdi titrek bir sızıdan başka bir şey duymuyordu. Orada yok olanlara acıyor, sanki bir devri, her şeye karşın görkemli bir devri beraber yaşadığı arkadaşlarını anar gibi oluyor, ama yok oluşlarındaki payını giderek unutuyordu. Belki insan belleği buydu. Unutmasa, inkâr etmese çıldırırdı.


Göğsündeki kımıldanışa döndü.

- Ne o, üşüdün mü?

Postun içindeki çocuktan hiçbir ses gelmedi. Yüreğinin atışını duyuyordu. Uyuyordu anlaşılan. Yaman şeydi çocukluk. Yavaşça çözdü postu, öylece götürüp duvarın dibine bıraktı. Üşüyen ellerine hohlayıp yelek cebinden çakmağını çıkardı, yaktı. Reçineli dallar, hemen tutuştu. Sarı sıcak bir ışık seli yaladı, eski kiliseyi. Kim bilir kaç yıldır, bir ateşin sıcaklığını yaşamamıştı burası.

Güldü düşüncesine. Yıkıntının bir insan gibi ateşi özleyeceğini düşünmesine güldü. Isıttığı ellerini ovuşturdu. Donan ellerinin karıncalanıyordu. Yaşam geri geliyordu.

"Bu dünyada ateşten ırak olmayacaksın, öteki dünyada da yakın," diye düşündü.

Kalktı. Posta sarılı çocuğu ateşin yanına yaklaştırdı. Atların torbalarını başlarına taktı. Üstü örtülü, kalın bir çuvala sarılı sepeti indirip köşeye bıraktı. Atın ayağına baktı yeniden. Kırık mırık yoktu, biraz dinlenirse bir şeysi kalmazdı. Nasılsa eve yaklaşmışlardı. Ormandan çıkıp ırmağı aşınca köyün ilk evleri gelirdi. Ondan sonra gece olmuş gündüz olmuş ne fark ederdi. Tüfeğini gözden geçirip özenle ıslaklığını sildi, çocuğun yanı başına bıraktı. Sonra da kendisi oturdu.


Buğulu bir mavilikle, insanı sarhoş eden bir kokuyla yanıyordu, çam dalları. Büyüyen sessizlikte odunların çıtırtıları müthiş güzel, ama artık hiç geri gelmeyecek zamanları çağrıştırıyordu. Bedeni gevşemiş, göz kapakları ağırlaşmıştı hemen. Uyumayı kurdu, çok eskilerde olduğu gibi, kaçağa gittikleri ovada olduğu gibi. Şimdi evde olsaydı... Şöyle elini yüzünü yıkayacak, geçecek yer ocağının karşısına, yığacak çam odununu, alacak tütününü... Oysa eve gidince bunların hiçbiri olmayacaktı. Kızılca kıyamet kopacak, ağıtlar yeri göğü saracak, belki de evde günlerce ateş yanmayacak, yemek pişmeyecekti. Bunca karışıklığa nasıl dayanacaktı?

En iyisi şimdi bulduğu ateşin tadını çıkarmaktı.

Sardığı tütünü közde yaktı. Derin derin soludu dumanı. Duvarlarda bin bir şekiller çizen alevleri sevgiyle saygıyla seyretti. Kışı sevmiyordu. Eskiden bu denli olmazdı geliyordu ona. Belki de olurdu da anlamazdı. Gençti işte. Yüz parayı elli metreden vuracak dende genç. Ne güzel şeydi gençlik? Soğuk, açlık, yoksulluk, ölüm umurunda değildir. Azrail'in bile kıyıp da canını alamayacağı genç, o dipdiri beden nasıl da bilmez yaşamın değerini, nasıl da oynar ölümle, alay eder.

Bir öksürük nöbetine tutuldu, ciğerleri ağzına geliyordu sanki. Sigarayı ateşe attı.

"Gençken değerini bilmedik, şimdi aksırıklı tıksırıklı, dört el sarıldık yaşama. Gebermeyi de bilmiyoruz" diye söylendi içinden.

Kendine haksızlık ettiğini düşündü, sonra. Bunca yıl onca yıkıma karşın vücudu, önemli bir açık vermeden yaşamı göğüslemişti. Şimdi yorulmuş, dinlenmek istiyordu. Sabahın köründen akşamın alacasına kurdun kuşun adım atmadığı dağlarda dolanmaya dayanır mıydı? Ne kadar kabullenmeye yanaşmasa da, bir ayağı çukurda bir ihtiyardı artık.


İnsan, ihtiyarlığı kendine yakıştıramıyor, onu hep ileri, durmadan daha ileri atıyordu. Ayıktığında ihtiyarlığın bütün izleri dört bir yanını sarmış oluyordu. Artık istese de istemese de yaşamın dışındaydı. Daha dün dünyanın oluşumuna, toprağın yeşerişine, patlayan tomurcuğa, pişen ekmeğe şöyle ya da böyle az çok bir katkıda bulunur, bu katkıyla büyür, hak sahibi olur, güçlenir, ağırlığını koyar, ben de varım derdin. Oluşumundaki payın oranında hak alırdın. Oysa şimdi... Senin geçmişte de, yeterince emek koymadan aldığını savunanlar, artar, şimdiye değin hiç fark etmediğin, kökü bin yıl öncelere dayanan düşmanlıklar yeşerir, payının çoktan tükendiğine, artık varlığının diğerlerinin haklarına bir saldırı olduğuna inananlar çoğalırdı. Uğruna ölümlere gidip geldiğin tarlalardan sana bir parça ekmek sunuluyorsa hala, sevap, yarın mahşer günü, yaşlıya saygı... falan filandır.

Ayağa kalkmak, toprağa eskiden olduğu gibi kök salarcasına basmak, insanın müthiş duyarlı olduğu ve en iyi anladığı yolu kullanarak, yani şiddeti bir adalet kılıcı yaparak varlığını duyurmak ister insan, ama artık ayakları ona ihanet etmiştir. Taşımaz, şok başlar. Değişen, piçleşen zamana ilenmeyle başlayarak, eskiden yaşlılara gösterilen saygıya övgüler düzmeye değin uzanan çizgide huzursuz, mutsuz ne olduğunu anlayamadan gider gelirsin.

Sonra bir gün, inanılmaz bir olayla karşı karşıya, yarım metre karın içinde, akşamın alacası seni sarmışken, bir eski kilise yıkıntısındaki ateşe sığınırsın, düşünürsün. İşte o zaman gerçek ayna gibi belirir. Yüzünde sayılamayacak kadar çizgilerle, ceketinin yanlarından bir kızılcık sopası gibi sarkan öz suyu çekilmiş kolların ve üstüne zor durduğun ayaklarınla sen yaşamdan çok ölüme aitsin. Seni toprak çekiyor, bir geleceğin yok. Bunamaya yüz tutmuş belleğinin kıvrımlarında, puslu anılarından başka hiçbir şeyin yok. Yaşamı güzelleştirmek için kavga verenlerin seni yollarının üstünde istememeleri doğal. Kör bir bıçak gibi acı veriyor, ama doğru.

Böyle düşününce rahatlıyor, Yusuf. O zaman öfkesi dirence, şaşkınlığı sabır ve kabullenişe bırakıyor yerini.

"İyi ki çabuk anladım," diye düşünüyor." Yoksa nasıl dayanırdım?"


Doğruydu. Ta bağ bozumundan bu yana böyle bir gün yaşamamıştı. Nasıl yüreği kaldırmış, nasıl atmamıştı aklını?

Yaşam, kendi savunmasını kuruyordu. Acıdan çıldırırken birden hiçbir şey duymaz olurdunuz. Vurulduğu zamanlardan bilirdi. Böğründe bir kurşun, çığlıkları yeri göğü tutarken ve bu iki gün sürmüşken, birden sanki hiç vurulmamış, hiçbir yeri kanamıyormuş, hiç acı çekmiyormuş gibi duyumsadığını anımsıyordu. Yürek ve beyin acıyı kaldıramayınca, sanki onu hiç yaşanmamış sayarak aşıyordu. Ölüme dörtnala koşarken rahatlıkla gülümsemenizi böylece sağlıyordu. Şimdi de öyleydi. Yaşadığı dehşete sanki bir başkasınınmış gibi bakıyordu.

Çocuğun mırıldanmasına ayıktı.

- Ha gülüm, ha canım.

Çocuk anlamadan, mor gözlerini aça aça yüzüne, sonra ateşe, artık zifir zindan bir karanlığa gömülmeye başlayan atlara bakmıştı.

- Annem nerede, dede?

Boğazına takılan yumruğu zorlukla yuttu, Yusuf.

- Hacer Anneye götürüyorum, seni.

Yüzünü ekşitti çocuk, ağlayacak gibiydi.

- Üzüm verecek nenen ama.

Kıvırcık sakallı keşiş geldi, gözünün önüne Yusuf'un. Neden bütün çocuklar üzümü severdi.

- Çok mu, iki elini açarak gösterdi. Bu kadar mı?

- O kadar.

Başını gene dizine koydu çocuk ve hemen uyudu.

Ateş sönmüştü. Alevler bir kedinin gözü kadar küçülmüştü. Karanlık iyice bastırmış, yıkık duvarlar bile seçilmiyordu.

- Gitmeli artık, yol uzun, dedi.

Öyle dedi ya, yerinden bile kıpırdamadı. Gözleri giderek külle örtülen ateşte oturup durdu.


Bir inilti, bir soluk, insan dışı bir ses algıladı. Bütün vücudu buz kesti. Ses sepetten geliyordu, sepetteki Fatma’dan ya da ondan arta ne kalmışsa ondan. Sözcüklere dökememiş, ama hep ölmüş olduğuna ümitlenmişti. Ne biçim dünyaydı bu, baş ağrısından dev gibi insanlar ölür giderdi de...

Acı çekiyor muydu? Çok mu? Elini, gözlerini bir post gibi örten kaşlarında, artık tek bir tel saç olmayan başında dolaştırdı. Yaşla ıslanan yanaklarını sildi, burnunu çekti, pütür pütür elleriyle. Sonra yavaşça doğruldu. Çocuğun başını dizinden yere koydu. Sepeti biraz daha uzağa sürükledi. Atları dışarı çıkardı. Bir ardıç dalına iliştirdi yularlarını. İçeri döndü. Tüfeğini aldı. Yuvaya mermi süren mekanizmayı geri çekti.

- Dede!

Hopladı yerinde. Kaygıyla çocuktan yana döndü. Uyuyordu. Uykusunda ne görmüşse... Bir an onu da dışarı çıkarmayı kurdu. Karın üstünde nereye koyacaktı?

Tüfeği doğrultup bastı tetiğe. Bütün kurşunları boşalttı. Sepet paramparça olup dört yana yağdı. Çocuğu kaptığı ardına hiç bakmadan, koşarak dışarı çıktı. Kurşun sesleri, vadilerde hala yankılanıyordu. Atlar huzursuz huzursuz tepiniyorlardı yerlerinde. Üstlerine binmeye gelmezdi. Yamçısını giyindi, çocuğu göğsüne bağlamak için kaldırdı. O anda çocuğun gözlerini kocaman açmış, sanki her bir şeyi bilir gibi ona baktığını gördü.

- Dede silah mı attın? dedi gülerek.

- Evet kara oğlum, silah attım.

- Neye attın dede? Kurt mu geldi?

- He, hee, sus artık, gene gelirler bak.

O anda aklına geldi, yanmış et kokusuna bütün dağın kurtları gelirdi az sonra ve sabaha sepet bile kalmazdı ortada. Kızının ölüsünü kurda kuşa mı verecekti? Çocuğu bir yere bırakmayı gözü kesmedi, onu sırtına bağladı. Kazacak kuru bir yer ve bir alet arandı. Yoktu. Sonra aklına kar geldi. Kurtlar bulmadan en azından yarına kadar karın altında kalırdı belki. Elleriyle karı eşelemeye başladı.Gömdü, üzerini karla, bulabildiği taş ve çalılarla örttü. Bir süre sonra kan ter içinde atların yanına döndü.

Donmaya yüz tutmuş karın üstünde yürümeye başladığında köyün ışıkları gözüküyordu. Solgun kara lambaların ışıklarında evler çakal folları kadar küçüktü. Tükürsen kapanacak kadar küçük.

Durmadan yıldız kayıyordu gökte. Artlarında hemen kapanan uçuk bir ışık çizgisi bırakıp dağların ardına, ormanlara düşüyordu.

- Neden hiç yıldız görmedik? Bunca düşüyor da...

- Ne dedin dede?

Göğsünden, postun içinden bir kuzu yavrusu gibi başını çıkarmıştı. O an çocuğun adının ne olduğunu düşündü. Bir adı vardı her hal. Nüfusa daha yazdırılmadığından emindi, ama bir adı olmalıydı.

Hatırlamamak hoşuna gitti. Ona adı kendi takacaktı. Sorsa, kendi adını bilirdi çocuk, ama sormayacaktı.

- Sana bir ad takayım mı?

- Benim bir adım var ama, dedi çocuk.

- Olsun benim takacak olduğum daha güzel. Hem benimle kalacağına, üzüm, şeker ben alacağıma göre adını da ben vermeliyim, değil mi?

- Çok üzüm, şeker alacan mı? Ne olacak adım?

Sıcak yaz gecelerini, durmadan yıldız açan, ışık içindeki yaz göklerini özlüyordu.

- Gökçe ... Beğendin mi?

- Eski adım daha iyiydi.


Düzlük geride kalmıştı. Dönüp baktı.

- Ödeştik keşiş, dedi.

Keşiş gözünün önündeydi.

Keşisin Düz'ü alevler sarmıştı.

Kalabalığın en önündeki yaşlı kadınla elinde uzun bir tırpan olan bir genç keşişe düşmanca bakıyordu. Keşiş Latince bir şeyler söylüyordu o anda bile.

Eski Ahitten, Tevrat’taki on emirden birini okuyordu Keşiş: Asla öldürme, diyordu. Öldürdüğün çok yakının olabilir....


Ağlıyordu. Keşiş de, o da...

İki Yusuf ağlıyordu.

*

ÖNCEKİ BÖLÜMÜ OKUMAK İÇİN SONRAKİ BÖLÜMÜ OKUMAK İÇİN

KİTABI OKUMAK İÇİN

BAĞBOZUMU, roman / Şenol Yazıcı
107 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page