top of page
Yazarın fotoğrafımaviADA

Morgue Sokağı Cinayeti


Syren’ler hangi şarkıyı söylerlermiş? ya da Achilles kadınların arasına saklandığı zaman hangi adı takınmış? Gerçi şaşırtıcı sorulardır bunlar, ama bütün tahminlerin ötesinde oldukları da söylenemez.

Sir Thomas Browne

Çözümleme diye adlandırdığımız düşünce gücünün kendisi çözümlenmeye pek elverişli değildir. Onu, sadece, vardığı sonuçlarla değerlendirebiliriz. Bildiğimiz bir şey de şu: çözümleme gücüne aşırı derecede sahip olmak, insanoğlu için her zaman gerçek bir tat kaynağıdır. Güçlü bir adam nasıl vücudu ile övünür, adalelerini çalıştıran hareketlerden hoşlanırsa, çözümleyici de karmakarışık şeylerin içinden çıkmaya çalışarak kafa yormaktan hoşlanır. Yeteneğini göstermesine yarayacak en saçma işlerden bile tat alır. Bilmecelere, bulmacalara, anlaşılmaz yazılara pek düşkündür; bunları çözerken o derece beceriklilik gösterir ki, alelade kimselere doğaüstü bir iş yapıyormuş gibi gelir. Yöntemli düşünceyle vardığı sonuçların havasında, gerçekten de, bir içe doğmuşluk vardır.


Bu çözümleme yeteneğinin canlanmasına, herhalde, matematiğin, hele onun en yüksek kolu olan ve karışık işlemleri var diye –âdeta değerini artırmak içinmiş gibi– yanlış olarak analitik dediğimiz çeşidinin çok etkisi vardır. Gene de, aslında, hesaplamak çözümlemek demek değildir. Örnekse bir satranç oyuncusu hiç çözümleme yapmadan bazı hesaplamalar yapar. Şunu da söylemeli: satranç oyununun düşünce üzerindeki etkileri çok yanlış anlaşılmıştır. Bir bilim kitabı yazmıyorum, sadece biraz tuhaf bir öyküye başlangıç olarak gelişigüzel bazı görüşlerimi sıralıyorum; bunu fırsat bilerek, gösterişi sevmeyen dama oyununun, ustaca bir araya getirilmiş saçma zorluklarla dolu satranç oyununa oranla, düşünce gücünün en yüksek katlarını kullandırmak bakımından daha kesin, daha yararlı olduğunu ileri süreceğim. Satranç oyununda taşların değişik, başka başka hareketleri vardır, değerleri de çeşitlidir, birbirine uymaz; karışıklığı derinlik sanıyor, yanılıyorlar, (görülmemiş bir yanılma değil doğrusu). Bu oyun bütünüyle dikkate dayanır. Bir an dikkatiniz gevşeyecek olsa, hata yaptınız demektir, ya bir taş kaybedersiniz ya da yenilirsiniz. Hareketler sadece türlü türlü değil, üstelik karışıktır da, o yüzden bu gibi hatalara düşme olasılığı çoktur; on oyundan dokuzunu, kafası derli toplu işleyenler kazanır, zeki olmak yetmez. Damada ise, tam tersine, hareketler tek çeşittir, pek öyle bir değişiklik yoktur, dikkatsizlik olasılığı azalmıştır, dikkat kullanılmaz bile, her iki taraf da kazandıklarını kendi beceriklilikleriyle kazanırlar. Daha elle tutulur bir örnek verelim; bir dama oyunu var diyelim, sadece dört tane dama olmuş taş kalmış ortada; elbette ki böyle bir durumda hata yapılması beklenemez. Kazanmak için (oyuncular eşdeğerde iseler) görülmemiş bir hareket yapmak gerekir, öyle bir hareketi de insan ancak kafasını kullanarak bulabilir. Basmakalıp çarelere başvuramayacağından, çözümleyici, karşısındakinin ruhuna girmek, düşünüşünü anlamak zorundadır; böylece, bir bakışta, (bazen gerçekten gülünecek derecede basit olan) ana yöntemler, baştan çıkarıcı, yanlış hesaplara sürükleyici oyunlar buluverir.


Briç denilen iskambil oyununun hesaplama gücüne dayandığı söylenir; öte yandan, en akıllı kimseler bile, satrancı saçma bulurlar da, bu oyundan açıkça görülen ama nedeni pek bilinmeyen bir tat alırlar. En küçük bir kuşkum olmadan söylüyorum, çözümleme gücünü onun kadar çalıştıran başka hiçbir oyun yoktur. Yeryüzündeki en iyi satranç oyuncusu, satrancı en iyi oynayan kimsedir, o kadar; briçte ustalık ise bir insanın kafasını kullanabildiğini, akılların çarpışacağı çok daha önemli işlerde de başarı sağlayabileceğini gösterir. Ustalık derken, elverişli yardımların geleceği bütün kaynakları bir anda kavrama gücüne sahip olan, örnek bir briç oyuncusunun olgunluğunu düşünüyorum. Bu kaynaklar hem pek çoktur, hem de pek çeşitlidir, üstelik düşüncenin öyle kuytu köşelerinde saklıdırlar ki, alelade kimselere, erişilmez, yanına varılmaz şeylermiş gibi görünürler. Dikkatle gözlemek, iyi hatırlamak demektir; onun için, kafası derli toplu işleyen bir satranç oyuncusu briçte de kendini gösterebilir; sonra Hoyle kuralları da (oyunun mekanik yapısına dayandıklarından) herkesin yeteri kadar anlayabileceği şeylerdir. Böylece, sağlam bir belleği olup, “kitaba” uyarak oynayan herkese iyi oyuncu demek bir alışkanlık haline gelmiştir. Ama kurallara sığmayan şeyler de vardır, işte çözümleyicinin ustalığı öyle durumlarda belli olur. Sessizlik içinde, bazı gözlemler yapar, bazı sonuçlar çıkarır. Belki arkadaşları da yapar aynı şeyi; ama herkes kendine göre bir bilgi elde eder; bu bilginin azlığı ya da çokluğu, sadece varılan sonuçların doğruluğundan gelmez, daha çok, gözlemlerin niteliğinden gelir. İş neyi gözleyeceğini bilmektedir. Bizim oyuncumuz dikkatini sınırlamaz; kendimi oyuna vermeliyim diyerek, oyunun dışındaki şeylerden çıkarılabilecek sonuçları bir yana atmaz. Ortağının yüzündeki değişikliklere dikkat eder, öbür iki oyuncu ile inceden inceye ölçüştürür. Her elde kâğıtların nasıl dağıtıldığını kestirmeye çalışır; oyuncuların bakışlarından kozların, onörlerin kimlerde olduğunu anlar. Oyun devam ederken yüzlerdeki bütün değişiklikleri kollar, güven, şaşkınlık, utku, can sıkıntısı gibi kolayca belli olan değişikliklere bakarak bazı düşünceler elde eder. Bir elin alınışından onu alanın aynı cinsten başka bir kâğıdı olup olmadığını kestirir. Şaşırtmak için oynanan bir kâğıdı masanın üstüne atılışındaki edadan anlayıverir. Ağızdan kaçan ya da rasgele söylenen bir söz; bir kâğıdın düşüşü, ters dönüşü, görülmemesi için harcanan çaba ya da umursamazlık; kazanılmış ellerin sıralanıp sayılışı; sıkıntı, duralama, heveslenme, heyecan –bütün bunlar, onun sanki içine doğmuşçasına ortaya attığı gerçekleri bulmasına, durumu görebilmesine yardım eder. İlk iki üç kâğıt oynandı mı, herkesin elinde neler olduğunu öğrenir, ondan sonra da, bütün eller yere açılmış gibi, rahat rahat, hiç çekinmeden oynamaya başlar.


Çözümleme gücü, bildiğimiz beceriklilikle karıştırılmamalıdır; gerçi çözümleyici ister istemez becerikli bir kimsedir, ama becerikli kimselerin hepsi çözümleme yapamazlar. Kuruculuk ya da birleştiricilik gücü diye adlandırılan ve bilginlerin (bence yanlış olarak) ayrı bir organdan geldiğine inandıkları, ilkel bir yetenek sandıkları beceriklilik, kafası işlemeyen, aptal denilebilecek kimselerde de sık sık görülen bir şeydir; o kadar ki, insan düşüncesi üzerine eser veren yazarların aşağı yukarı hepsi bu gerçeğin farkına varmışlardır. Çözümleme gücü ile beceriklilik arasındaki uzaklık, çeşitli hayalleri kafaya toplama gücü ile bunlardan yeni bir hayal yaratabilme gücü arasındaki uzaklıktan bile fazladır; ama büyük bir benzerlikleri de var. Gerçekten, becerikli kimseler kafası hep hayallerle dolup taşan kimselerdir; yaratma gücü olanlar ise birer çözümleyiciden başka bir şey değillerdir.


Aşağıdaki öykü, okuyucuya, sanki ileri sürdüğüm bu düşüncelerin bir açıklamasıymış gibi görünecektir.

18. yılının ilkyazı ile yaz başlarını geçirdiğim Paris’te, Monsieur C. Auguste Dupin adında biriyle tanışmıştım. Gerçekten ünlü bir aileden olan bu genç, bazı talihsizlikler yüzünden iyice yoksul düşmüş, hayatın yükü altında ezilerek her türlü hareketten bezmişti; eski servetini elde etmek için uğraştığı da yoktu. Alacaklılarının hoşgörüsüyle, baba malının pek az bir parçası elinde kalmıştı; oradan gelen parayla, hayatın kaçınılmaz gereksinimlerini karşılayarak, hiç şatafata sapmadan, güçlükle geçiniyordu. Tek lüksü kitaplardı. Onları da elde etmek, Paris’te, öyle pek zor bir iş değildir.


İlk karşılaşmamız Montmartre Sokağı’ndaki karanlık bir kitaplıkta oldu; ikimiz de aynı kitabı arıyorduk, ender bulunan, pek önemli bir kitaptı; bu olay bizi birbirimize yakınlaştırmaya yetti. Tekrar tekrar buluştuk. Bir Fransızın kendisinden söz ederken takınacağı tam bir açık yüreklilikle anlattığı aile öyküsü, beni pek ilgilendirmişti. Okuduğu kitapların çokluğuna da şaşıp şaşıp kalıyordum; ama, asıl, ruhumu bir ateş gibi saran, yaratıcı hayallerinin sıcaklığı, canlılığı, tazeliğiydi. Paris’te, o zaman aramakta olduğum şeyleri ararken, böyle bir adamın dostluğu, benim için, değeri ölçülmez bir hazineydi; bu düşüncemi ona açıkça söyledim. Sonunda, kentte kaldığım sürece birlikte oturmaya karar verdik; ben onun kadar darlık içinde olmadığımdan, bir ev tutup ruhlarımızın karanlık havasına uyacak bir biçimde döşemeyi üzerime aldım; tuttuğum ev St. Germain’in dış mahallelerinde, ıssız bir yerdeydi; zamanın aşındırdığı, çirkin, nerdeyse yıkılacak, eski mi eski bir yapıydı; ne olduğunu sorup öğrenmediğimiz bazı boş inanlar yüzünden yıllarca boş kalmıştı.


Orada geçirdiğimiz hayat bilinseydi, herkes bize deli gözüyle bakardı –ama işte, zararsız delilerden. Tam bir yalnızlık içindeydik. Hiç konuk kabul etmiyorduk. Evimizin yerini eski arkadaşlarımdan saklamıştım; Dupin’in ise zaten yıllardır Paris’te hiç kimseyle bir alışverişi kalmamıştı. Kendi başımıza, yapayalnız yaşıyorduk.


Geceyi salt gece diye sevmek arkadaşımın bir eğlencesiydi, hayallerine hız veren, garip bir eğlence (başka ne diyebilirim buna?); bütün öbür huylarına olduğu gibi, bu değişik huyuna da sessizce uymuştum; kendimi bütün bütün onun kaprislerine bırakmıştım. Tanrının karanlığı her zaman yeryüzünü sarmadığından, gündüzleri onu biz yaratıyorduk. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, yaşlı evimizin bütün pancurlarını kapatıyor, soluk, cansız ışıklar saçan bir çift şamalı fitil yakıyorduk; bu fitillerden keskin bir koku yayılıyordu. Onların ışığında ruhlarımızı hayallere bırakıyor –saatin vuruşları gerçek karanlığın geldiğini haber verene kadar, okuyor, yazıyor ya da konuşuyorduk. Sonra, kol kola, caddelere fırlıyor, kalabalık kentin ışıkları, gölgeleri arasında, geç saatlere kadar, oradan oraya, başı boş dolaşıyor, sadece sessiz bir seyirci olarak tadılabilecek sonsuz heyecanlar arıyorduk.


Böyle zamanlarda Dupin’in gösterdiği o garip çözümleme gücüne (kolayca hayal kuran bir insan olduğunu bildiğim için şaşmamam gerektiği halde) pek şaşıyor, hayran oluyordum. Gösterişinden değilse bile –çözümleme işini yapmaktan büyük bir tat alıyordu; saklamıyordu bunu. Kıkır kıkır gülerek, insanların çoğunun göğüslerinde kendisine doğru açılmış pencereler olduğunu söylüyor, övünüyordu; bu gibi sözler söyledikten sonra benim üzerime bilgisinin genişliğini gösteren şaşırtıcı şeyler anlatmayı alışkanlık edinmişti. Böyle anlarda tavrına bir soğukluk, bir anlaşılmazlık gelirdi, gözleri boş boş bakardı; aslında kalın olan sesi üç kat tizleşirdi, kelimeleri söyleyişindeki açık seçiklik, konuşmasındaki ağırbaşlılık olmasa, insan huysuzlaştığını sanırdı. Onun bu haline bakarken, ruhun ikiye bölünüşü üzerine kurulmuş olan eski bir felsefe anlayışını hatırlardım, Dupin’i kafamda ikiye bölmek pek hoşuma giderdi –biri, yaratıldığı gibi, herhangi bir insandı, öbürü ise bir çözümleyiciydi, bambaşka bir insan.


Bu söylediklerime bakarak, olmayacak şeyler anlattığımı ya da düşsel bir öykü kaleme aldığımı sanmayın. Fransızın bu halleri, sadece, heyecanlı, belki de hasta bir ruhun yarattığı şeylerdi. Ama öyle zamanlarında yaptığı çözümlemelerin şaşırtıcılığına gelince, bunu bir örnekle anlatmak daha iyi olur.

Bir gece Palais Royal yakınlarında, uzun, pis bir caddede dolaşıyorduk. İkimiz de düşüncelere dalmış olduğumuz için, en aşağı on beş dakikalık bir zaman boyunca tek kelime bile konuşmamıştık.

Dupin birdenbire şu sözlerle yırttı sessizliği:

“Gerçekten pek ufak tefek bir adamdır o, Théâtre des Variétés‘ye daha yakışır.”

“Şüphesiz öyle,” diye cevap verdim; hiç düşünmeden vermiştim bu cevabı (artık o anda ne kadar dalgın olduğumu anlayın), onun bu sözlerinin kafamdan geçenlere tıpatıp uyduğunun farkına varmamıştım. Bir an içinde kendimi toparladım, ama şaşkınlığım pek derindi.

“Dupin,” dedim, ciddi bir sesle, “aklım almıyor bunu. Şaşkınlığımı saklayacak değilim, duygularıma inanamıyorum. Nasıl olur da benim şeyi düşündüğümü –?” Burada durdum, kimi düşündüğümü bilip bilmediğini, hiç kuşkuya yer kalmadan öğrenmek istiyordum.

“Chantilly’yi düşündüğümü, desene,” dedi, “niye duraladın? Ufak tefekliği yüzünden trajedilere yakışmadığını düşünüyordun.”

Gerçekten de düşüncelerimin ana konusu buydu. Chantilly, eskiden, St. Denis Sokağı’nın ayakkabı tamircisiydi, ama sahneye heves ederek Crébillon’un Xerxes adlı trajedisinde, Xerxes rolünü oynamaya kalkmış, bu yüzden de dile düşmüştü.

“Tanrı aşkına söyle,” diye bağırdım, “hangi yöntemle –eğer bir yöntemin varsa– nasıl böyle ruhumun derinliklerine giriyorsun, anlat bana.” Aslında, gösterebildiğimden çok daha fazla bir heyecana kapılmıştım.

“Yemişçi neden oldu,” dedi arkadaşım, “bu kundura tamircisinin Xerxes (et id genis omne) rolü için epeyce kısa boylu olduğu sonucuna varmana yemişçi yol açtı.”

“Yemişçi mi? –şaşırtıyorsun beni– tanıdığım yemişçi filan yok benim.”

“Bu sokağa saptığımız sırada sana çarpan adam –on beş dakika kadar bir şey oldu.”

Hatırlamıştım; C– Sokağı’ndan, bulunduğumuz caddeye saptığımız sırada, başının üstünde koca bir sepet elma taşıyan bir yemişçi istemeyerek bana çarpmıştı; az daha yere yuvarlanacaktım; ama bunun Chantilly ile ne ilgisi olduğunu bir türlü anlayamıyordum.

Bir damla bile olsun şarlatanlığı yoktu Dupin’in. “Açıklayacağım,” dedi, “hepsini anlarsın şimdi; önce, yemişçi ile çarpıştığından bu yana aklından geçirdiğin şeyleri, geriye doğru, bir sıralayalım. Zincirin ana halkaları şöyle gidiyor –Chantilly, Orion, Dr. Nichols, Epicurus, Stereotomy, caddenin taşları, yemişçi.”

Hayatlarının herhangi bir çağında, düşüncelerinin vardığı birtakım sonuçları nasıl elde ettiklerini araştırmamış, böyle sıralamalar yapmaktan tat almamış kimseler pek azdır. Bu iş çoğu zaman ilgi çekicidir; hele ilk olarak deneyenler, başlangıç noktası ile sonuç arasındaki uzaklığı, birbirini tutmazlığı görünce pek şaşırırlar. Fransızın bu sözlerini dinlediğim, söylediklerinin hepsinin doğru olduğunu kabul etmek zorunda kaldığım sırada, ne derece büyük bir şaşkınlığa kapıldığımı, artık siz kestirin. Şöyle devam etti:

“Yanılmıyorsam, C– Sokağı’ndan ayrılırken atlardan söz ediyorduk.

Tartıştığımız son konu buydu. Köşeyi saparken, başının üstünde koca bir sepet taşıyan bir yemişçi sürtünerek yanımızdan geçti, sana biraz hızlıca çarpmış olacak, kaldırımı tamir etmek için kenarda yığılı duran taşlara doğru sendeledin. Oynak bir taşın üstüne basınca ayağın kaydı, topuğun biraz incindi, kızdın, hırçınlaştın, birkaç kelime mırıldandın, dönüp taş yığınına bir baktın, sonra sessizce ilerledin. Yaptıklarına bile bile dikkat etmedim; ama ta eskiden beri gözlem benim için kendiliğinden olagelen, kaçınılmaz bir şeydir.

“Gözlerini yere dikmiştin –canı sıkkın bir halde, kaldırımdaki çukurlara, oyuklara bakıyordun (hâlâ taşları düşünmekte olduğunu bundan anladım); Lamartine Pasajının oraya gelene kadar bu böylece devam etti; orada, bir deneme olarak, kaldırımı tahtadan, küçük taşlar biçiminde kesilmiş, düzgün tahtalardan yapmışlardı. Onları görünce yüzün aydınlandı, dudakların kıpırdadı, ‘stereotomy’ kelimesini mırıldandın, buna kuşkum yok; kesme, biçim verme anlamına gelen bu kelime ile kaldırımın tahtadan oluşu arasında kolayca görülen bir ilgi vardı. ‘Stereotomy’ kelimesini ise, atomları düşünmeden söyleyemeyeceğini biliyordum; atomları düşününce de, Epicurus teorilerini hatırladın; bir zaman önce bu konuyu tartıştığımızda, kozmografya biliminin ileri sürdüğü son nebülöz teorileri ile bu değerli Yunanlının tahminleri arasındaki benzerliğe dokunmuştum; son buluşlarla o tahminlerin doğrulanmakta olduğunu söylemiştim; bunları hatırlayacağın için gözlerini Orion yıldızlarının oradaki büyük nebülöze doğru kaldıracağını umuyordum, bu hareketi yapacağına emindim. Gerçekten de, başını kaldırıp yukarı baktın; böylece, düşüncelerinin akışını doğru olarak takip ettiğimi anladım. ‘Musée’nin dünkü sayısında çıkan o acı yerme yazısında, yazar, Chantilly’nin ayakkabıcı oluşuna dokunan birtakım terbiyesizce sözler söylerken, seninle üzerinde sık sık konuştuğumuz, Latince bir dizeyi aktarmıştı. Hani şu dize: Perdidit antiquum litera prima sonum.


Bunun önceleri Urion diye yazılan Orion ile ilgili olduğunu ta ne zaman anlatmıştım sana; o açıklamayı yaptığım sırada beni öyle bir dinliyordun ki, sözlerimi hiç unutmayacağını anlamıştım. Bu yüzden de Orion ile Chantilly kelimelerinin kafanda birbirini kovalayacağı açıktı. Böyle bir çağrışımın olup bittiğini dudaklarında dolaşan gülümseme belli etti. Zavallı kundura tamircisinin harcanışını düşünüyordun. O ana kadar kendini bırakmış bir halde yürümekteydin; birden doğrulup dikleştiğini gördüm. Bunu gördükten sonra, artık Chantilly’nin ufak tefekliğini düşündüğünden kuşkum kalmadı. İşte tam bu noktada, düşüncelerini keserek, onun –Chantilly’nin– gerçekten pek ufak tefek bir adam olduğunu, Théâtre des Variétés‘ye daha yakışacağını söyledim.”

Bunun üzerinden çok geçmeden bir gün, Gazette des Tribunaux‘nun gece baskılarından birine bakıyorduk, aşağıdaki satırlar dikkatimizi çekti.


“OLAĞANDIŞI CİNAYETLER. – Bu sabah saat üçe doğru St. Roch Mahallesi halkı, birbiri ardına gelen korkunç çığlıklarla uyanmışlar; bu çığlıklar, Morgue Sokağı’nda, Madame L’Espanaye ile kızı Mademoiselle Camille L’Espanaye’in oturmakta oldukları bir evin dördüncü katından gelmekteymiş. Kapıyı içeridekilere güzellikle açtırmak için boşuna harcanan birkaç dakikadan sonra, aralarında iki de jandarma bulunan sekiz on komşu, bir demir çubukla kilidi kırarak içeri girmişler. Bu sırada çığlıklar kesilmişmiş; ama komşular merdivene saldırdıkları anda, evin yukarılarından doğru, kavga eden, kızgın sesler gelmiş. İkinci katın sahanlığına vardıklarında, bu sesler de kesilmiş, her şey tam bir sessizliğe gömülmüş. Komşular hemen dağılıp bütün odaları aramaya başlamışlar. Dördüncü katın arka tarafındaki büyük odaya girince (bu odanın kapısı içeriden kilitli olduğundan kırılarak açılmış) hepsi büyük bir şaşkınlık ve korkuya kapılarak duralamışlar.

“Odanın içi karmakarışıkmış – paramparça edilmiş eşyalar sağda solda darmadağın duruyormuş. Bir tek yatak varmış; onun da şiltesi ta odanın ortasındaymış. Bir sandalyenin üstünde kanlı bir ustura görmüşler. Şöminenin ocağında, iki üç tutam, köklerinden zorla çekilip çıkarılmışa benzeyen, kan içinde, kırlaşmış insan saçı bulunmuş. Yerlerde ise, dört Napolyon altını, bir topaz küpe, üç büyük gümüş kaşık, metal d’Alger’den yapılma üç daha küçük kaşık, içlerinde dört bin franga yakın altın olan iki torba bulunmuş. Bir köşede duran konsolun çekmeleri açıkmış, içleri yağma edilmiş gibi bir haldeymiş ama büsbütün boşaltılmamışlar. Şiltenin altından (yatağın değil) küçük bir demir kasa çıkmış, onun da kapağı açıkmış, anahtarı üstünde duruyormuş. İçinde birkaç eski mektup ile değersiz kâğıtlardan başka bir şey yokmuş.

“Odada Madame L’Espanaye’in varlığını gösteren bir ize rastlanmamış; ama ocakta biraz fazlaca kurum olduğu görülerek baca araştırılmış, (anlatılması bile korkunç!) dar deliğin epeyce yukarılarına itilmiş olan ve tepetaklak duran bir ceset, genç kızın cesedi dışarı çıkarılmış. Daha sıcakmış. Şöyle bir gözden geçirmişler, her yanı yara bere içindeymiş; kuşkusuz bütün bunlar, bacaya sokulduğu, çıkarıldığı sırada olmuş şeylermiş. Yüzünde tırmık izleri, gırtlağında çürükler, derin tırnak yaraları varmış, boğularak öldürülmüşe benziyormuş.

“Evi baştan aşağı iyice araştırıp başka hiçbir şey bulamayan komşular, arkadaki küçük bir taşlığa çıkınca ihtiyar kadının cesediyle karşılaşmışlar; boynu ta dibine kadar kesikmiş, kadını yerden kaldırmaya çalışırlarken başı ayrılıp düşüvermiş. Bütün ceset kırık içindeymiş, parça parçaymış –insana benzer yeri yokmuş.

“Öyle sanıyoruz ki, bu korkunç olayın içyüzünü ortaya dökecek bir ipucu ele geçirilmiş değildir.”

Ertesi günkü gazetede şunlar yazılıydı: “Morgue Sokağı’ndaki Facia. – Bu olağandışı ve korkunç olay dolayısıyla” (olay, yani ‘affaire‘ kelimesinin, Fransa’da, bizde olduğu gibi, öyle önem bakımından hafiflik duygusu veren bir anlamı yoktur) pek çok kimse sorguya çekilmiş, ama durumu aydınlatacak bir bilgi elde edilememiştir. Sorguya çekilenlerin söylediklerini aşağıda veriyoruz.

“Pauline Dubourg, çamaşırcı kadın, öldürülenlerin ikisini de üç yıldır tanıdığını söylüyor; çamaşırlarını yıkarmış. Yaşlı bayanla kızı pek iyi geçinirlermiş –pek severlermiş birbirlerini. Günü gününe para verirlermiş. Ne çeşit bir hayat sürdüklerini, gelirlerinin kaynağını bilmiyor. Madame L.’nin falcılık ettiğini sanıyor. Biriktirilmiş parası olduğu söylenirmiş. Çamaşırları almak için gittiği ya da onları yıkadıktan sonra geri götürdüğü zamanlar, evde başka hiç kimseyle karşılaştığı olmamış. Hizmetçi kullanmadıklarına emin. Sadece dördüncü kat döşeliydi diyor, öbür katlarda eşya yokmuş. “Pierre Moreau, tütüncü, dört yıla yakın bir zamandır, Madame L’Espanaye’e tütün ve enfiye satmakta olduğunu söylüyor. Doğma büyüme o mahalleli. İhtiyar kadınla kızı, aşağı yukarı altı yıldır, öldürüldükleri evde oturuyorlarmış. Daha önce bir kuyumcu otururmuş orada, üst kattaki odaları da çeşitli kimselere kiraya verirmiş. Ev aslında Madame L.’nin malıymış. Kiracısının evi hor kullanmakta olduğunu görünce, onu çıkarıp kendi taşınmış, bir kere de canı yandığı için, boş kalan katları da kiraya vermemiş. İhtiyar kadın çocuk gibiymiş. Kızını ise, tanık altı yıl boyunca ya beş ya altı kere görmüş. Her ikisi de, son derece içe kapanık bir hayat sürüyorlarmış –herkes paralı olduklarına inanırmış. Komşular arasında, Madame L.’nin falcılık ettiği söylentileri dolaşırmış– ama o inanmıyor bu dedikodulara. Evlerinin kapısından içeri, ihtiyar kadınla kızından başka, bir iki kere hamal, sekiz on kere de doktor girdiğini görmüş, o kadar.

“Daha birçok kimseler, komşular, bu sözlere uyan şeyler anlatmışlar. Eve sık sık gelip giden bir tanıdıkları yokmuş. Madame L. ile kızının, yaşayan akrabaları olup olmadığını da kimse bilmiyor. Ön pencerelerin pancurları pek ender açılırmış. Arka pencerelerinkiler ise hep kapalıymış, sadece dördüncü kattaki o büyük arka odanın pancurları açık dururmuş. Ev iyi bir evmiş –çok eski değilmiş.

“Isidore Musét, jandarma, sabah saat üçte çağrıldığını, kapının önünde içeri girmek için uğraşan yirmi, belki de otuz kişi olduğunu söylüyor. Kapıyı kasatura ile açmış –demir çubukla değil. Zor olmamış bu iş, kapı çift kanatlıymış, üstelik alt ve üst sürgüleri de açıkmış. Çığlıklar kapı zorlanana kadar devam etmiş –sonra birdenbire kesilmiş. Çok acı çeken bir insanın (ya da insanların) çığlıklarına benzeyen, yüksek, uzun haykırışlarmış bunlar –kısa, kaçamak şeyler değilmiş. Tanık merdivenden yukarı koşmuş. İlk sahanlığa vardığında, kızgın kızgın kavga eden iki yüksek ses duymuş –biri hırçın, boğukça bir sesmiş, öbürü daha keskinmiş– çok tuhaf bir sesmiş. Birincisinin bazı kelimelerini anlamış, bir Fransızın sesiymiş bu.

Kadın olmadığına emin. Anlayabildiği kelimeler şunlar: ‘sacré‘, ‘diable‘. Keskin ses bir yabancınınmış. Kadın mı, erkek mi, bilemiyor. Ne söylediğini de anlayamamış, dilini İspanyolcaya benzetmiş. Tanık, odanın, cesetlerin halini, dünkü sayımızda okuduğunuz gibi anlatmıştır.

“Henri Duval, bir komşu, mesleği kuyumculuk, eve ilk girenlerden biri olduğunu söylüyor. Genel olarak, Musét’nin söylediklerini doğruluyor. İçeri girer girmez kapıyı kapamışlar, çünkü dışarda, saatin uygunsuzluğuna karşın, kaşla göz arasında toplanmış olan büyük bir kalabalık varmış. Bu tanığa göre, keskin ses bir İtalyanınmış, öyle sanıyor. Fransız değilmiş, buna emin. Erkek sesi olduğuna emin değil. Belki de kadın sesiydi, diyor. İtalyanca bilmezmiş. Kelimeleri seçememiş, konuşanın İtalyan olduğunu sesinin ahenginden anlamış. Madame L. ile kızını tanırmış. İkisiyle de sık sık konuşurmuş. Keskin sesin onlardan birinin sesi olmadığına emin.

“Odenheimer, lokantacı. Bu tanık bildiklerini kendi isteğiyle gelip anlatmıştır. Fransızca konuşamadığı için tercüman yardımıyla sorguya çekilmiştir. Amsterdam’lıymış. Çığlıklar atıldığı sırada evin önünden geçmekteymiş. Dakikalarca sürdü diyor –belki on dakika sürmüş. Uzun, yüksek– çok korkunç, acıklı çığlıklarmış. Tanık eve ilk girenlerden biriymiş. Daha önce söylenenleri her bakımdan doğruluyor, yalnız bir noktada ayrılıyor onlardan. Keskin sesin bir erkek sesi olduğuna emin –hem de bir Fransızmış. Kelimeleri anlayamamış. Yüksek sesle, çabuk çabuk –kesik kesik– söylenen kelimelermiş bunlar, sadece kızgınlık değil, biraz da korku varmış söylenişlerinde. Sonra ses kaba bir sesmiş –keskinliğinden çok, bir kabalığı varmış, durmadan ‘sacré‘, ‘diable‘ kelimelerini tekrarlıyormuş, bir kere de ‘mon Dieu‘ demiş.

“Jules Mignaud, bankacı, Deloraine Sokağı’ndaki Mignaud et Fils bankasının sahiplerinden. İhtiyar Mignaud. Madame L’Espanaye’in bir yerden geliri varmış. 18.. yılının (sekiz yıl önce) ilkyazında onların bankasında bir hesap açtırmış. Sık sık ufak miktarlarda paralar yatırırmış. Ölümünden üç gün önceye kadar da hiç para çektiği olmamış; o gün kendisi gelip 4000 frank almış. Bu miktar altın olarak ödenmiş; parayı eve götürsün diye de kadının yanına kâtiplerden birini katmışlar.

“Adolphe Le Bon, Mignaud et Fils bankasında kâtip, o gün öğleye doğru, iki torba içinde 4000 frank taşıyarak, Madame L’Espanaye ile birlikte, eve kadar gitmiş olduğunu söylüyor. Kapı açılınca, Mademoiselle L. görünerek elindeki torbalardan birini almış, öbür torbayı da ihtiyar kadın almış. Bunun üzerine selam vererek yanlarından ayrılmış. O sırada sokakta hiç kimseyi görmemiş. Sapa bir yan sokaktır –pek gelip geçen olmaz.

“William Bird, terzi, eve ilk girenlerden biri olduğunu söylüyor. İngiliz. İki yıldır Paris’te oturuyor. Merdiveni en önde çıkanların arasındaymış. Kavga eden sesleri duymuş. Hırçın ses bir Fransızınmış, erkek sesiymiş. Birkaç kelimeyi anlamış, ama hepsini hatırlamıyor. ‘Sacré‘ ile ‘mon Dieu‘ kelimelerini iyice duymuş. Bir ara öyle sesler işitmiş ki, birkaç kişinin boğuştuğunu sanmış –ayakların yere sürtünmesinden, itişip kakışmadan çıkacak seslermiş bunlar. Keskin ses epeyce yüksek çıkıyormuş –hırçın sesten daha yüksekmiş. Bu sesi çıkaranın İngiliz olmadığına emin. Alman olduğunu sanıyor. Kadın sesine benzetmiş. Almanca bilmiyor.

“Yukarda adı geçen tanıklardan dördü, yeniden sorguya çekilince, şunları söylemişlerdir: Mademoiselle L.’nin cesedini buldukları odanın kapısı içerden kilitliymiş. Her şey tam bir sessizliğe gömülüymüş –bir inilti ya da herhangi bir gürültü yokmuş. Kapıyı zorlayıp açtıklarında kimseyle karşılaşmamışlar. Arka odanın da, ön odanın da pencereleri kapalıymış, içerden sıkıca sürgülüymüş. İki odanın arasındaki kapı da kapalıymış, ama kilitli değilmiş. Ön odadan aralığa açılan kapı ise içerden kilitliymiş. Önde, gene dördüncü katta, aralığın başındaki küçük odanın kapısı aralıkmış. Bu oda eski şilte, sandık gibi şeylerle doluymuş. Hepsi çekilmiş, kaldırılmış, aranmış. Evin inceden inceye aranmamış olan tek noktası kalmamış. Bacalar tepeden tırnağa gözden geçirilmiş. Dört katlı olan evin bir de tavan arası varmış (çatısı dimdikmiş). Ama tavandaki deliğin kapağı sağlamca çiviliymiş – yıllardır açılmamışa benziyormuş. Kavga eden seslerin duyulması ile oda kapısının kırılıp açılması arasında geçen zamanı, tanıklar pek kestiremiyorlar. Kimi üç dakika diyor – kimi de beş dakika. Kapı epeyce zor açılmış.

“Alfonzo Garcio, müteahhit, Morgue Sokağı’nda oturduğunu söylüyor. İspanyol. Eve girenlerin arasındaymış. Yukarı çıkmamış. Sinirliymiş, fazla heyecanlanıp bir sinir buhranına kapılmaktan korkmuş. Kavga eden sesleri duymuş. Hırçın ses bir Fransızınmış, erkek sesiymiş. Ne söylediğini anlayamamış. Keskin ses bir İngilizinmiş –buna emin. İngilizce bilmiyor, sesin ahenginden anlamış.

“Alberto Montani, pastacı, merdiveni ilk çıkanların arasında olduğunu söylüyor. Sesleri duymuş. Hırçın ses bir Fransızınmış, erkek sesiymiş. Birkaç kelimesini anlamış. Bir şeye engel olmak ister gibiymiş konuşması; üzgünmüş. Keskin sesin kelimelerini ise hiç anlayamamış. Çabuk çabuk, kesik kesik konuşuyormuş. Bu sesin bir Rusa ait olduğunu sanıyor. Öbür tanıkların söylediklerini doğruluyor. Kendisi İtalyan. Hayatında hiç Rus görmemiş.

“Yeniden sorguya çekilen birkaç tanık, dördüncü kattaki bacaların hepsinin son derece dar olduğunu, içersinden bir insanın geçemeyeceğini söylemişlerdir. Bacalar ‘gözden geçirildi’ demekle, temizleme işinde kullanılan silindir biçimindeki fırçaların evin bütün bacalarına sokulup çıkartıldığı anlatılmak istenmiş. Komşular merdivenden yukarı doğru koşarken, bir kimsenin onlara görünmeden aşağı inmesini sağlayacak herhangi bir yol, bir arka merdiven yokmuş. Mademoiselle L’Espanaye’in cesedini bacadan çıkarmak için dört beş kişi bütün güçlerini harcamak zorunda kalmışlar, o kadar sıkışık bir haldeymiş.

“Paul Dumas, doktor, gün ağarmak üzereyken cesetleri muayene etmeye çağrıldığını söylüyor. İkisi de yukardaki odada yatağın üstündeymiş. Genç kızın cesedi yara bere içindeymiş. Bu durumuna, bacaya sokulmuş olması neden gösterilebilirmiş. Boğazında sıyrıklar varmış. Çenesinin hemen altında derin tırnak izleri, parmakların sıkmasıyla oluşmuş mosmor lekeler görülüyormuş. Yüzü korkunç derecede beyazmış, gözleri yuvalarından dışarı uğramış gibi bir haldeymiş, dilinin yarısı kopukmuş, ısırılarak koparılmışa benziyormuş. Midesinin üzerinde, orasına bir dizin dayanmış olduğunu gösteren büyük bir çürük varmış. M. Dumas’ya göre, Mademoiselle L’Espanaye bir ya da birkaç kişi tarafından boğularak öldürülmüştür. Ananın cesedinde iler tutar yer yokmuş. Sağ bacakla sağ kolun bütün kemikleri kırıkmış. Soldaki incik kemiği ile kaburgalar paramparçaymış. Vücudu baştan aşağı çürüklerle doluymuş, mosmormuş. Doktor bunların nasıl, neyle yapıldığını kestirememiş. Ağır bir odun ya da kalın bir demir çubuk –bir sandalye– herhangi büyük, ağır, yara açmadan zedeleyen silahla böyle şeyler yapılabilirmiş, ama bu aletleri çok güçlü bir insan kullanırsa… Hangi silahla olursa olsun, bir kadın böyle darbeler indiremezmiş. Tanık, gördüğü zaman ölünün başı vücudundan ayrıymış; kafatası da paramparçaymış. Gırtlağını kesen, çok keskin bir aletmiş –ustura olması mümkünmüş.

“Alexandre Etienne, operatör, M. Dumas ile birlikte cesetleri muayene etmek için çağrılmış. M. Dumas’nın sözlerini ve düşüncelerini doğruluyor.

“Daha birkaç kişi sorguya çekilmişse de, yukarda okuduklarınızdan başka önemli bir bilgi elde edilememiştir. Bugüne kadar, Paris’te, bu derece anlaşılmaz, her bakımdan karışık bir cinayet daha işlenmiş değildir –bunun gerçekten bir cinayet olup olmadığı bile bilinmiyor. Polis tam bir şaşkınlık içindedir –görülmemiş bir durum karşısındayız. Ortada herhangi bir ipucunun gölgesi bile yoktur.”

Gazetenin gece baskısında, St. Roch Mahallesinin hâlâ heyecan içinde olduğu –evin yeniden dikkatle araştırıldığı, tanıkların tekrar sorguya çekildikleri, ama hiçbir sonuca varılamadığı bildiriliyordu. Son dakikada alınan bir habere göre de, Adolphe Le Bon tevkif edilerek cezaevine gönderilmişti –ama suçu ona yükleyecek yeni bir bilgi, bir ipucu elde edilmiş değildi.

Dupin bu olayın gösterdiği gelişmelere karşı büyük bir ilgi duyuyordu –takındığı tavırdan anlıyordum bunu; düşüncelerini söylemiyor, konuşmuyordu. Le Bon’un cezaevine gönderildiğini okuyunca, bana cinayetler için ne düşündüğümü sordu.

Bütün Paris gibi ben de bunun anlaşılmaz, içinden çıkılmaz bir olay olduğunu kabul ediyordum. Cinayeti işleyenin izini ele geçirmeye yarayacak herhangi bir çare göremiyordum.

“Öyle bir çare bulunup bulunamayacağını,” dedi Dupin, “bu sorgu taslağına dayanarak söylemeye kalkarsak yanılırız. Becerikliliği ile ün salmış olan Paris polisi sadece kurnazdır, o kadar. İçinde bulundukları an neyi gerektirirse onu yaparlar, doğru dürüst bir yöntemleri yoktur. Bir sürü önlem alırlar, ama çoğu zaman, bunlar amaçtan öylesine uzak şeylerdir ki insan Monsieur Jourdain’in müziği iyi duymak için sabahlığını istemesini hatırlar. Sık sık, herkesi şaşırtan sonuçlar elde ederler, ama bütün başarılarını çalışkanlıklarına, hareketliliklerine borçludurlar. Bu gibi niteliklerin çözemeyeceği bir durumla karşılaştılar mı, planları hep boşa çıkar. Vidocq, örnekse, iyi tahmin yürüten, tuttuğunu sonuna kadar götüren bir adamdı. Ama düşüncesi gereken eğitimi görmemişti; araştırmalarının ateşliliği yüzünden durmadan yanılırdı. Her şeye çok yakından bakması görüşlerinin darlaşmasına neden oluyordu. Bir iki noktayı olanca açıklığıyla görür, ama bunu elde etmek için bütünü gözden kaçırırdı. Gereğinden fazla derine inerdi. Gerçek her zaman bir kuyunun dibinde değildir. Daha önemli bilgi alanlarına bakıyorum da, onun hep yüzeyde olduğuna inanıyorum. Biz onu vadilerin derinliklerinde ararız, o ise dağların tepesindedir. Bu gibi yanılmalara neden, nasıl düşüldüğünü anlamak isteyenler gök cisimlerini seyretsinler. Bir yıldıza şöyle bir bakıp geçmek – yan gözle bakmak, retina‘nın kıyılarına aksetmesini sağlayacağı için (kıyıları hafif ışıklara karşı ortasından daha duyarlıdır), o yıldızı iyice görmek demektir – parıltısını tam olarak tatmak demektir – bakışlarımızı doğrudan doğruya onun üzerine çevirdik mi donuklaşıverir. Gerçi bu durumda göze daha çok ışık gelir, ama öbür durumda tertemiz bir kavrayış gücü vardır. Yersiz bir derinlik düşünceyi karıştırır, zayıflatır; bir noktaya toplanmış, devamlı, dümdüz bir dikkatle bakarsanız, Çoban Yıldızı bile gökyüzünden silinip yok olabilir.

“Bu cinayetlere gelince, bir karara varmadan önce, kendimiz bazı incelemelere girişelim. Böyle bir araştırma insanı epeyce eğlendirir, (bu kelimeyi kullanması tuhafıma gitmişti, ama sesimi çıkarmadım) üstelik Le Bon’un bana bir işte yardımı dokunmuştu, ben de ona yardım etmek isterim. Gidip kendi gözlerimizle bir görelim şu evi. Emniyet Müdürü G – tanıdığımdır, gerekli izni almak için zorluk çekeceğimi sanmıyorum.”

İzin alındı, hemen Morgue Sokağı’na gittik. Richelieu Caddesi ile St. Roch Caddesini birleştiren karanlık ara sokaklardan biriydi. Bizim oturduğumuz yerden epeyce uzak olduğu için, oraya ancak akşamüzerine doğru vardık. Evi kolayca bulduk; çünkü yolun karşı kıyısında, önüne geçilmez bir merakla kapalı pancurlara bakmakta olan birçok insan vardı. Önündeki küçük giriş avlusu, onun bir kıyısındaki, kutu gibi, sürgülü pencereli kapıcı odası ile, bildiğimiz Paris evlerindendi. İçeri girmeyip yol boyunca yürüdük, bir yan sokağa saptık, sonra bir daha saptık, evin arkasına geldik –bu arada, Dupin, evi olduğu kadar çevresindeki şeyleri de, nedenini bir türlü kestiremediğim aşırı bir dikkatle, inceden inceye gözden geçiriyordu.

Geri dönüp ön kapıya gittik, zili çaldık, izin kâğıtlarımızı göstererek içeri girdik. Dördüncü kata –Mademoiselle L’Espanaye’in bacasında bulunmuş olduğu odaya çıktık, cesetlerin ikisi de oradaydı. Oda karmakarışıktı, polisler hiçbir şeyin yerini değiştirmemişlerdi. Benim gördüklerim, Gazette des Tribunaux‘de anlatılanlara tamamıyla uyuyordu, gazetede hepsi iyice anlatılmıştı. Dupin her şeyi dikkatle inceledi –cesetleri muayene etti. Derken öbür odaları dolaşarak aşağıdaki taşlığa indik; bütün bu işleri yaparken yanımızda bir de jandarma vardı. Araştırmamız karanlığa kadar sürdü, sonra ayrıldık. Eve dönerken, arkadaşım gündelik gazetelerden birinin yönetimevine uğradı.

Dediğim gibi, dostumun türlü türlü kaprisleri vardı ve işte Je les ménagais:–dilimizde bu sözün karşılığı yoktur. Ta ertesi gün öğlene kadar cinayet üzerine tek kelime söylemedi. Sonra, birdenbire, o katı yüreklilik sahnesinde dikkatimi çeken, tuhafıma giden bir şey olup olmadığını sordu.

Bu “tuhaf” kelimesinin üzerine basarken öyle bir eda takınmıştı ki, nedenini bilemediğim bir korkuyla irkildim.

“Hayır, tuhafıma giden bir şey olmadı,” dedim; “gazetede okuduklarımızdan başka bir şey dikkatimi çekmedi.”

“Gazette des Tribunaux,” dedi, “korkarım, bu işin eşi görülmemiş dehşetini kavrayamamış. Ama şimdi onun saçma düşüncelerini bir yana bırakalım. Bana öyle geliyor ki, bu cinayetlere çözülmez, içinden çıkılmaz bilmecelermiş gibi bakılmasına, aslında onların çözülmesine en çok yardımı dokunacak şeyler neden oluyor –işin dış görünüşündeki başkalıktan, tuhaflıktan söz etmek istiyorum. Polisi şaşırtan – cinayetlerin kendisi değil– işlenişindeki acımasızlık; neden bu kadar katı yüreklilikle hareket edilmiş, onu anlayamıyorlar. Sonra, birleştirilmeleri olanaksızmış gibi görünen birtakım gerçekler var –duyulan sesler; öldürülmüş olan Mademoiselle L’Espanaye’den başka, odada hiç kimsenin bulunmaması; yukarı doğru çıkan komşulara görünmeden kaçmayı sağlayacak bir yolun olmayışı– işte bu durum polisi kararsızlığa götürüyor. Odanın karmakarışıklığı; tepetaklak, bacanın içine sokulmuş olan ceset; ihtiyar kadının paramparça edilişindeki korkunçluk; bunlara, az önce anlattıklarım ve anlatılmasında bir yarar görmediğim birkaç şey daha katılınca, hükümet memurlarının gücü sıfıra indi, dillere destan beceriklilikleri işe yaramaz oldu. Alışılmamış ile anlaşılmazı birbirine karıştırmak gibi kötü, ama sık sık görülen bir hataya düştüler. Oysa düşüncenin gerçeğe doğru gidişine asıl bu alışılmamış şeylerin yardımı dokunur. Böyle araştırmalarda, ‘ne olmuş’ sorusundan çok, ‘görülmemiş bir şey olmuş mu?’ sorusu sorulmalıdır. Bu olayı çözmek polise ne kadar zor geliyorsa, bana da o kadar kolay gelecek ya da geldi.”

Ona sessiz bir şaşkınlık içinde bakıyordum.

“Şimdi birini bekliyorum,” diye devam ederken, oda kapısına bir göz attı, “şimdi birini bekliyorum, doğrudan doğruya suçlu değilse bile, cinayetlerin işlenmesiyle ilgisi olan bir kimse. İşin kötü yanlarında parmağı olduğunu sanmıyorum. Bu tahminimde yanılmadığımı umarım; çünkü bütün düşüncelerim onun üzerine kurulu. Adamı, her an, burada –bu odanın içinde– bekliyorum. Belki gelmez; ama bence gelecek. Gelirse yakalayacağız. İşte tabancalar; gerekirse onları nasıl kullanacağımızı ikimiz de biliyoruz.”

Tabancaları aldım, ne yaptığımın farkında bile değildim. Duyduklarıma inanamıyordum; Dupin sanki kendi kendine konuşur gibi sözlerine devam ediyordu. Böyle zamanlarda tavırlarına bir anlaşılmazlık geldiğini, daha önce söylemiştim. Konuşması bana yöneltilmişti; ama sesi, hiç de yüksek olmadığı halde, ta uzaklardaki bir insana göre ayarlanmış gibiydi. Boş boş bakan gözlerini duvara dikmişti.

“Komşuların merdiveni çıkarken duydukları kavgacı sesler,” dedi, “kadınların sesleri değildi; sorgu sırasında söylenenler bunu açıkça gösteriyor. O halde, ihtiyar kadının önce kızını, sonra da kendini öldürmüş olduğunu düşünemeyiz. Bu noktaya salt yöntemin hatırı için dokunuyorum; yoksa Madame L’Espanaye’in gücü, kızının cesedini bacanın içine sokmaya yetmezdi; sonra kendi cesedindeki bereler de intihar etmediğini açıkça gösteriyor. Demek ki cinayeti işleyen bir üçüncü grup vardı; duyulan kavgacı sesler de onların sesleriydi. Şimdi dikkatimi –tanıkların bu sesler üzerine söylediklerine değil de– söylenenlerin tuhaf yanlarına çevireceğim. Senin tuhafına giden bir şey var mıydı?”

Hırçın sesin bir Fransızın, bir erkeğin olduğunda bütün tanıkların birleştiğini; buna karşılık, keskin ses ya da birisinin dediği gibi kaba ses üzerinde bir türlü anlaşamadıklarını söyledim.

“Bu elde edilen bilgi,” dedi Dupin, “insanın tuhafına gidecek bir şey yok bunda. Demek farkında değilsin, göremedin. Oysa görülecek bir şey vardı. Dediğin gibi, hırçın ses üzerinde bütün tanıklar birlikti; bu noktada anlaşıyorlardı. Keskin sese gelince, işin tuhaflığı –tanıkların bir türlü anlaşamamalarında değil– bir İtalyan, bir İngiliz, bir İspanyol, bir Hollandalı ve bir Fransızın, hep birlikte, bu sesin bir yabancının sesi olduğunu söylemelerindeydi. Hepsi de bu sesin kendi memleketlerinden bir insanın sesi olmadığına emin. Sonra, hangi ulustan olduğunu tahmin ederlerken de, hep, bilmedikleri –şöyle bir duymuş oldukları– dillere kaçıyorlar. Fransız, İspanyol sesiydi diyor, ‘İspanyolca bilseymiş, birkaç kelimesini seçebilecekmiş.’ Hollandalıya göre, ses bir Fransızın; ama bir de bakıyoruz, ‘Fransızca bilmediği için tercüman yardımıyla sorguya çekilmiş.’ İngilize sorarsan, Alman sesi, kendisi ‘Almanca bilmiyor’. İspanyol, sesin bir İngilizin olduğuna ’emin’, ‘ahenginden anlamış’, ‘çünkü İngilizce bilmiyor.’ İtalyan, sesin sahibinin bir Rus olduğuna inanıyor, ‘hayatında hiç Rus görmemiş.’ Bir ikinci Fransız, birincisiyle uyuşamıyor, ona göre ses bir İtalyanın; ama İtalyanca bilmediğinden, İspanyol gibi, ‘ahenginden anlamış.’ Şimdi, tanıkların bu kadar birbirini tutmaz şeyler söyleyebilmeleri için, duydukları sesin son derece tuhaf, alışılmamış bir ses olması gerekiyor –öyle ki, Avrupa’nın beş büyük memleketinin insanları bu seste kendilerine bir yakınlık bulamıyorlar! O halde bir Asyalının sesiydi diyeceksin –ya da bir Afrikalının. Paris’te, ne Asyalılar, ne de Afrikalılar pek çok değildir; ama vardığımız bu sonucu yalanlamadan, üç noktaya dikkatini çekeceğim. Tanıklardan biri sesin ‘keskin değil de kaba’ olduğunu söylüyor. İkisi de, ‘çabuk çabuk, kesik kesik‘ konuşuyordu diyorlar. Tanıklardan hiçbiri kelime –ya da kelimeye benzer sesler– duymamış, seçememiş.”

“Buraya kadar anlattıklarım,” diye devam etti Dupin, “sende ne etki yarattı, bilmiyorum; ama, ben, tanıkların bu sözlerinden –hırçın ve keskin sesler üzerine söylediklerinden– çıkan akla yakın sonuçların, bu işi çözmek için girişeceğimiz, her türlü araştırmalara yol gösterebilecek bir kuşku yaratmakta olduğunu söylemekten çekinmeyeceğim. ‘Akla yakın sonuçlar’ demekle düşüncemi iyice anlatamadım. Bu sonuçların kendi başlarına güvenilir şeyler olduklarını, o kuşkunun ise bunların kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıktığını anlatmak istiyorum. Bunun ne gibi bir kuşku olduğunu daha söylemeyeceğim. Ama, benim üzerimdeki etkisinin, odada yaptığım araştırmalara bir biçim verecek –bir yol çizecek– kadar güçlü olduğunu bilmeni istiyorum.

“Şimdi kendimizi o odaya gitmiş sayalım. Önce ne arayacağız? Cinayetleri işleyenlerin hangi yoldan kaçtıklarını. İkimizin de doğaüstü şeylere inanmadığımızı söylemekle aşırılık etmiş olmayacağımı sanıyorum. Madame ve Mademoiselle L’Espanaye’i ruhlar öldürmedi. Bu işi yapanlar elle tutulur varlıkları olan kimselerdi; bir yolunu bulup kaçtılar. Öyleyse, nasıl? Bunu çözmek için bir tek düşünüş yolu var; kolayca kesin bir karara varabiliriz. Birer birer, bütün kaçma yollarını gözden geçirelim. Komşular merdivenden çıkarlarken, cinayeti işleyenlerin Mademoiselle L’Espanaye’in ölüsünün bulunduğu odada ya da onun yanındaki odada oldukları açık bir gerçek. Öyleyse aradığımız çıkış yolu da bu iki odanın içinde. Polis döşemeleri, tavanı, bütün duvarları iyice yoklamıştır. Gizli bir yol olsa, hemen bulurlardı, böyle işlerde uyanıktırlar. Ama ben gene de onlara güvenmeyip hepsini kendi gözlerimle inceledim. Gizli bir geçit yoktu. Odalardan aralığa açılan iki kapı da içerden kilitliydi. Bir de bacalara bakalım. Bunlar ocaktan sekiz on ayak yukarılarına kadar bildiğimiz genişlikteydiler, daha yukarıları ise büyücek bir kedinin geçemeyeceği kadar dardı. Bu saydığımız yollardan kaçmanın olanaksızlığı anlaşıldıktan sonra, iş pencerelere kalıyor, ön odanınkilerden, sokaktaki kalabalığa görünmeden kaçılamaz. Öyleyse cinayeti işleyenler arka odanın pencerelerinden geçmiş olacaklar. Şimdi, böylesine kesin bir yoldan vardığımız bir sonucu, salt görünüşteki olanaksızlıklara bakarak geri çevirmeye kalkmak, bizim gibi, düşünceye saygı besleyen kimselere yakışmaz. Bize düşen, görünüşteki bu ‘olanaksızlıkların’ gerçek olmadığını kanıtlamaktır.

“Odada iki pencere var. Birisinin önünde eşya yok, bütünüyle ortada. Öbürü ise kıyısına dayalı olan hantal yatağın başıyla yarı yarıya örtülü. İlkinin içerden sıkıca kapalı olduğu görülmüş. Kaldırmaya çalışanlar olanca güçlerini harcadıkları halde yerinden kıpırdatamamışlar. Çerçevenin solunda büyücek bir delik varmış, içine de, ta köküne kadar, koca bir çivi sokuluymuş. Öbür pencereyi araştırınca gene öyle bir çivi bulmuşlar; o da sıkıca kapalıymış, açılmıyormuş. Polis, bunun üzerine, pencerelerden kimsenin çıkmamış olduğu düşüncesine varmış. Bu yüzden de, çivileri çekip onları açmamış, boşuna yorulmak istememişler.

“Ben incelemelerimde biraz daha titiz davrandım, nedenini de söyledim, biliyorsun –görünüşteki olanaksızlıkların gerçek olmadığını kanıtlamak zorundaydım.”

Düşüncelerime şöyle devam ettim –a posteriori. Cinayeti işleyenler bu pencerelerden birinden kaçmışlardı. Öyleyse onları içerden kapatıp sürgülemiş olamazlardı; –polisin araştırmalarını başka yola çevirmesine neden olan düşünce. Ama pencereler sürgülüydü. Öyleyse kendi kendilerine sürgülenebilmeleri gerekiyordu. Bu sonuçtan kurtuluş yoktu. Önü açık olan pencereye gittim, epeyce zorlukla çiviyi çıkardım, kaldırmaya çalıştım. Açılmıyordu, tahminim boşa çıkmamıştı. Gizli bir yay vardı; gerçi çivilerin neye yaradığını daha anlayamamıştım, ama bu tahminimde yanılmamış olmam, öbür düşüncelerimin de doğru olduğunu gösteriyordu. Dikkatli bir araştırma ile kısa zamanda gizli yayı buldum. Üstüne bastım, bu buluşum yeterdi, pencereyi kaldırmadım.

“Çiviyi yerine sokup iyice gözden geçirdim. Bu pencereden çıkmış olan bir kimse, onu dışardan kapatabilir, yay da kilitlenmesini sağlardı –ama çivi deliğe sokulamazdı. Bu sonuç da açıktı ve araştırma alanımı daraltıyordu. Cinayeti işleyenler öbür pencereden kaçmış olacaklardı. Onun da böyle bir yayı vardı elbette; çiviler arasında ya da, hiç olmazsa, çivilerin takılış şekilleri arasında bir fark bulacağımı umuyordum. Yatağın kıyısına çıkarak başındaki tahtanın üzerinden öbür çerçeveye baktım. Elimi tahtanın arkasına uzatıp kolayca yayı buldum; bastım; tahmin ettiğim gibi bu yay da tıpkı öteki penceredekinin eşiydi. Çiviye baktım. Öbür çivi kadar büyüktü, aynı biçimde takılmıştı –ta köküne kadar sokulmuştu içeri.

“Bunu görünce şaşırmış olduğumu söyleyeceksin; ama öyle düşünüyorsan, çıkardığımız sonuçları hiç anlamamışsın demektir. Bir müzik deyimi kullanarak söyleyeyim, bir tek ‘falso’ bile yapmamıştım. Bir an olsun, ipin ucu kaçırılmış değildi. Zincirin halkalarında çatlak yoktu. İşi son noktasına kadar getirmiştim –son nokta çiviydi. Dediğim gibi, bu çivi, her bakımdan, öbür penceredekine benziyordu; ama, ucunu tuttuğumuz ip buraya gelip dayanmıştı; görünüş (ne kadar inandırıcı olursa olsun) düşünceyi şaşırtamazdı. ‘Çivide bir bozukluk olması gerek,’ dedim. Dokundum; başı ile yarım parmak kadar bir yeri elimde kaldı. Üst yanı deliğin içindeydi. Kırık eskiydi (kıyıları paslanmıştı), çekiçle vurularak kırılmışa benziyordu, çivinin başı çerçevenin içine gömülmüştü. Elimdeki parçayı yerine yerleştirdim –kırık olduğu hiç belli değildi. Yaya basarak pencereyi birkaç parmak araladım; çivinin başı onunla birlikte yükseldi, deliğin içinde öylece duruyordu. Pencereyi kapadım, çivi gene eski durumunu aldı, bütünmüş gibi görünüyordu.

“İşin buraya kadarı çözülmüştü. Cinayeti işleyen, yatağın başucundaki pencereden kaçmıştı. O dışarı çıktıktan sonra pencere kendiliğinden kapanmış (ya da çıkan bile bile kapamış), yay da kilitlenmesini sağlamıştı; polis, yayın farkında olmadığı için, çivinin karşı koyduğunu sanmış –daha ilersini araştırmayı gerekli bulmamıştı.

“Bundan sonraki sorun, aşağı nasıl inildiğidir. Evin çevresini dolaştığımız sırada bu noktayı aydınlatacak bilgiyi elde etmiştim. Pencerenin iki metre kadar yakınından kalın bir paratoner teli geçiyordu. Herhangi bir kimsenin bu telden pencereye kadar uzanması mümkün değildi, hele içeri girmesi düşünülemezdi bile. Bunun yanı sıra, bir şey daha dikkatimi çekti, dördüncü katın pancurları, Parisli doğramacıların ferrades adını verdikleri biçimdeydi – bu çeşit pancurlar günümüzde kullanılmıyor, ama Lyon’un, Bordeaux’nun eski yapılarında pek boldur. Bildiğimiz kapılara benzerler (tek kanatlı kapılara, çift kanatlılara değil); sadece bunların alt yarıları kafes kafes ya da çubuk çubuktur –öyle ki bir kimse oralarına rahatça tutunabilir. Evin dördüncü katındaki bu pancurların genişliği bir metreden fazlaydı. Arka sokaktan baktığımızda, ikisi de yarı yarıya açıktı –yani duvara dik olarak duruyorlardı. Polis de, benim gibi, evin arkasını gözden geçirmiştir belki; ama pancurlara kıyılarından doğru baktıklarından (başka türlü bakamazlardı) böylesine geniş olduklarını görmemişlerdir ya da görmüşlerse bile, önemini anlamamışlardır. Bu yoldan kaçılamayacağına inandıklarından buraları gelişigüzel gözden geçirmiş olacaklar. Ben her şeyi iyice görmüştüm, yatağın başucundaki pencerenin pancuru duvara dayanacak kadar açılırsa, paratoner teliyle aralarında altmış santim kadar bir uzaklık kalırdı. Görülmemiş bir çeviklik ve cesaretle, telin oradaki bir kimse pancura tutunarak pencereden içeri atlayabilirdi. Yetmiş santim uzanan bir hırsız (pancur iyice açıksa tabii) kafeslere sıkı sıkı tutunabilirdi. O zaman, teli bırakıp ayaklarını duvara dayar, yaylanarak pancurun kapanmasını sağlar, ve, pencere de açıksa, odanın içine atlayıverirdi.

“Böylesine tehlikeli, zor bir işi başarmak için, görülmemiş bir çeviklik gerektiğini söyledim, bunu sakın unutma. Sana, önce, pencereden içeri girilebileceğini anlatmak istiyorum: – sonra da, daha önemlisi, böyle bir işi başarmış olan bir kimsedeki olağanüstü –hatta doğaüstü çevikliğe dikkatini çekmeye çalışıyorum.

“Kuşkusuz, hukuk dilini kullanarak, ‘davamı kanıtlamak için’, bu işin gerektirdiği çevikliğin üstüne basmamam, tam tersine, pek zor bir şey olmadığını göstermeye çalışmam gerektiğini söyleyeceksin. Hukuk öyle yollara sapar, ama düşünce sapmaz. Benim tek isteğim gerçeğe ulaşmaktır. Şu anda ise, senin kafanda bir çağrışım yaratmaya uğraşıyorum; bir yanda görülmemiş bir çeviklik, öte yanda, hangi ulustan olduğu üzerine iki kişinin bile anlaşamadığı, söylediklerinin tek hecesi seçilemeyen, tuhaf, keskin (ya da kaba), kesik kesik konuşan ses; bu ikisini birleştiresin istiyorum.”

Bu kelimeler üzerine, kafamda, Dupin’in ne demek istediği üzerine, iyice seçilemeyen, yarı biçimlenmiş bir düşünce dolaştı. Tam kıyısına gelmiştim, bir şeyler anlayacaktım, ama sanki anlama gücüm kalmamıştı –hani bazen insan bir şeyi hatırlayacak gibi olur da, bir türlü hatırlayamaz. Arkadaşım konuşmasına devam etti.

“Görüyorsun,” dedi, “sorunu, kaçıştan içeri girişe çevirdim. İkisinin de aynı yoldan, aynı biçimde olduğunu belirtmek istiyorum. Şimdi, gene odanın içine dönelim. Orada göreceğimiz şeyleri inceleyelim. Konsolun çekmeleri, diyorlar, yağma edilmiş gibi bir haldeymiş, ama büsbütün boşaltılmamışlar. Bu saçma bir söz. Sadece bir tahmin –hem de çok aptalca– o kadar. Çekmelerde daha başka eşyaların da bulunduğunu nerden bilebiliriz? Madame L’Espanaye ile kızı, son derece içe kapanık bir hayat sürüyorlarmış –kimseyle görüşmezlermiş– evden dışarı pek az çıkarlarmış –demek ki öyle sık sık kılık değiştirmeleri gerekmiyormuş. Çekmelerde kalmış olan eşyalar bu kadınların kullanabileceği eşyaların en iyileriydi. Bir hırsız buradan bir şey aldıysa, neden en iyilerini almamış – neden hepsini almamış? Dahası var, neden dört bin frank altın parayı bırakmış da, birkaç parça çamaşırı yüklenmiş? Altınlar olduğu gibi bırakılmıştı. Monsieur Mignaud’nun, bankacının, söylediği paranın hemen hepsi torbaların içinde, yerde bulundu. İşte bu nedenden Le Bon’un paraları eve kadar taşımış olmasından doğan kuşkuları bir yana bırakmanı, polisin düştüğü hataya düşmemeni istiyorum. Bundan (paranın verilmesi, üç gün sonra da alanın öldürülmesinden) on kat daha kötü rastlantılar, hayatımızın her saatinde, hepimizin başına gelir, çoğunun farkına bile varmayız. İnsanoğlunun en parlak buluşlarına dahi yol göstermiş olan bir olasılıklar kuramı vardır –işte bu gibi rastlantılar o kuram üzerine hiçbir şey bilmeyen düşünürler için, kolay kolay aşılamayacak engellerdir. Altınlar çalınsaydı, üç gün önce bankadan çekilmiş olmalarına, sadece bir rastlantı diyemezdik. O zaman cinayetin para için işlendiği kuşkusu güçlenirdi. Ama şimdiki durumda, böyle bir şeye inanırsak, suçlunun, ne yaptığını bilmeyen bir budala olduğunu kabul etmek zorunda kalırız; öyle bir budala ki, işlediği cinayetlerin nedenini, altınları unutup kaçıyor.

“Şimdi, dikkatini çektiğim noktaları – tuhaf sesi, görülmemiş çevikliği, bu derece acımasızca işlenen bir cinayetteki neden yokluğunu– göz önünde tutarak doğrudan doğruya öldürme olayına bakalım. İşte bir kadın, parmakların gücüyle boğulduktan sonra, tepetaklak, bir bacanın içine sokulmuş. Bildiğimiz katiller böyle cinayet işlemezler. Hele öldürdükleri kimseyi böyle saklamaları görülmüş şey değildir. Cesedin bacaya sokuluşunda aşırı bir tuhaflık olduğunu sen de kabul edersin sanıyorum –en soysuzlaşmış insanların bile bu kadar tuhaf bir harekette bulunacaklarını akıl almıyor. Sonra, düşün, birkaç kişinin bütün güçlerini harcayarak zorla aşağı indirebildikleri cesedi, o daracık deliğin ta yukarılarına kadar itebilmek için ne büyük bir güç gerek!

“Şimdi, bu cinayetin gerçekten şaşkınlık verici bir güçle işlendiğini gösteren öbür kanıtlara geçelim. Ocakta tutam tutam –epeyce de kalındı bu tutamlar– kırlaşmış insan saçı vardı. Kökleriyle çıkarılmışlardı. İnsanın kafasından, değil böyle tutamla, yirmi otuz kılı bile bir arada koparabilmek için ne büyük bir güce sahip olmak gerektiğini bilirsin. O saçları sen de gördün benim gibi. Köklerinde (korkunçtu çok!) topak topak deriler duruyordu –böyle yarım milyona yakın kılı birden koparmak için, nasıl bir güç kullanıldığı açıkça görülüyordu. İhtiyar kadının sadece gırtlağı kesilmemiş, başı vücudundan ayrılmıştı: üstelik alet de bir ustura. Bütün bu işlerdeki canavarca yırtıcılığa dikkatini çekmek istiyorum. Madame L’Espanaye’in vücudundaki çürüklerden söz açacak değilim. Monsieur Dumas ile değerli arkadaşı Monsieur Etienne, bunların kesici olmayan bir alet kullanılarak yapıldığını söylüyorlar; çok doğru. Kesici olmayan alet de avlunun taşları, kadın yatağın başucundaki pencereden aşağıdaki taşlığa düşmüş. Gerçi şimdi basit görünüyor, ama bu nokta da, pancurların genişliği gibi, polisin gözünden kaçtı – çünkü, çivilerin durumu yüzünden, pencerelerin hiç açılmamış olduğu düşüncesine körükörüne saplanmışlardı.

“Bütün bunların yanı sıra, odanın karmakarışık halini de gözünde canlandırırsan, şu gerçekleri bir araya toplayabiliriz: şaşılacak bir çeviklik, insanüstü bir güç, canavarca bir yırtıcılık, cinayetlerin nedensiz işlenmiş olması, insanlıktan uzak bir korkunun yarattığı tuhaflıklar, birçok ulustan kimselerin kulaklarına yabancı gelen, tek hecesi bile anlaşılamayan, seçilemeyen bir ses. Bunlardan çıkan sonuç nedir? Bütün bu sözler sende ne gibi hayaller yaratıyor?”

Dupin bu soruyu sorarken ürperdiğimi hissettim. “Bir deli,” dedim, “bir deli yapmış olacak bu işi –saldırgan bir deli, yöredeki bir Akıl Hastanesi’nden kaçmıştır.”

“Bazı bakımlardan,” diye cevap verdi, “bu düşüncen de uygun görünüyor. Ama delilerin sesi, en korkunç çılgınlık nöbetlerinde bile, merdivende duyulan sese benzemez. Deli de olsa, her insan bir ulusun özelliklerini taşır; sonra, konuşmaları da, gerçi saçma sapandır, ama heceleri, kelimeleri pekâlâ anlaşılır. Üstelik bir delinin kılları şu elimde tuttuklarıma benzemez. Bu kılları Madame L’Espanaye’in katılaşmış parmaklarının arasından çıkardım. Bakalım ne diyeceksin bunlara!”

“Dupin!” dedim, sinirlerim iyice gevşemişti; “bu kıllar çok tuhaf –insan kılı değil bunlar.”

“Ben de tersini söylemiyorum,” dedi; “ama, bu noktada kararımızı vermeden önce, şu kâğıda çizmiş olduğum resme bir bakmanı istiyorum. Mademoiselle L’Espanaye’in ‘gırtlağında çürükler, derin tırnak yaraları’ görülmüştü, Monsieur Dumas ile Monsieur Etienne de bunları ‘parmakların sıkmasıyla oluşmuş mosmor lekeler’ diye anlatıyorlardı; işte bu resim onların kopyası.

“Sen de göreceksin ya,” diye devam ederek kâğıdı masanın üstüne, önümüze yaydı, “sımsıkı, sarsılmaz bir kavrayış bu, çürüklerin biçimi öyle gösteriyor. Parmakların yerleri hiç değişmemiş, kaymamış. Her parmak –ta kız ölene kadar– ilk tuttuğu, ilk gömüldüğü yerde kalmış. Şimdi sen kendi parmaklarını şu gördüğün izlerin üzerine yerleştirmeyi bir dene bakalım.”

Denedim, ama boşuna.

“Belki de bu denemeyi yanlış yapıyoruz,” dedi. “Kâğıt düz bir yerde duruyor; oysa insanın gırtlağı silindir biçimindedir. İşte burada bir odun var; çevresi aşağı yukarı kızın boynunun çevresine yakın. Kâğıdı ona sarıp aynı denemeyi bir daha yapalım.”

Dediğini yaptım; ama, bu kez parmaklarım kâğıdın üstündeki resme ilki kadar da uymadı. “Bunlar,” dedim, “bir insan elinin izleri değil.”

“Şimdi,” dedi Dupin, “Cuvier’nin şu parçasını oku.”

Doğu Hint Adalarında yaşayan büyük, koyu renk orangutanların yapısını inceden inceye anlatan, yaşayışları üzerine genel bilgiler veren bir yazıydı. Bu memeli hayvanın dev gibi boyunu, insanı şaşırtan gücünü, çevikliğini, yırtıcılığını, taklit hevesini herkes bilir. Birden cinayetin bütün korkunçluğunu anlayıvermiştim.

“Pençelerin tanımı,” dedim, okumamı bitirerek, “resme tıpatıp uyuyor. Çizdiğin çürükleri, öyle bir orangutandan başka hiçbir hayvan yapamaz. Bulduğun koyu renk kıllar da, tıpkı Cuvier’nin anlattıklarına benziyor. Gene de bu korkunç olayda, kendi kendime açıklayamadığım bazı noktalar var. Kavga eden iki ses duyulmuştu, bunlardan birinin Fransız sesi olduğu da yüzde yüzdü.”

“Doğru; o sesin söylediği şeyi de hatırlıyorsun elbette –mon Dieu! Tanıklardan biri (Montani, pastacı) bunun söylenişinde bir karşı koyma hissetmişti; Fransız, bir şeye engel olmak ister gibi konuşuyormuş; üzgünmüş. İşte, onun için, bilmeceyi çözme umudumu bu iki kelimenin üzerine kurdum. Bir Fransız, cinayetlerin nasıl işlendiğini biliyor, hepsini gördü. Kanlı işlere karışmamış olması olası – hatta olasıdan da fazla bir şey. Orangutanı elinden kaçırmıştır. Odaya kadar gelmiştir arkasından –ama gördüklerinin heyecanı içinde, hayvanı tekrar yakalayamamıştır. İzini de yitirmiştir. Bu tahminleri daha ileri götürmeyeceğim –tahmin diyorum, çünkü onlara bundan fazla bir değer verilemez–, dayandıkları düşünce gölgelerini kendim bile iyice seçemiyorum, tartamıyorum; bu yüzden de onları bir başkasına anlatabilmem çok zor, daha ileri gitmeyeceğim. Söylediklerimi de birer tahmin olarak anacağız. Fransız gerçekten suçsuzsa, bu acımasızca işlenmiş cinayetlere karışmadıysa; dün gece, eve dönerken, Le Monde gazetesine verdiğim şu ilan (denizcileri savunduğu için, daha çok onlar okur bu gazeteyi), onu buraya getirecektir.”

Bir kâğıt verdi elime; şunlar yazılıydı: “YAKALANDI – Bu ayın –––– günü, erken saatlerde (cinayetin işlendiği sabah), Boulogne Ormanında, çok iri, koyu renk, Borneo tipi bir orangutan yakalanmıştır. Sahibi (Malta limanlarına bağlı gemilerden birinde tayfa olduğu biliniyor) gelip hayvanı alabilir; iyice tanımlaması ve yakalanması ile bakılması için yapılan giderleri ödemesi şarttır. Şu adrese başvurun: No. ––– ––––– Sokağı, Faubourg St. Germain –üçüncü kat.“

“İnanılır şey değil,” dedim, “adamın bir denizci olduğunu, Malta limanlarından birine bağlı bir gemide çalıştığını nerden biliyorsun?”

“Bilmiyorum,” dedi Dupin. “Bilmek ne kelime, eminim öyle olduğuna. İşte küçük bir kurdele parçası, biçimine, yağlılığına bakılırsa, denizcilerin pek sevdiği o kuyruk gibi saç örgülerinin ucuna bağlamak için kullanılmış. Sonra bu düğümü denizcilerden başkası yapamaz; Maltalıların düğümüdür. Kurdeleyi paratoner telinin dibinde buldum. Öldürülenlerden birinin olduğunu söyleyemeyiz. Hem kurdeleden çıkardığım sonuçlarda yanılıyorsam, yani Fransız Malta limanlarına bağlı gemilerden birinde tayfa değilse bile, bunu ilana yazmış olmamdan bir zarar gelmez. Yanılıyorsam adam oturup benim niçin yanıldığımı düşünecek değil ya, aldanmış deyip geçer. Ama çıkardığım sonuçlar doğruysa, büyük bir yarar sağlanmış olur. Cinayeti bildiği için, Fransız bu ilana cevap vermeye – orangutanı istemeye çekinecektir. Şöyle düşünecektir: Ben suçsuzum; parasızım; orangutanım ise çok para eder –benim durumumda olan bir kimse için başlıbaşına bir servet– niye böyle boş bir korku yüzünden ondan vazgeçeyim? İşte bulunmuş, avucumun içinde. Boulogne Ormanında yakalanmış – cinayetin işlendiği yerden çok uzakta. O işi böyle yabanıl bir hayvanın yapmış olduğu kimin aklına gelecek? Polis yanlış izler üzerinde –en basit bir ipucu bile bulamadılar. Hayvanın izini bulmuş olsalar bile, benim cinayeti gördüğümü kanıtlayamazlar, kanıtlasalar da bu bir suç değil. Üstelik biliniyorum da. İlanı veren kişi, hayvanın sahibi diye, âdeta beni tanımlıyor. Daha başka şeyler de bilebilir. Benim malım olduğu açıkça ilan edilen, böyle değerli bir şeyi gidip istemezsem, hayvana karşı bazı kuşkular uyanabilir. Göze batacak, dikkati çekecek, herhangi bir kuşku uyandıracak hareketlerde bulunmamalıyım. İlana cevap verip orangutanı alacağım; bu iş unutulana kadar da bir yerde saklarım.”

O anda merdivende bir ayak sesi duyduk.

“Tabancalarını hazırla,” dedi Dupin, “ama ben işaret vermeden, onları kullanmak ya da göstermek yok.”

Sokak kapısı açık bırakılmış, gelen adam da zili çalmadan içeri girip merdivenin birkaç basamağını çıkmıştı. Çekiniyor gibiydi. Derken aşağı indiğini duyduk. Dupin hızla kapıya doğru giderken, dışardaki ayak sesleri yeniden merdiveni çıkmaya başladı. Bu kez duralamadı, bir daha geri dönmedi, kararını vermiş bir insanın adımlarıyla ilerleyerek geldi, oda kapısını vurdu.

“Girin,” dedi Dupin; neşeli, içten bir sesle söylemişti bu kelimeyi.

İçeri bir adam girdi. Denizci olduğu açıkça belliydi –uzun boylu, sağlam yapılı, adaleli bir insandı; gözünü budaktan sakınmayan, yılmaz bir kimse olduğu yüzünden okunuyordu, ama hoşa gitmez bir hali yoktu. Favorileriyle bıyığı, güneşten iyice yanmış olan yüzünün yarıdan fazlasını örtüyordu. Elinde kalın bir meşe sopası vardı, başka silahı yok gibi görünüyordu. Çekingen bir selam vererek, “İyi akşamlar,” dedi; Fransız ağzıyla konuşuyordu; Neufchâtellileri andıran bir yanı da vardı, ama aslında Parisli olduğu belliydi.

“Oturun, dostum,” dedi Dupin. “Orangutan için geldiniz sanıyorum. Doğrusu böyle bir hayvanınız olduğu için imreniyorum size; pek güzel, pek değerli bir hayvan kuşkusuz. Kaç yaşında acaba?”

Adam ağır bir yükün altından kurtulmuş gibi, geniş bir nefes aldı; sonra kendinden emin bir sesle cevap verdi:

“Yaşını söyleyemeyeceğim –ama, dört beş yaşından fazla değildir. Burada mı?”

“Ah, hayır; onu burada tutmak için elverişli bir yerimiz yok. Dubourg Sokağı’ndaki bir ahırda duruyor, hemen şurada. Yarın sabah alırsınız. Malın sizin olduğunu da kanıtlarsınız elbette?”

“Elbette, efendim.”

“Ondan ayrılacağıma bayağı üzülüyorum,” dedi Dupin.

“Bütün bu yorgunluğa bir karşılık beklemeden katlanmış olmanızı anlayamıyorum, efendim,” dedi adam. “Böyle bir şey beklemiyordum. Hayvanı bulduğunuz için size bir ödül vermek istiyorum –diyeceğim, akla yakın herhangi bir şey.”

“İyi, öyleyse,” diye cevap verdi arkadaşım, “pek güzel. Hele bir düşüneyim! Ne isteyebilirim? Tamam! Dinleyin bakın. Benim ödülüm şu olacak. Morgue Sokağı’ndaki cinayetler üzerine ne biliyorsanız hepsini anlatacaksınız bana.”

Dupin son kelimeleri çok alçak bir sesle, yavaşça söyledi. Gene o yavaşlıkla kapıya doğru yürümüş, kilitlemiş, anahtarını da cebine atmıştı. Sonra koynundan bir tabanca çıkarıp en küçük bir heyecana kapılmadan masanın üstüne koydu.

Adamın yüzü sanki nefesi tıkanmış da can çekişiyormuş gibi kıpkırmızı oldu. Ayağa fırlayıp sopasını sımsıkı kavradı; ama bir an sonra sandalyesinin üstüne çöküverdi, tir tir titriyordu, yüzü ölü gibiydi. Tek kelime söylemedi. Bütün kalbimle acıyordum ona.

“Dostum,” dedi Dupin cana yakın bir sesle, “boşuna korkuya kapılıyorsunuz böyle –gerçekten boşuna. Size bir kötülük edecek değiliz. Dürüst bir insan, bir Fransız olarak, şerefim üzerine söylüyorum, size karşı kötü bir niyetimiz yok. Morgue Sokağı’ndaki kanlı işlerde bir suçunuz olmadığını çok iyi biliyorum. Ama bu, olanlarla hiçbir ilişkiniz yok demek değil. Şimdiye kadar söylediklerimden bu iş üzerine epeyce bilgim olduğunu anlamışsınızdır – aklınıza, hayalinize gelmeyecek yollardan öğrendim bütün bunları. Şimdi durum şöyle. Önlenmesi elinizde olan, herhangi bir iş yapmış değilsiniz – hareketleriniz sizi suçlu düşürmez. Hırsızlık da etmemişsiniz; hem de o kadar uygun bir durum varken. Saklayacak bir şeyiniz yok. Saklamanıza neden de yok. Öte yandan, onurlu bir insan olarak, bütün bildiklerinizi anlatmanız gerekiyor. Suçsuz bir kimse bu yüzden cezaevine atıldı, siz ise suçluyu gösterebilecek durumdasınız.”

Dupin bu kelimeleri söylerken, denizci epeyce kendine gelmiş, durulmuştu; ama tavırlarında o eski canlılık kalmamıştı.

“Tanrı yardımcım olsun,” dedi, uzun bir duralamadan sonra, “bu iş üzerine bildiklerimin hepsini anlatacağım size; – ama söyleyeceklerimin yarısına bile inanmanızı beklemiyorum– bunu beklemek için aptal olmalıyım. Her neyse, ben suçsuz olduğumu biliyorum, bu yolda ölümü bile göze alarak size her şeyi anlatacağım.”

Anlattıkları şöyle özetlenebilir: Son zamanlarda Doğu Hint Adalarına bir yolculuk yapmışlar. Onun da aralarında olduğu kalabalık bir grup Borneo Adasına çıkarak, gezmek için içerlere doğru ilerlemiş. Bir arkadaşı ile birlikte, bu orangutanı yakalamışlar. Sonra arkadaşı ölmüş, hayvan sadece onun malı olmuş. Memlekete getirene kadar orangutanın başa çıkılmaz yırtıcılığı yüzünden çekmediği kalmamış, sonunda onu sağ salim Paris’teki evine getirmeyi başarmış; komşuların merakını çekip başına dert olmasın diye de kimselere göstermemiş, sıkı sıkı gizlemiş hayvanı; ayağındaki bir kıymık yarasının geçmesini bekliyormuş. İyileşir iyileşmez satmak niyetindeymiş.

Cinayetin işlendiği gece ya da sabah diyelim, bir denizciler eğlencesinden döndüğünde, hayvanı kendi odasında bulmuş; bitişikteki küçük, penceresiz, her yanı sıkı sıkı kapalı olan odada olması gerekiyormuş, ama kapısını kırıp dışarı çıkmış. Aynanın önünde, yüzü sabun içinde, elinde usturayla tıraş olmaya çalışıyormuş; herhalde daha önce anahtar deliğinden, sahibinin tıraş oluşunu seyretmiş olsa gerek. Adam böyle tehlikeli bir aleti hayvanın elinde görünce, onu nasıl ustaca kullanabileceğini de kestirdiği için, büyük bir korkuya kapılmış, bir zaman ne yapacağını şaşırmış. Orangutanı en hırçın hallerinde bile korkutup sindiren bir kamçısı varmış, ona el atmış. Kamçıyı görür görmez, hayvan oda kapısından dışarı fırlamış; merdivenden aşağı, sonra da, talihsizlik işte, açık kalmış olan bir pencereden doğru sokağa. Fransız tam bir umutsuzluk içinde arkasına takılmış; maymun, elinde ustura, arada bir durup adama bakarak yüzünü gözünü buruşturuyor, ta yanına gelene kadar onu bekliyormuş. Sonra iyice yaklaşınca yeniden kaçmaya başlıyormuş. Kovalama böyle uzun zaman devam etmiş. Saat sabahın üçü olduğu için, caddelerde kimsecikler yokmuş. Morgue Sokağı’nın arkasında kalan dar yoldan geçtikleri sırada, Madame L’Espanaye’in evinin dördüncü katındaki açık bir pencereden dışarı vuran ışık, kaçmakta olan hayvanın gözüne çarpmış. Eve saldırmasıyla paratoner telini görüp akla sığmaz bir çeviklikle tırmanması, ardına kadar açık duran pancura tutunup sallanarak yatağın başucuna atlaması bir olmuş. Bütün bu işler bir dakika bile sürmemiş. Orangutan odaya girerken ittiği için pancur gene ardına kadar açılmış.

Bu arada denizci hem sevinmiş, hem de tasalanmış. Hayvanı yakalamak umudu arttığı için sevinmiş; içine daldığı bu tuzaktan, başka bir yol bulup kurtulması pek olacak şey değilmiş, gene paratoner telinden inmek zorunda kalacakmış; o zaman belki önünü kesip yakalayabilirmiş. Öte yandan, maymunun evin içinde yapabileceği işler de, tasalanmasına neden oluyormuş. İşte bu ikinci düşünce adamı yukarı çıkmaya zorlamış. Bir denizci için, paratoner teline tırmanmak güç bir iş değildir; ama sol yanında kalan pencerenin düzeyine gelince durmuş, daha ileri gidememiş; sadece odanın içini şöyle bir görecek kadar uzanabilmiş. Gördüğü şey öylesine korkunçmuş ki az daha aşağı yuvarlanacakmış. Gecenin sessizliğini yırtarak Morgue Sokağı’nda oturanları uykularından uyandıran korkunç çığlıklar bu sırada başlamış. Üstlerinde gecelikleri olan Madame L’Espanaye ile kızı, herhalde, demir kasadaki bazı kâğıtları sıralamaktaymışlar; kasa odanın ortasındaymış. Açıkmış, içindekiler çıkarılıp döşemenin üstüne konmuşmuş. Hayvanın içeri girmesiyle çığlıkların başlaması arasındaki zamana bakılırsa, ikisi de pencereye arkaları dönük olarak oturuyorlarmış, maymunu içeri girer girmez görmedikleri anlaşılıyormuş. Pancurun vurmasını ise rüzgârdan bilmiş olacaklar.

Denizci içeri baktığı sırada, dev hayvan bir eliyle, Madame L’Espanaye’in saçlarını tutmakta (biraz önce taradığı için, çözükmüş saçları), öbür eliyle de, tıpkı bir berber gibi, usturayı kadının yüzünde gezdirmekteymiş. Kız yüzükoyun, hareketsiz yatıyormuş; baygınmış. İhtiyar kadının çığlıkları, debelenmesi (saçları işte bu sırada kopmuş) orangutanın belki de kötü olmayan niyetini değiştirmesine, kızmasına neden olmuş. Adaleli kolunu savurduğu gibi kadının gırtlağını kesivermiş. Nerdeyse başını vücudundan ayıracakmış. Kanı görünce kızgınlığı çılgınlık haline gelmiş. Dişlerini gıcırdatarak, gözlerinden alev saçarak, kızın vücudunun üzerine atılmış, korkunç tırnaklarını boğazına geçirmiş, soluğunu kesene kadar da bırakmamış. Odanın içinde dolaştırdığı yabanıl bakışları karyolanın başucuna gelince durmuş; sahibinin korkudan katılaşmış olan yüzünü görmüş. Çılgınca kızgınlığı, kuşkusuz kırbacı hatırladığı için, bir anda korkuya çevrilmiş. Cezalandırılacağını anladığından olacak, işlediği cinayetleri saklamak ister gibi sinirli bir öfkeyle odanın içinde dört dönmeye başlamış; yanından geçtiği eşyaları deviriyor, kırıyormuş, yatağın üstündeki şilteyi de ortaya sürüklemiş. Uzatmayalım, önce kızın cesedini alıp bacanın içine tıkmış; sonra da ihtiyar kadının ölüsünü tuttuğu gibi tepesi üstü pencereden aşağı fırlatmış.

Maymun sırtında kafası kesik kadınla pencereye doğru yaklaşınca, denizci geri çekilmiş, paratoner telinden aşağı âdeta kayarak inip hemen evinin yolunu tutmuş –bu cinayetler yüzünden başına bir iş açılacağından korktuğu için de orangutanı büsbütün gözden çıkarmış. Merdivendeki komşuların duydukları sesler, denizcinin o dehşet anında çıkardığı seslerle orangutanın homurdanmalarıymış.

Benim bunlara katacak başka bir sözüm yok. Orangutan kapının kırılmasından biraz önce paratoner telinden inerek kaçmış olacak. Pencereyi de, herhalde, çıkarken kapamıştır. Onu bir zaman sonra gene sahibi yakaladı ve Jardin des Plantes‘a epeyce bir para karşılığında sattı. Emniyet Müdürüne gidip durumu anlatmamız üzerine (Dupin de bir iki noktayı aydınlatacak açıklamalarda bulununca), Le Bon hemen serbest bırakıldı. Emniyet Müdürü her ne kadar arkadaşıma karşı iyi davrandıysa da, işin böyle hiç ummadığı bir yola dökülerek çözülmüş olmasına canının sıkıldığını pek gizleyemedi; hatta, herkes kendi işine baksa, başkalarınınkine burnunu sokmasa gibilerden bir iki şaka yapmaktan da kendini alamadı.

“Bırak konuşsun,” dedi Dupin, iğneli şakalarına cevap bile vermemişti. “Bırak içini döksün; rahatlasın biraz. Bana, onu kendi kalesinde yenmiş olmak yeter. Gene de şunu söyleyeyim, bu işin içinden çıkamamış olması, öyle kendisinin sandığı gibi şaşılacak bir şey değil; çünkü, aslını ararsan, bizim Emniyet Müdürü dostumuz, gereğinden fazla kurnaz bir kimsedir, o yüzden de olayların derinliğine inemez. Düşüncelerinin kökü yoktur, bir türlü ayaklarını yer basamaz. Aklı, tıpkı vücudu olmayan bir insana benzer, yalnız bir kafa, Tanrıça Laverna’nın resimleri gibi –ya da, daha iyisi, bir morina balığı gibi, yalnız kafa ile omuzlardan yapılma bir insan diyelim. Gene de iyi adamdır. Konuşmasındaki canlılığı, doludizgin gidişi pek severim; akıllı bir insan diye tanınmasına da bu yeteneği neden olmuştur. Diyeceğim, gerçekleri yalanlamakta, olmayacak şeyleri de birer gerçekmiş gibi açıklamakta kimse ona çıkışamaz, hani de nier ce qui est, et d’expliquer ce qui n’est pas.“

7 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page