top of page
maviADA

DEVLERİN AŞKI

Güncelleme tarihi: 4 Oca 2022


Halikarnas Balıkçısı Musa Cevat Şakir Kabaağaçlı ile Azra Erhat ( eski Yunan ve Roma dilleri uzmanı, filolog, arkeolog, düşün yazarı, çevirmen, doçent) tanıştıkları günlerden itibaren balıkçı’nın ölümüne kadar, tam 15 yıl mektuplaştılar, buluştular. Bu mektuplar öyle onlarca, yüzlerce değildir…Binlerce ve binlercedir…Birbirlerine bazen günde iki-üç mektup yolladılar. Böyle mektuplara A1-A2,B1-B2-B3 sıra işaretleri koydular. Azra Erhat bu mektuplardan sadece çok küçük bir bölümünü yayınladı. Bu yayınladığı mektupların içine, aşk ve hasret dolu satırları da ekledi. Üstelik o Koca Balıkçı, Azra'sının bu mektupları ölümünden sonra yayınlayacağını biliyordu. Hatta bu yönde teşvik etti biricik Azrasını…Yani bir anlamda bu aşkın, Devlerin Aşkı’nın bilinmesi Balıkçı Baba’nın vasiyeti idi. Sevgili anamız Azra Erhat da bu insanüstü aşkı, vefa, saygı, hayranlık, şevkat dolu aşkı saklamadı…Bilinsin istedi o yayınladığı mektuplarla. Tabi ki bu Devlerin Aşkı’nı anlatmak çok zor. Bu aşk üzerine birkaç kitap yazılabilir. Bu satırlara sığdırmak zor. Yapabileceğim tek şey, birbirlerine ölürcesine, yaşarcasına aşık, bu iki kültür dehası insanın mektuplarından ve anlatılanlardan çok kısa bazı bölümleri, bu satırlara almaktan ibaret olacaktır. Devlerin Aşkı, onları bilenler sevenler tarafından hatırlansın, aydınlansın ve hatta güzel insanlar tarafından örnek alınsın istiyorum. Aşk ve sevda, gerçek sevgi, saygı, merhamet ve hoşgörü ile birleşirse bu delicesine tutkunun nelere kadir olacağı anlaşılsın istiyorum. Nasıl tanıştılar, önce münakaşa edip sonra nasıl sevdalandılar birbirlerine,aradaki 23 yaş farka rağmen bu aşk nasıl başladı…Önce ona bir bakalım.


Azra Erhat’ın kaleminden

1957 yılının ilk aylarıydı…Habire çalşıyordum. Homeros ve İlyada’yı Türk okuruna anlatayım diye. Çevirimizi Hasan Ali Yücel istiyordu. Bu akşam Füreyya, Sabahattin Eyüboğlu, Fikret Adil ve ben Halikarnas Balıkçısı ile birlikte Tepebaşı’nda bir lokantaya yemeğe gittik. Halikarnas Balıkçısını biliyordum elbet…Ama ne yalan söyleyeyim, bana epey yabancı gelmişti o koca adam. Karşısında tuhaf bir çekingenlik duyuyor, onunla konuşabilmek şöyle dursun, ona varlığımı bile duyuramayacağımdan emin, büzülmüş oturuyor, hiç lafa karışmıyordum. Birden, Sabahattin benim İlyada’yı çevirdiğimi attı ortaya. Bir şey demeye kalmadı, Balıkçı bana şöyle bir baktı ve Homeros ve İlyada üstüne bir nutuk çekmeye başladı. Önce dinledim. Ama açıldıkça açıldı. Hiç bir yerden duymadığım, okumadığım öyle aykırı şeyler söylemeye başladı ki burnuma biber sokulmuş gibi oldum.

Neler neler uydurup, savuruyordu…Yok İlyada, Atina’da sansür edilmiş, yok Homeros İyonyalı iken ve Anadolu’nun kahramanlığını yüceltirken, (Antik) Yunanistan bunu kıskanmış. Efendim tam 60 metni sansür etmiş, kimi yerleri budamış, kısaltmış, kimi yerleri değiştirmiş ve İlyada’nın şurasına burasına sonradan uydurma parçalar eklemiş. (Antik) Atina zorbası Peisistratos bir komisyon toplayarak yaptırmış bu işi ve böylece koca İlyada’yı altüst edip mahvetmişler. Yani elimizdeki İlyada metni bu mahvedilen metindir, çevirmeye değmez, demeye getiriyordu. Benim akademik kaynaklardan edindiğim kırk yıllık bilimsel kanılarımı, bilgilerimi topa tutmuş, hepsini bir sırça saray gibi yakmaya çalışıyordu.Hem nereden geliyordu bu bilgiler, bu olmayacak savlar.

Niye bu şiddet, ne oluyorduk? Kılıcını çekmiş tüm bilim çevrelerine savuruyordu küfürleri ve ben de onlardandım ve alınıyordum. Eh dayanılır mı…Öfkeyle karşı koymaya uğraştım ama ne mümkün. Balıkçı fitili almış gidiyordu. Beceriksizce ileri sürdüğüm fikirlere kulak bile vermiyordu. Ben saçmaladığından emindim yani bu tutuma öyle içerlemiştim ki açıkça hakaret edecektim neredeyse. Kendimden geçmişim… Çok ağır sözler de söyledim herhalde ki öbür arkadaşlar rahatsız oldular. Sabahattin Eyüboğlu ve Fikret Adil konuyu değiştirdi.

Ancak ben gecenin sonuna dek tir tir titredim sinirimden.Gece bitince kalktık.Tam ayrılıyorduk derken,Balıkçı gülerek elimi sıktı.”Ben bunları yazar gönderirim” dedi.Ne yazıp ne göndereceğini düşünmedim bile.Bu denli bilim dışı bir tutuma karşı ne yapmalı diye köpürüyordum içimden.

Sonradan Halikarnas Balıkçısı’nı yıpratmak için bir sürü dedikodu yaptığımı da anımsarım o geceki konuşma üzerine. Derken zaman geçti, unuttum her şeyi. Bir akşamüstü eve geldim.Apartman kapısından içeri girdim ki yerde bir şey gördüm.Ama nasıl bir şey! Kundakta ki bir bebek gibi geldi bana. Eğildim baktım, büyükçe bir paket. Üzerinde kocaman harflerle adım yazılı,çevresi pullarla donatılmış. Express,özel ulak yazıları kırmızı mürekkeple yazılmış.Hiç böyle bir şey görmemiştim ömrümde.

Evde paltomu bile çıkartmadan koştum,makasla kestim paketin iplerini.Açtım baktım ki tomar tomar yazı…(El yazısı)…Renk renk kurşun kalemle yazılmış sayfalar dolusu yazı.

Deli olacaktım 180 sayfa…”9 Şubat 1957 tarihinden sonra merhaba” diye yazıyor,sonra da hemen İlyada bahsine giriyordu.Kendi söylediklerini kurşun kalemle yazmış, alıntıların İngiliz bilim adamları tarafından yazılanlarını kırmızı (ve İngilizce),Fransız bilim adamlarınca yazılanları yeşil kalemle (Fransızca) yazmıştı.Yani İlyada konusunda sadece kendi görüşlerini değil birçok batılı bilim adamının da savlarını iletiyordu bana.

Şaşkına dönmüştüm.O yazdıklarını,o gün ya da ondan sonraki günlerde nasıl okudum,bilemiyorum…Yazılanların içeriğinden çok özü etkilemişti beni.Demek yanılmıştım.Safsata ve palavra sandığım Balıkçı’nın lokantadaki o sözleri,demek derin bir bilgi ürünüymüş.Öyle bir bilgi ve araştırma sonucu ki cılız değil,hiç kalıyordu benim bunca uğraşlarım,çabalarım.

Utandım,çok utandım ama utancım olumludur benim.Hemen kararımı verdim. Evet,aldanmıştım.Aldandığımı bildirmek ve hatamın karşılığını ödemek boynumun borcuydu ama nasıl? Bana verilene eşdeğer bir özveriyle. Çalıştığım yerden izin aldım ve Balıkçı’ya bir telgraf çekerek yanına geleceğimi bildirdim. Bu kez Balıkçı şaşırmış olmalı.

Halikarnas Balıkçısı İzmir’de kaldığım iki gün boyunca beni gezmeye götürdü.O ilk defa gördüğüm (antik) yapıtları,tarihi eserleri,konuşuyor,anlatıyordu.Ege’yi ve düşlerimde dahi göremeyeceğim bir sürü canlı ve büyüleyici yerlere götürüp,gösterip anlatıyordu. Balıkçı, o aşındırdığı toprakların üzerine sapasağlam basıyor,bir heykel gibi dikiliyor. Başı,saçları ve dev sesi doğanın devinimine karışarak dalga dalga yükseliyordu. Uzak geçmişle geleceği bir renk cümbüşü içinde tarıyor, tarıyordu.

Ben ise, aklıkla, mavilik içinde kendimden geçmiş yüzüyor gibiydim.Yaşamaya yeniden uyanmış gibiydim.Boyutlarını sezinleyemediğim bir merak,bir heyecan sarıyordu içimi.

***


Halikarnas Balıkçısı ölümüne değin 15 yıl boyunca Azra Erhat’a bilim, kültür,aşk ve sevgiyle dopdolu ne kadar mektup yazdı? Azra Erhat,Balıkçı’nın ölümünden sonra bunları saymak istemiş, sayamamış. ”Bazı mektuplar dört okul defteri kadardı” diyor Azra Ana. Binlerce,gönüllerce…

Mektuplaştığı yıllarda Azra Erhat, büyük bir sandık almıştı Kapalıçarşı’dan fakat bir yılda doluvermişti sandık.


“Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir yazar, böyle bir tür meydana getirememiştir. Alçak gönüllü, insan ayartıcısı, koca Balıkçı…İnsan sevgisini de, doğa sevgisini de ondan öğrendim ben. Ağabeyimin son demlerine kadar Halikarnas Balıkçısı, gereken ilaçları sağlamak için neler neler yapmıştır anlatamam. O büyük adamın, yalnız dostlarına değil, kim olursa olsun, acı çeken, derde düşen insana destek olmak için göze almadığı hiçbir şey yoktu. Kendisi için hiçbir şey istemezdi…”


Bu çizgide, Koca Balıkçı’nın tatlı, acı bir anısını anlatayım. İzmir Hatay’daki evinin istimlak edilmesi lazım gelmiş. Zamanın İzmir Belediye Başkanı Dr.Selahattin Akçiçek,” Balıkçı değerli bir yazarımızdır, fazla geliri de yoktur. Onun istimlakına fazlaca para verelim” demiş. Bunu duyan Balıkçı kızmış. Durur mu? Gitmiş belediyeyi basmış ve başkana,”Siz ne hakla bana fazla para veriyorsunuz” diye bağırıvermiş. Son Bin Fenin Alimi olmasını konuşmayalım. O’nun doğa aşkını konuşalım, bir iki satırcık. O İzmir’den Antalya’ya kadar, başta Bodrum ve Marmaris olmak üzere binlerce ağaç yetiştirdi. Ama nasıl? Kimseden bir lira almadan. O’na “Alikarnıaç” dedikleri yıllarda, balıkçılık yaptı, balık tutup sattı. Kontraplaklar üzerine yaptığı yağlıboya resimleri Bodrum meydanda 5 liradan sattı. Bu paralar ile yurt dışından ağaç ve çiçek tohumları getirtti.

Ağaçlarına gübre bulmak için de kimseye minnet etmedi. Sırtına bir küfe aldı, eline de bir kürek…Yollar, sokaklar boyu kilometrelerce yürüyerek, yerlerden koyun, keçi, öküz, deve dışkısı topladı, ağaçları için…İzmir Kültürpark’taki palmiyeleri ve tüm ağaçları yine o dikmiş ve yetiştirmiştir.

***

Evet dostlar, Devlerin Aşkı dedik, o iki kültür abidesi insanın aşklarına. Bu aşkı görüntülemek için mektuplarıyla devam edelim. Azra’dan Balıkçı’ya 7 Haziran 1957 tarihli mektubundan birkaç satır…

“O mektubun beni altüst etti. Yapma böyle Balıkçı. Sonra nasıl toplarım kendimi ben? Sonra neler oluyor sana, erken doğmuş olmak, aşıksın diye gülünç olmaklar da ne demek? Bunları beni eğlendirmek, güldürmek için mi yazıyorsun? Bak sana söyleyeyim, bizim sevgimizin yalnız güzel, pırıl pırıl tarafı var. Dünyada böyle bir şey binde bir olur, o da senin ve benim gibi seçkin insanlarda ve ancak çok yaşadıktan, çok çektikten sonra olabilir. O kör düğümler, al kanlar ne? Balıkçım, seninle benim aramda yaş maş diye bir mesele olur mu? Yahu bunları çoktan aşmış insanlar değil miyiz biz? Öyle olunca da duygularımızın fışkırmasını durdurur muyuz? Öpmek ve ne geliyorsa içimizden onu yapar, onu yazarız. Dünyaya ilan ederiz ve bu güzeldir, anlamayan aptaldır…Aptallarla vakit geçiremeyiz biz. Bana yazdığın o en güzel cümleleri inkar etmen, onlar için af dilemen, beni öyle yaraladı ki, sorma gitsin. Balıkçım hala beni kendinden ayrı bir varlık sanıyorsun,’la personne’ diyosun. Hayranım olmaya kalkışıyorsun. Şu Azra’yı kolun, ayağın, kendi vücudunun bir parçası saysana. Ne diye ayırıyorsun beni senden…Ellerini öperken ben,bayram çocuğu gibi bir adet yerine getirmiyorum. O Lykos Vadisi’ne otomobille giderken hep ellerine bakıyorum. Hem söyledim sana, ellerini çok beğendiğimi.’Sensuellement’ öpüyorum onları. Burada olsan da öpeceğim, ne yapayım öpmek istiyorsa canım. Ben senin gibi arzumu gülünç olmak korkusuyla gizleyecek değilim…Her arzumu iftihar ede ede açığa vururum. Nasıl kızıyorum sana bunları yazarken Balıkçı. Gene dudağım tik yapmaya başladı. Ne olur, eskisi gibi birbirimize her duyduğumuzu içimizden geldiği gibi yazalım.

***

Şimdi de hemen hemen aynı günlerde Balıkçı’dan Azra’ya giden bir mektuptan birkaç satır okuyalım:

Merhaba Azra,merhaba, Buradaki adam, “Yazılarınızı hemen yarın getirmeye başlayınız” dedi. “Yok olmaz!” dedim.”Ben aşığım,ilk önce (aşkıma) mektup; sonra da yazıları yazar getiririm.” Azra rica ederim,boktan bir ‘honnetete’ yaparak yazmama mani olma.Böyle alev gibi harlarken sana doğru,üzerime soğuk soğuk sular dökme. Şu ömrümün sonunda iki paralık keyfim var. Seni seviyorum,bırak aklıma geleni o halimle anlatayım yahu.

***


Azra Ana’nın Balıkçı Baba’ya, hem Balıkçısına hem de Gökova’ya duyduğu hasretler adına yazdığı bir mektuptan birkaç satır okuyalım.


Canım canım canım.Balıkçım merhaba,

Balıkçım ne olur,bana bunu kesin olarak bildir.Sabahattin (Eyüboğlu) Bodrum’a gelip de kayıkla sen gidemezsin (Gökova’ya) deyince,her şeyden vazgeçtim…Ama Balıkçım gene de bir çare bulacak diyordum bu yaz beraber olmamız,denize açılmamız için.Ne güzel buldun! Gidelim dersen hemen gelirim.Olmazsa üzülmem,rahat ol Balıkçım.Bu işlerde Azra’nın erkek tarafını unutma.Benim başka bir isteğim yok ki seni görmekten,seninle olmaktan gayrı.

***

Zaman zaman tarifsiz kederler içindedir Balıkçı.Zaten tüm hayatı maddi ve manevi ızdıraplarla doludur Halikarnas Balıkçısı’nın.Böyle zamanlarında yine tek desteği ve tesellisi biricik Azra'sıdır.


Canım canım canım,güzel meleğim merhaba.Denizde boğulmakta olana bir cankurtaran simidi atarlar.Sen bu dakikalarda osun ve hemen,hemen lazımsın.Çünkü pek müteessirim yani yüreğim duruverir.Ben dayanırım a canım amma belki beynim,yüreğim dayanmaz.Amma içim yanmaktadır.Kendime sana böyle açıkladığıma eyi mi ettim bilmem.Üzülme,ne de olsa ben seni (yakında) göreceğim.O zaman bir şeyim kalmaz.Seni olduğun gibi gönlüme aldım.Sende bütün insaniyeti seviyorum.Sen dünyanın bana verdiği mükafatsın.Sen artık bana,ben doğdum doğalı yanımda idin kanaatı geldi.

***

Azra Erhat,Halikarnas Balıkçısı’nın o kendi dev, yüreği yufka o koca Balıkçı’nın,gerçek bir hayat arkadaşıdır.O’na nasıl moral verdiğine kısaca bir bakalım isterseniz.


Canım Canım Balıkçım, A canım canım,sen kendini hep benim koruyucu kanadım altında bil. Ben senin içinde oldum mu,benim gücüm kuvvetim de sende olur,sağlığım da… “Ne ukala Azra” diyeceksin.Ne dersen de,vız gelir bana.Ben yanılmam,bendeki aşk yanılmaz. Ben ana olmadım bu güne dek ama o analık gücü her kadının içinde yatar.Şimdi olacağım,eh olunca da bakalım çocuğumu elimden alabilirler mi? Bir ana sahiptir çocuğuna.Dünya alem nerden bilsin ki,sen benim çocuğumsun.Söz sahibi etmezler beni.Bir edecek varsa,o da sensin canım canım.

“Azra Ana” diyorum ya,bu yüzden…Ama bu karşılıksız değildir.Birbirlerinin mutluluğu için ruh birliği etmiştir onlar.Tek vücut olmuşlardır.


Merhaba Azra,merhaba canım canım.Seni üzgün bildiğim için çok göreceğim geliyor.Sana yazıyla değil sesimle,”Üzülme Azra” demek istiyorum.Bugün postaya verdiğim mektubu sen yarın Büyükada’da alırsın.Şimdi ben yarına kadar üzülür dururum.Öğleye doğru,”Hah! Azram mektubu almıştır diye rahat ederim çünkü mektup mu yahu benim sana yazdığım? Gönlümün parçaları onlar.Yaran varsa o parçaları üzerine sar. Seni nasıl öperim bilsen.Merhaba canım,canım,canım.

***

Fakat bu derece kesif bir aşk ve bağlılık can acıtır bazen.Deli Yürek Halikarnas Balıkçısı,hayat arkadaşından sayfalar dolusu mektup beklerken,bir gün sadece yarım sayfa ve üstelik daktilo ile yazılmış bir mektup gelir.Balıkçı üzüntüler içinde mektubu aynen geri gönderir ve İzmir’den kaçarak bilinmeyen bir yere gider teessürden. Bunun üzerine Azra Ana’dan gelen mektuba bir göz gezdirelim.Dedik ya “Devlerin Aşkı” diye.


Yahu canım canım nerdesin,ne oldu? Deli oldum,ah aklımdan geçenleri bir bilsen.Hasta mısın?Bir felaket mi oldu. Bir haber,neden tek bir telgraf,bir telefon yok?Tanrılar bize küstü mü Balıkçım? Canım canım.Ben sana gene mektup yazayım.Her gün seni bekleyeceğim,gelirsen mutlu olurum,gelmezsen üzülürüm,içimi yerim,ama gene de bir şey değişmez bende. Sen bana gelmezsen,ben sana geleceğim.Sen yazmasan,ben sana yazacağım. “Bir içten söz söylerim anlamazsın” diyorsun.Hangi sözünü anlamadım bu güne değin a Balıkçım.Bir kadın,bir insan,seni benim kadar anladı mı bugüne dek acaba? Hem sen benim dışımda bir insan değilsin artık, aramızdaki konuşma dıştan kesilse bile, ben seninle her zaman, her gün, her an konuşacağım. Üzülürüm senden ses çıkmayınca kahrolurum ama yolumdan şaşmam,bilmiş ol Balıkçım,canım canım. Sen istediğin kadar mutlu adalara kaçıp sessiz kalmaya çalış.Sen ses değilsin benim için,içimdeki iyi şeylerin mayası,canlılığısın. Bugünlerde çektiğim kadar az çektim hayatımda ama zarar yok,gerekmiş demek.Ben gene de Balıkçısını içinde taşıyan,yaşatan Azra olacağım,oldum bile. Seni bir gün bile mektupsuz bırakmak benim karnımda bir sancı,bir burkuntu yapar.Sen benim canım canım değimlisin? O Azra’sını sever,yüreğinde ona yer vermiştir.O Azra’yı da çıkartamazsın yüreğinden taş çatlasa. Gelemeyeceksen ben geleceğim,aramazsan ben arayacağım,dünyada mutlu ya da gayrı mutlu,seni gelip de bulamayacağım oda yoktur. Balıkçım,ben senin kızınım,karından çok kızın…Beni sen yetiştirdin.Sevmesini sen öğrettin bana.Çok çektim son yıllar,kahroldum (seni) sevmekten bir bilsen. Merhaba canım canım canım merhaba…Çok çok öperim…Hem de öyle rujla mujla değil, Balıkçımla dolu olan canımla öperim.


Evet dostlar,deniz yürekli dostlar…Devlerin aşkına ait,Balıkçı ölüm döşeğinde iken yazılan son mektupları yazamayacağım.Yüreğim kaldırmıyor.Sadece Azra Erhat’ı,Balıkçının ölümünden sonra,her okuyuşunda ağlatan şu satırları da buraya almak istiyorum. Halikarnas Balıkçısı Cavit Şakir,bu büyük aşkının;Azrasının,kendi ölümünden sonra fazla yaşayamayacağını,bir anlamda yanına geleceğini biliyordu. Bu hissiyatını da şu satırlarla da ifade etmişti Azra'sına.


…Haydi yolun açık olsun canım canım.Azram diyorum.Seni at üzerinde görüyorum.Dört nala gidiyorsun.Ağaç,yol,köprü hepsi gürleyerek arkaya uçuyor. Gidiyorsun, gidiyorsun, gözden kayboluyorsun hızından. Bir yere varıyorsun.”Ben geldim!” diyorsun.”Merhaba” diyorum.”Kendine geldin sevgilim!” Eh “hayır gelme” diyebilir miyim? Doluyum Azra,Daha öte söyleyemeyeceğim.

***


Azra Erhat ; Balıkçı’nın (sözlü) vasiyetine rağmen o duygu ve sevda dolu mektupları Balıkçısının ölümünden sonra uzun bir süre yayınlamadı.Yapamadı çünkü çok özledi o satırları.Son olarak bu önemli kararı nasıl verebildiğine bir bakalım…


“…Üzüm üzüm üzülüyordum.Aşk mektuplarıydı bunlar.Kiminde yirmi otuz sayfa dolusu yalnız benden söz ediyordu Balıkçı.Hem de nasıl bir dille…Kimseye açıklanamayacak,kimseyi ilgilendirmeyecek bir içtenlikle. Ölçü,itidal diye öne sürdüğüm şeyleri bir çöp gibi yığıp atmıştı önüme. Engelleri,kuşkuları şöyle yendim; Aşk mektubu muymuş bunlar,bana mı yazılmışmış…Balıkçının aşkı söz konusu olunca, kim oluyordum ben? O’nun hızı, doğanın bir karıncasına da öyle akardı.Bir yaprağına,bir tohumuna,bir dalgasına öyle gürül gürül,öyle rüzgarlar dolusu uçardı (aşkı). Ben diye bir şey yoktu ortada.Balıkçı vardı.Rahatladım…Balıkçı idi bu kez de yine elimden tutan. O’nun değinmediği bir konu,bilmediği bilim,kullanmadığı dil yoktu. Halikarnas Balıkçısı doğanın kırk bin yılda bir yetiştirdiği, uluslar arası,evrensel değerde bir insandı. Öyle bir insanki, iyiliği, güzelliği ve sevecenliği, Merhabası gibi yürekleri çınlatıp, insanlığı sevgi cümbüşüne çağıran bir ses”

***

EKLEYEN: NURDAN B. ALADAĞ Kaynak: İnternet bu yazıdan alıntıdır.

94 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page