top of page
Yazarın fotoğrafıŞenol YAZICI

Roman İnsan ve İdeoloji

Güncelleme tarihi: 1 Şub






AYNA, AMA ASLINDAN DAHA MÜKEMMEL

Roman yol boyunca gezdirilen aynadır, der Stendhal. Yolumuz neyse romanımız da encamında odur.


Ama...

Asla gerçek değildir.


Kitaba göre roman, töre ya da karakter incelemesi yapan bireyin iç ve dış çatışmalarını ele alan, tutku ve duygularını çözümleyen, hem nesnel hem öznel bir dünya kuran, gerçekle bağlantısı ne olursa olsun özünde kurgusal bir türdür... diye tanımlanabilir. Gerçeğe çok benzeyen, ona paralel, ama asla gerçek olamayan ikinci bir dünyadır. Yani aynanın sergilediği yol ne kadar değişirse, hatta tanınmaz olursa ama yine sevilirse o roman o kadar başarılıdır. Ayrıntılardaki “Pan’ın Nefesi”, şairin ve şiirin esrik gücü bütünde farkına varılmayan bir renk tayfına döner, o artık bir tarihli hayattır.


Yukarıdaki tanımlara daha birçok tanım ekleyebilirsiniz, hepsinin birleştiği, roman ayrıntılı bir ya da birden çok öykü anlatır.


Roman içinde birçok yardımcı öykücük içeren, gelişmiş serim, düğüm, çözüm bölümleri olan uzun ve ayrıntılı bir büyük öyküdür, kısa öyküden temel ayrılığı uzunluktadır. Bu uzunluk kısalığın ne kadar olacağı sorulabilir. Ne var ki, egemen estetiğe göre bin yıldır durmadan değişen yasalara sahip roman, bunu yanıtlamaz, anlatı biçimini bir şablona bir kalıba bağlamaz. Kendi diyalektiği, estetik yasaları, sahip olduğu bir tür anarşist özgürlük onu tanımsız kılar. Öyküyle arasında varsa fark, hissetmekle ilişkilidir.


Roman Tarihli, Ayrıntılı Bir Ana Öykü Anlatır


Roman tarihli, ayrıntılı bir öykü anlatır. Bu anlatıyı bütün sanat yasalarını bozarak, kırarak, gereksinmesine göre yeniden kalıplaştırıp yasa yaparak, varolanları aşarak gerçekleştirir. Bütün türleri içselleştirir, tür ve akımlardan özgün kendini kendisi yaratır, var olan yazınsal, kültürel kazanımları kullanır, pragmatik bir yaklaşımla bütün bilim dallarından kendi yararına olacak her şeyi alır.

Zaten kesin yasaları ve şablonu olsaydı, köklerini dayadığı romanslardan ve halk hikayelerinden yeni bir türe geçiş gereği duymazdı onu yaratan devrimci burjuva. Ne var ki, öyle kalsaydı feodalitenin binlerce yıllık gücüne karşı koyabilir miydi, belirsiz.


Roman başka ama bir yapıdır, karmaşık, içinde bir çok üniteyi barındıran bir yapı… Şiir onun bir odasıyken, deneme bir başka odası. Tarih salonu olur. Kendi kurallarını üretip kendi tarihini yazan, kendi öğretisini savunan ikinci dereceden bir dünyadır. Bu dünyada her şey, her yapı taşı yerine denk düşmelidir.


Roman bir burjuva ürünüdür ve kentlidir. Sanat bütünüyle yerleşik, kentli insanın işi olsa da, kimi alanlarında feodalitenin de başarılı örnekler verdiği görülür, örneğin müzik de… Ama hiçbir romancı feodalitenin ufkunu, doğal edinimlerini kullanarak roman yazamaz. Feodalitenin yaratabildiği anlatma sınırlıdır. Romancının sergilediği faydacı yaklaşım, yararcılık felsefesi doğasını terk edip kentsel düzenekte ve sanayide zenginleşen, ama yaşama alanları daralan insanın, her duruma uyma gayretini ve yeteneğini sanki tanımlar.


O Bir Aristokrattır.


Gelmiş geçmiş bütün bilgelerin sözünü ettiği bir romancı vardır başlangıçta. İonya bilgeleri, klasik Heleda filozofları ve yasa koyucuları, İskenderiye, Bergama filozofları, Roma’nın büyükleri Homeros’tan söz eder. Antik medeniyetin en büyük bilgini Amasyalı Strabon, onun yanılmaz, bir usta, her şeyi bilen bir bilge olduğunu söyler. Herodot “ Homeros benden 400 yıl önce yaşadı” diyerek tarih düşer. Homeros’un İ.Ö.1200 yıllarında yapılan Truva savaşlarını ve gemicilerin dönüş serüvenlerini anlatan nazım romanı, uzun dönem epos(söz), ziraat, ilmihal, fen, tarih, hikmet, ahlak kitabı, bibl’i (tevrat ve incili) ve devrinin ansiklopedisi olacaktır.


Çetin ALTAN, son Nobel ödülü sonrasında kopan tartışma ortamında, "ne kadar yükseltirseniz yükseltin hiçbir bayrak, edebiyatın bayrağı kadar uzaklardan gözükmez, " demektedir. Yorumlanışının getirdiği sisli ortamda, Pamuk’un kullandığı sözlerin ödüle etkisi tabi ki tartışılabilir, ama Türkiye’yi her suçlayanın ödül alması söz konusu olsa, ortalık Nobel dolardı, düşüncesini de göz ardı etmeden bakarsak, Pamuk, ödülü bizden farklı bir beğeninin yeğlediği Türkçe romanlarıyla almıştır.


İnsanlığın binlerce yıllık bilinen tarihinde, resim gibi, şarkı gibi, dans gibi ruhunu göklere uçuran ama buza yazılan bir yazı kimliğini de kaybetmeyen, bu yönüyle de burun kıvrılan, kanında esriklik olan insanların işi diye alınan, sanatın tüm türleri içinde antik devrin bir Zeus tapınağı kadar görkemli, elle tutulur ve güçlü durur roman. Ne şiirin dokunma kırılırım haline, ne denemenin kolay unutulan benliğine, ne kısa öykünün haz veren ama anlatılamayan sihrine, ne de tarihin kuru didaktizmine ve değişmezliğine sahip değildir, o onların hepsini içinde toplar, bundan dolayı anakaradır. Kuralsızlık ve kurallar yığınıdır. Kendi kurallarını her kezinde kendi yazan, ama anlatılan, ama yaşanan, ama çok insansı bir sanat türüdür. O yüzden salt edebiyatta değil, tüm sanatlar içinde binlerce yılı aşabilecek tanrısal ayaklara sahip bir aristokrattır. Seçkinci, kavimci ve üretmeden sadece tüketen olduğundan değil, insanlığın çok derinlerine uzattığı köklerinden ve kalıcılığından ve insan üzerindeki anlaşılmaz sihrinden dolayı aristokrattır.


Roman Egemen İdeolojiyle Çok İlişkilidir.


Montaigne, yaklaşık beş yüz yıl önce her insan, her insanın her türlü özelliğini üstünde toplar, derken, insanın tek ve sabit bir özellik taşımadığını vurgulamaktadır. Satre’ye, Mevlana’ya, Yunus’a göre de insan her gün yeniden doğar. Her gün kendini yeniden kurar, yaratır. Ama romanın büyük ustası Balzac’a göre, insan başında neyse yaşam boyu odur. Cimriyse bir kez cömertleşmesi beklenmez.… Elgörür biri, bir bencil olamaz. Bu egemen olan ideolojiyle sıkı ilgilidir. Balzac’ın yaşadığı dönem XIX yy Fransa’sı Katolik anlayışın baskın geldiği idealizmin tüm eski dünyada yükseldiği bir dönemdir. Ama Satre’nin çağı aynı değildir, o bilinen tüm değerlerin sarsıldığı bunalım çağının çocuğudur. Her iki çağda aynı romanın yazılmasını beklemek nasıl ki doğru değildir, kahramanların da bilinen çerçevede, aynı olması da olanaksızdır. Ayrıca kabul etmek gerekir ki, ister roman kahramanı ister gerçek insan olsun, onu yaratan tarihidir.


Burjuvanın yükseldiği dönemde yanı sanayi devriminin güçlendiği zamanda onun güçlü ürünü, deyim yerindeyse dünya görüşünü aşılayacak vurucu silahı romandı. XIX yüzyılın ilk yarısı romanın altın çağıdır, bir yıl içinde basılan kitap sayısı, öncekinin beş katına ulaşır, çoğu romandır. Dünya tarihinin en büyük romancıları, Dicken, Bronte Kardeşler ve benzerleri bu kısacık dönemde büyük romanlar yazar. Roman insanın güzel şeylere hakkı olduğunu işler; bireyin kahramanlığını anlatırken kentin hümanizmasını yansıtır.


Dünyanın en eski, aynı zamanda en güzel romanlarından biri olan İlyada ve Odesa’nın gücü epik anlatımı kullanmasından gelir. 19.yüzyıldan sonra yeniden yeşeren epik anlatım betimleyicidir. Nesne ayrıntılı, insan işlevli, şiirseldir, somuttur. Günlük yaşama, sıradan insana ve ülkülere göndermeler yapar. Bir omurgaya sahiptir ve anlatılabilir. Tolstoyun Savaş Barış’ının güçlü ayakları bu unsurları iyi kullanmasına dayanır. Betimleme öykülemenin kendisidir. Bütün öğeler anlamlıdır, ondaki öğeleri anlamlandırmak için, dolaylı anlatım gerekmez. Bu yüzden epik öyküleme ve betimleme hayata aittir. Yani hayata ait olan nesne öykü olunca, unutulmaz.


Roman Feodalizme Karşı Burjuvanın İdeolojik Mücadelesidir.


Birçok edebiyatçı, romanın, feodalizme karşı burjuvanın bir ideolojik mücadelesi olduğunu savunur. Gene bir çoğu burjuvanın 1848’lerden sonra yani sanayi devriminin güçlenmesi, burjuvanın egemenliğini perçinlemesiyle romanı, romancıları da silahlarından yalıttığını düşünmektedir.… Hal böyle olunca roman da hızla evrimleşecek, Balzaclar, Stendhallar da, roman anlayışları da değişecektir..

Burjuva yeniliğe açtır. Onun devrimci yapısı buradan kaynaklanır. Kentsel egemenliği ele geçirip kurallarını yerleştirince yeni adımlara gereksinme duyacaktır. Tarih romancıyı ve ideolojisini harmanlar, kentsel kültür çok hızlı bir biçimde romanın yerini alacak medyatik olanakları ve kurgusal anlatımsal değişimleri de hazırlar.

Yeni denemelerde kullanılan tekniklerin yanı sıra, anlatım biçimleri de değişmeye başlar. Nesne karakterlerin önüne, eylem ve hareketin dışına çıkar. Nesne, eylem ve hareketin dışına çıkarsa yani öykünün dışında kendi anlamını yüklenmeye başlarsa insanla ilişkisi azalır, postmodern sanatta bu vardır. Çok ilgisiz gibi duran bu nesneleri birbirine bağlama işlevini üstlenecek unsurlar aranır ya da yaratılır. Yazılan salt kurmacaya ya da anlatmayan bir söz yığınına döner. Nesne ilişkisi, kurulmayan romanlarda karakterler, nesnelerin anlamını açıklamaya yarayan onları birbirine bağlayan gevşek bir ilmek biçimine döner. Aşırı betimleme, yani doğalcı olmaksa okuru romanın içinden dışına iter, onu seyirci yapar.

İçeriksel bu değişim, başka değişimleri de yanında getirecektir.


2.Dünya Savaşı sonrası dünya, başka bir boyuta taşınır, soğuk savaş döneminin rüzgarı, romancıyı da etkileyecektir. Egemen ideoloji dünyaya açılmaktadır artık, daha doğrusu saldırıya uğramaktadır. Her şeyin doğru, her şeyin yanlış olabileceği bir çağ başlamıştır. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde dünya siyasasına egemen olan ideoloji, evrensel ideolojinin kalın kabuğunu zorlayacak, çatlatacak, yani Marksizm burjuvanın bu güçlü silahını kendi dünya görüşü için kullanacak, belki de yüzyıl bu deneylerle yaratılan irili ufaklı romanlarla anılacaktır.


Milan Kundera’nın “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” roman dünyasında bir devrimdir. Gündelik yaşam felsefesi müziksel bir bakışla yaşama yerleşir. “ Sanchez’in Çocukları” ise klasik roman için sonun başlangıcıdır, çünkü o roman bir bant kaydıdır. Burjuva gelişkin güçleriyle kendine daha çok uyacak sanatlar yaratmak için yağlıboyayı da, kemanı da, romanı da terk etmiş gözükmektedir. Ama aynı dönemde U. Eco’nun betimleyici anlatıma yaslanan, klasik romana sadık Gülün Adı görkemli bir çıkış yapar. A. Maalouf’un Semerkant'ı da bu dönemin başyapıtları arasında anmak gerek.


Bizde Tanzimat’ın birinci döneminde seçkin yapıtın kalem anlayışının beklentisinin altında toplum ve yaşam gerçeğine yön verme kaygısı vardır. Bütün edebiyat dalları toplumu ve sistemi onarma, ideal olana çekme düşüncesiyle kurgulanır. Halen çocuk edebiyatımızda çok yoğun biçimde görülen bu özellik, sanatın bir terbiye yolu olması gerektiğine olan inancın sonucudur ve bu anlayış edebi ürünlere yansır. Bu süreçte emek verenler siyasi kavgaları nedeniyle saygıyla anılsalar da yapıtlarının, sanatsal değeri tartışılır. Oysa Tanzimat’ın ikinci döneminde yani topu topu 25 yıl sonra yaşanan baskı nedeniyle görev edebiyatı bir yana atılmış, romancı topluma seslenememiş ama roman tekniğimiz kısa sürede hızla gelişip Batı seviyesine ulaşmıştır. Yalnız bu kez de aydınlara seslenme gayreti, romanı anlaşılmaz deyim ve tamlamalara boğacaktır.

Bu dönemde Edebiyat-ı Cedidecilerin dışında kalan, ama bir öğreti amacıyla değil, halka yönelik yazan Hüseyin Rahmi günümüzde bile zevkle okunabilecek kitaplar üretmiştir.


Roman İdeolojinin Çıplak Silahı Olamayacak Kadar Nazenindir


Ülkemizde bu sanatsal gelgitler sık sık görülecektir. 1940 - 50 li yıllarda evrenselleşme gayretleri, altmışlı yıllarda toplumsallaşma çabası, seksenli yıllarda kimliksizlik, 2000'li yıllarda yeniden kendini arama egemen ideolojinin bir uzantısı ya da ona karşı koymanın bir yansımasıdır. Tabi romanımız da durmadan değişecektir.

Kargaşadan bunalan insanın ideolojiyi, egemen ve yaygın olanı ya da azınlık ideolojisini araması çok doğaldır. Çünkü ideolojinin farkı buradadır, o hayatı ve romanı bir düzen içinde, yani anlatılabilir ister… ki bu da romandan beklentilerle örtüşür.


Doğuda burjuva sınıfı olmadığından Türk romanı, Batılı romana benzemez, onu taklit eder, ama bunu yaparken bile Doğuludur. Romanımız bir sınıf üzerine kurulmaz, bir tarihe sahip değildir. Toplumsal yapımız, yani egemen ideoloji nedeniyle Orhan Pamuk’la Ahmet Altan, Yaşar Kemal’le Oğuz Atay romanı aynı dönemde yükselir. Günümüzde Balzac gibi yazanlarla Homeros vari anlatımı yan yana görürüz. Ne var ki postmodernist roman öyle değil, o dünya geneliyle eş zamanlı yürümekte. Orhan Pamuk Batılı çağdaşlarıyla aynı anda yazıyor. Oysa edebiyatçıların birleştiği bir nokta vardır, postmodernist anlatı asla roman olamaz. Postmodernizm her şeyin içini boşaltma, anlamsızlaştırma üzerine kuruludur, çünkü ancak kendi değer yargıları olmayan, ilkesiz bir yaşam sürene istediğinizi dayatır, istediğinizi satarsınız, oysa roman anlamsız olanı bile anlamlandırma işidir.


Bu ülkenin insanı, başından beri ayrılıkçılığa ve kötü niyetli "dış mihraklara" karşı milliyetçi, ulusalcı; sistemi ve yaşam ayarlarını tehdit eden baskıcı teokratik ya da oligarşik yönelişe karşı çağdaş ve demokrat; batı taklidi yozlaşmaya karşı tutucu, hatta bağnaz; bağnazlığa ve donmaya karşı özgürlükçü, laik ve akılcı; gündelik yaşamını olağan götürebilmek için de eyyamcı...yani her dem siyasi olmaya, gündeme göre siyaset belirlemeye kuruludur.


Bu kendi aklının ürettiği değil, üst aklın yani sistemin on yıllarca öğütlemesiyle oluşmuş bir ezberdir.

Yazarı, sanatçıyı anlamak için öncelikle ülkeyi ve insanı iyi görmeli.


...ve siyaset, hem de olgunlaşmamış, felsefe, akıl ve bilimle donanmamış ilkel, mahalle efsanesi bir siyaset, o nedenle insanlar asılsa hapse de atılsa, sanılanın aksine bizde KUTSALDIR. Karnıyarık pişirmekten aciz, temel hak ve özgürlüklerinizi, asgari ücretin alımgücünü ya da bakkaldaki ekmeğin fiyatını bilmeyen olabilirsiniz, o nedenle her fırıncı başka fiyatla satar, ama başbakanın "nerden nereye koştuğunu", her gün çizdiği zigzagların akılcı açıklamalarını ezbere bilmekle mükellefsiniz, bana ne, ben bir garip çingeneyim, telli zurna neyime demek lüksünüz yoktur. Çünkü ister muhalefet ister iktidar olsun, tebaasının çizeceği zigzaglardan ya da özgürlük arayışından dehşetli korkan liderinizin, yönet diye seçtiğinizin gözü üstünüzdedir, yasalar başka dese de beceriksizliğinden ya da "dış mihraklardan" çaresiz kalır, ıslık çalarsa koşacaksınız. Öteki zamanlarda da işine bak, siyaset yasak ... formatına geçmeyi de iyi bilmelisinız.

Rusya'nın devrim yılları gibi, her roman Gorki'nin anası olmalı beklentisi vardır. Kutsal kitaplar gibi "ötekini" lanetlemesi beklenir. Oysa hayat bir bütündür ve onu kategorize etmek birilerinin işiyse bile edebiyatçının değildir.


Bu anlayıştaki coğrafyalarda özgür roman geç gelişir.


Yaratılışı Özgür Romandan Kul Roman üretmek Olanaksızdır.


Batılı tarzda ya da 1940'lardaki kadar bile özgün romanlar üretemeyişimizin nedenleri arasında gensel, sosyolojik, ekonomik... çok şey sayılabilir, ama en çok hilkat garibesi özgün siyasetimiz vardır. Oluşumundan beri bir hesaplaşmaya dönen, yerine oturmayan, her on yılda bir deprem yemiş fay gibi kayan, ya askeri ya sivil darbelerle allak bulak olmuş toplumsal ve siyasi yapımızın insanımızın olduğu gibi yazarın psikolojisini derin etkilediği bir gerçektir, çünkü bu ülkenin yazarı, tıpkı insanı gibi günlük siyasete göbekten bağlıdır. O bağlanmak istemezse bile canı çektiğinde insanını siyasete yasaklı, canı çektiğinde sistemin askeri yapmayı iyi bilen egemenler, ağzı laf yapan, isterse siyahı beyaz gösteren yazarı rahat bırakır mı? Bir şekilde onu taraf yapar. Kendini sıra yurttaştan daha fazla manganın önüne koyan, topluma karşı sorumlu hisseden, gaz yemeye çok müsait yazar da, dönemine göre ya eyyamcı ya bildirili, görevli; ya burda ya tam karşıda romanlar yazmaya çalışmış, bundan bir yarar ummuş. Oysa her eylemi misyonuna göre yönlendirmek isteyen dini edebiyat, ardına son dönemde hayli yol kat ettikleri siyaset, bilgisayar ve yayıncılık sektörünün güçlerini alsa da, henüz kayda değer bir roman üretmeyi başaramadı.


Romanın Kökleri Vardır


Romanımızın başarısızlığının altında bu köksüzlük bir etken olabilir. Sanıldığının aksine roman, sihrini kendi toplumundan alır ve onu anlatırken, bizde roman, dahası bizzat hayat özünde taklit olduğundan köklerini hiç bir yere dayayamaz, ortada kalır. Bir yabancılık sezersiniz. Bu da romandaki etkileyiciliği sağlayan sahihlik duygusunu doğal olarak yok eder.


Roman kendinden önceki esinlendiği ya da kullandığı türlerden hiç biri gibi örneğin halk aşk öyküleri, romanslar, trajedi, destan gibi kalıplarda bir hiyerarşik diziliş sergilemediğinden örnek alınamayacak kahramanlar yaratır. Bu kahramanların hepsi kendine özgü bireydir. Günümüzde toplumsal yapı, insan coğrafyası alabildiğine çeşitlenmiştir. Sürekli zorlanan ve değişmeye mecbur bırakılan, egemen olmaya çalışan ideolojilerin kıskacındaki insanın ideal kabul edeceği tipleri yaratmak artık kolay olmasa gerekir.

Romancının başarısı da yarattığı tiplerde yatar, bu tipin ille de toplumsal kabul gören bir tip olmasına çalışmak zorlamadır, o yönlü bakılırsa Kafka’nın tipleri kabul görecek tipler değildir, ama başarılıdır. Romanda çok önemli bir unsur olan kişiler genellikle gerçek anlamda evrensel değildir. Tip yaratmak, tipin bizzat içinde bulunduğu özel ortamıyla, tarihi ve nesnel örgüsüyle ilgilidir. İyi bir romancı ele aldığı tip ya da modelin nesnel koşul ve ilişkilerini başarıyla örüp sunduğunda görevini yapmış demektir. Unutulmalıdır ki roman bir denge ve dengesizlik üzerine kuruludur. Bu nedenle çatışan karakterlerin özellikleri kendi tarihlerine ve roman gerçeğine uymalıdır, hayata ve öğretilere değil.


Onlar azınlıklarıyla, örneksizlikleriyle ve romanın nicel yaygınlığı sonucu her okuyanda, böyle de olurmuş hissini yaratma gücüyle evrenselleşir. Yoksa gerçekte her roman yaratımı kişi, bir insanın yani yazarın, yaratabileceği tiplerden sadece biri, yani gerçek bir insanın belki yüzde biridir. Romanlarda tipler geniş bir alan ortalamasıyken, kişilikler inanılmaz tutarlıklarıyla hayranlık uyandırsa da (Harpagon’un cimriliği, Kaptan Ahap’ın bir balinaya karşı beslediği intikam duygusu) insan gerçeğini zorlarlar. Bu yönüyle karakterler, esneyen, değişebilen özellikleriyle yaşama daha uygundurlar. Ne var ki roman kendi kuralsızlığında bunlardan hangisine gereksinme duyuyorsa onu seçecektir, bu nedenle roman kahramanı gerçekle bağı ne olursa olsun, bu bağların nicel olarak kaldığı kurgusal kimliğe geçer ve geçebildiği oranda da başarılı olur.

Her romanda Roma İmparatorluğunun lejyonlarını yenen köle Spartaküs, nicelik olarak aynı olsa da, nitelik olarak aynı insan değildir. Lord Kinros’taki Atatürk’le, Çılgın Türkler’deki Atatürk ya da Herman Hesse’nin Bozkurt’undaki Atatürk aynı değildir. Yazar kendi kurgu kuramını herkesçe bilinen tarihe ve kişiliklere yamar, bundaki başarısı da onun üstünlüğünü kanıtlar.

Eğer Stendhal’ın söylediği doğruysa, yani roman yol boyunca gezdirilen bir aynaysa, günümüz romanı da çağının kahramanını yaratacaktır. İnsan nasıl ki artık eskisi gibi aynı tutarlılıkları sergileyebilen, granit gibi durmaya uğraşan insan değilse, yaratı kahramanlar da öyle bir şey olacaktır. İyi yönleri yükseltilse bile yeniçağın eski değerleri yok ettiği, yerine yenisini henüz üretmediği düşünülürse hepsi de dünyasına yenilmiş bireydir artık ve örnek alınacak kadar yüksek duramayacaklarını kabul etmek gerekir.

Günümüzdeki romanlarda hayran bırakan tutarlı kahramanlar yoksa buna türlü nedenler aramak olasıdır, ama en başta yaşamın değişmesi, insan gerçeğinin değişmesi, yoğun bir dış kültür bombardımanı altında yaşayan insanın kendi içinde sığınacağı, kendi olacağı bir alanının kalmayışı büyük bir etkendir. Zemin artık inanılmaz kaygandır. Bundan nasiplenen yazarın kendi örnek tipi olmayınca, sahi gözükecek kahramanı yaratması güçleşmektedir...


Her romancının kendine özgü, kendince seslendirdiği bir yazma hikayesi vardır, hiç birinin diğerine benzemeyeceği gibi, hangisinin içsel ve doğru yanıt olduğu da tıpkı romanın kuralsızlığı gibi boşluktadır. Ama ortak bir yan olduğu gerçektir, bir sağaltım vardır, zevk alınan bir sağaltım. Her kitap yazarına yönelik, kendi inanıyla, yani rasyonel gerçeğiyle farklı bir arenadır. Peyami Sefa’nın kitaplarına göz attığımızda kadın kahramanlarda ortak paydalar görürüz. Vitrindekiler, yani güçlü ve aşık olunan kadınlar, ahlaken Doğulu olmaları beklenen, ama iyi eğitim görmüş Batılı anlayışta kentli kahramanlardır. Piyano çalar, dil bilir, erkeklerle aynı ortamları ve ilgileri paylaşırlar. P.Sefa, bir erkekle karşılaştıklarında onlardan Doğulu bir kadın gibi cumbasında bekleyen bir kadına dönüşmelerini bekler ve romanın çatışması / dengesizliği başlar. Bu tiplemede, yazarı tanıyorsanız, onun yaşam gerçeğinin yoğun bir etkisi olduğunu hissedersiniz. Otobiyografik bir roman olan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu bunun sırrını sezdirir. Sevdiği Avrupa eğitimi almış kız, hasta ve içli Peyami Sefa’nın yerine zengin ve Batılı anlayışa sahip biriyle evlenir. Sefa tüm romanlarında o hanımla hesaplaşmasını sürdürür gibidir.


Bu terapi özelliği sanıldığı kadar romanın görünen tarafı olmayabilir. Güstave Fluabert “ Bayan Bovary benim” derken ruhunun hangi yanını tanımlamıştır bilemiyoruz. Melville, Beyaz Balina’da balina mı, yoksa Kaptan Ahap mı ya da kurtulup bütün öyküyü anlatan İsmail midir, yanıtı bulmak zor. Ama Yakup Kadri’nin Yaban’ında Ahmet Celal’ın yazarın kendisi olduğunu anlamak kolaydır. J. Landon’ın yükselen Marksizm’in etkisiyle yazdığı kitaplarda, örneğin Demir Ökçe’de oligarşiye ve sermayeye kafa tutan kahramanın, yazarın 1900 yıllarda devrim bekleyen ezilen Amerikan işçisinin yanan ruhuna soğuk su çarptığını hissedersiniz, İnce Mehmet feodalitenin ezilen yüzünden gelmiş Yaşar Kemal’in başkaldıran tarafıdır belki. Yani yüzyılın ilk yarısında büyük bunalımlar karşısında ruhsal direnme gücü arayan Amerikan sanatının yarattığı süper kahramanlar gibidir biraz. Ne var ki bunu her romanda yüzde yüz yakalamak mümkün mü? Ayrıca insan ters mekanizmalarla da ruhunu rahatlatmaya çalışamaz mı? Ya da hiçbir büyük amacı olmadan anlatamaz mı?

Her romancı değil, ama her roman kendi gerekçelerini kendi üretir, çoğu da yazarın iddia ettiğinin dışında bir gerekçe olur bu.


Roman Bireyi Önemli Bir Noktaya Oturtan Bir Tarihtir.


Ne kadar uzun olursa olsun insanlık tarihiyle kıyaslandığında dar bir zamanın tarihidir. Estetik kaygısıyla bilinen tarihten ayrılır. Roman kişisinin insanlık tarih ve deneyimiyle ilişkisi bu kısa zamanla orantılı bir bağıntı taşır. O romanın gereksinme duyduğu ve yansıttığı kadarıyla kendi tarihinden deney ve beceri kazanır. Hal böyle olunca romandan gerçek bağlantısı beklemek bilimsel olmayacaktır. Romanın etik değeri ve toplumsal sorumluluğu da yazarın yapısalcı bakış açısıyla, insan yanıyla sınırlı kalacaktır.

Romancı kendi dünyasında ne olursa olsun, romanında öznel bakış açısını yitirmeden gerçeğe öykünecektir. Bu bakış açısı ya da kişisellik ne kadar nesnel olabilir ki? Güstave Fluaburt bir yazısında “ Roman olanaklarının, yani edebiyatın en geniş olanaklarını kullanan alanının yaşamdaki her şeyi karşılayamayacağını, bu nedenle tüm anlatıların, özellikle roman anlatımının boş olduğunu…” yazar.


Romancı topluma sorumludur. O zaman romancının yaşam gerçeğini zorlayan bir görevin dar kalıplarından ya da salt estetiğin rasyonel gerçeğe kapalılığından değil, romanın insanı temel aldığını düşünüp insana aydınlık ve umut veren yönden bakarak yazılması en doğrusudur. Ama özgür ve muhalif bir ruhun tam anlamıyla somutlaşması olan yazarın hangi esin perisinin ve ideolojinin türküsünü dinleyeceği her zaman belirlenebilir mi, o ayrı bir konu. Çünkü hiçbir yazardan iyi bir asker olmaz.


Pierre Machaey yazınsal yapıtın bir ürün, yazarın bir işçi, malzemeninse mitleri simgeleri, ideolojisiyle hazır olduğunu söyler. Yazar önceden hazırlanmış gereçleri bir tasarımla bir araya getirir. Marksist görüş de yazının dilin ve deneyimin ürünlerini bir araya getirmek emeği olduğunu savunmaz mı? Hal böyleyse yazar malzemesini ödünç aldığı topluma karşı borçludur, vefa duymak zorundadır. Yaratıcı özgürlüğünü kullansa da topluma zarar verecek bir örneklemenin içinde yer alamaz. Eğer alırsa bu kendi köklerini de budamak anlamına gelecektir. Ne var ki, bu yazar, sadakatinin, toplumsal bir dalkavukluğa, egemen ideolojinin alkışına dönmesine de razı gelmeyecek kadar ruhlu olmalıdır.

Yazarın toplumuna ve insanına sorumluluğu vardır, ama bu sorumluluğun sıra insandan öteye geçmesinin altında yatan onun bir düşünce adamı, bir aydın olmasıyla ilişkilidir. Bir başka sanatçıdan, ressamdan, müzisyenden beklenmeyen bir bilgelik ona yakıştırılır. Ne var ki yazdığı romanın gerçeği, planlanan kurgu gerçeğini zorluyor, onun dışında bir yerde gelişiyorsa yazar, günlük yaşamında toplumsal sorumluğunu duymayı sürdürmeli, ama roman gerçeğinde estetiği unutmamalıdır. Çünkü onun gerçek işlevi politika değil, roman yazmaktır. Zola’nın tavrı bir roman değil, bir toplumsal tavırdır.


Kralcı Balzac’ın romanlarında Jakobenleri alkışlaması ve bunda başarılı olması onun artistik gücüyle sıkı ilişkilidir, gerçekçiliğiyle değil. Başkaları aynı yolu izlemiş ama başarısız olmuşlardır. Romancının egemen ideolojiden etkilenmesi kaçınılmazdır, ama estetik açıdan nesnelerle insan bağlantısını iyi kurması, kullanacağı malzemeyi seçerken insan yararı gözetmesi onun büyük yapacak adımların ilkidir.

Yazar tabi ki umut vermelidir, ama bu umudun rasyonel temelleri de olması gerekir. Kimi zaman köksüz rasyonel temelleri olmayan ütopik bir tavır inandırıcı olmayacaktır. Gücünü bir ideolojinin emrine vermek belki yazarın bileceğidir, belki gereklidir de, farklı anlayış ve arayışlar insanlığın gelişmesini tetikler, yoksa statükocu bir hayatı yeğleyip hala mağara duvarlarına resim yapıyor olabilirdik, ama o ideolojinin uzun dönemde nereye varacağını görmek gibi bir tanrısallığı olmayan yazar, sırf öyle sanıyorsa, aksi durumda yapıtının başarısını da peşinen gölgelemeyi kabul edecek demektir. Yazar gündelik yaşamında düşünen bir aydın olarak toplumsal sorumluğunu iyi taşımalı, ama yapıtında estetik ve poetikaya öncelik vermelidir.


İdeolojinin anlamı yaşamı bir yarar ve düzen içende görme eğilimidir. Evrensel ideoloji hayatı yaşama, anlama, yorumlama yeteneğimizin doktrine açıklamasıdır. Olmadığında ideolojisiz betimleme, gözlem ve yaşamdaki düzenin yerini alır. Buradaki ideolojiyi bilinen anlamda gündelik politikanın ürettiği değişken ideolojiyle açıklamamak gerekir. Bu engin bir kültür ve tarihle beslenen insanlık ve sanat ideolojisi yani poetikadır.

*

ÖNEMLİ:

maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN


30 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page