top of page
Yazarın fotoğrafıŞenol YAZICI

AŞKARAYAN

ÖYKÜ

*




GÜN, kiraz ayının başları olsa da, başka baharlara benzemeyen bir sıcaklıkla cayır cayır yanmış durmuştu. Yaprak, bayılıp dalına serilmeye başlamıştı ki, akşam yetişti. Gökyüzü, parmak parmak renklenip günden geceye dönerken sık ağaçların dibinde, derin vadilerin kuytularındaki nem, buhar olup göğe ağdı. Uçurumlar, derinlerden akan ırmaklar, ağaçlar, yamaçlara kurulu yuvarlanacak gibi duran evler, o sis denizinin altında kaldı. Sisin altı bir gece yarısı karanlığını; üstüyse bulutlara takılıp yansıyan son güneş ışıklarıyla düşsel bir sabah aydınlığını yaşıyordu. Arada bir kuş, karanlıktan ödü kopmuş, ötmeden, sade, bir kanat şakırtısı olup koyu dumanı yarıp çıkıyor, derelerden fırlayan alabalıklar gibi parlayarak göğe yükseliyordu. Bir süre ne yana gideceğini bilmeden havada sallanıyor, sonra da ok gibi ağaçlara uçuyordu.



Yükseklerden bakınca vadi, sel yemiş bir ova gibi dümdüzdü. Yükselen birkaç gürgenin salkım saçak uçları ya da diken gibi bir çam tepesi olmasa, aşağıda hiçbir şeyin yaşamadığı sanılırdı. Ancak kulak verilirse, sisin altından, başka bir dünyadan gelen inek böğürtüleri, bir çakala yem olacak tavukları toplamaya çalışan çocukların bağırışları duyuluyordu.

Ses ve ışık birden bitti. Gece, itici bir renksizlikle, önce sisin altını kucakladı, sonra kuytulara, dört yana ağmaya başladı. Genç bir kız, elinde bakırı yok olmuş siyah bir güğüm, iki yanını çalıların kapladığı dar toprak yoldan gelip geçti. On beş, on altı yaşlarında ya var ya yoktu, ancak gösterişliydi. Ormanın başına varmadan durdu. Ayaklarının dibinden başlayan, hışırtısı duyulan akşam rüzgârının önünde bir deniz gibi dalgalanan sisi seyretti, uzaklarda kara gemiler gibi pusun üstünde yüzen tepelere, bir tek uçları görünen ağaçlara baktı bir süre. Sonra ardıçların arasından uzayan yolu izleyerek yürüdü. Sık dalların örttüğü yola girince, uyku veren bir çağıltıyla akan suyun sesi duyuldu. Ağaç bir oluktan akan suyun altına güğümü yerleştirdi. Oluktan akan su etrafa dağılıyor, kaba çok azı dökülüyordu. Yandaki tespih çiçeğinin kalın, geniş yapraklarından kopardı, biraz çamur ile birlikte tahta oluğun ağzına yapıştırdı. Suyun bulanıklığının geçmesini bekledi. Sonra güğümü bir iki kez çalkaladı, eski yerine koydu. Geri çekildi.


Ağaçlar dört yanı duvar gibi örüyor, dışarıdaki akşam alacası burada koyu bir karanlığa dönüşüyordu. Tedirgin etrafına bakındı. Bir iki kez, varlığını duyurmak ister gibi öksürdü. Suyun ardındaki çam dallarını kaldırdı. Kestanenin dibine baktı. Böğürtlenlerden kalkan bir top ateşböceği parçalanarak dört bir yana dağıldı, yanıp sönmeye başladı.

Bir şey arıyor gibiydi. Sonunda vazgeçti. Geldiği yoldan aydınlığa çıktı. Kabın dolmasını orada bekleyecekti.

Sis, şimdi rüzgârın önünde yok olmuş, vadi gümüş örtüsünü atmıştı. Metalimsi renklerini yitiren gökyüzü, tepelerin üstünde büyüyen ayın önünde, gittikçe açılan bir su mavisi aydınlığında parlıyordu. Her ne kadar akşam karanlığı çökmüşse de, karşıki köyde odun toplayan Rum gelinin allı beyazlı giysisi seçilebiliyordu.

Bir karatavuk öttü. Kuşun sesini andırıyordu, ancak bir insan sesi olduğu belliydi.

Yeniden oluğa döndü. Dolup taşan güğümü bir yana çekti. Yüzünü yıkarken boşluğa söylendi.

- Sen misin Hüseyin? Çok çirkin ötüyorsun.

Çam dalları kıpırdadı. Genç bir erkek sesi:

- Senden önce geldim. Merak ettim ne yapacaksın? Nasıl çıktın evden? dedi.

- Bütün suları ineklere döktüm. Anneme abdest suyu bile kalmadı. Şimdi söyle, nereden çıkardın bu askerliği?

Hüseyin’in sesi sıkıntılıydı:

- Ben çıkarmadım, dedi. Eli tutan herkesi askere alacaklarmış. Büyük bir savaş varmış önümüzde. Boş ver bunları şimdi de…

- Niyeymiş? Hem senin yaşın tutmuyor ki…

- Yaşı tutan mı kaldı? Yemen’de, çöllerde bitirdik askerleri. Şimdi sağlam kimi bulurlarsa… Neyse, gidince unutursun. Refik’in karısına bak, adamın ucu yanmış kâğıdı geldi, ayına varmadı kocaya vardı.

Kız hışımla dallara atıldı. Yakaladığı oğlanı çekti. Artık iyice keskinleşen karanlıkta, kızdan bir iki yaş büyük, gözleri ay ışığında parlayan bir yüz belirdi.

- Çekme düşeceğim.

- Deli, dedi kız bırakırken. Seni ömrümce aradım. Doğruyu bulmak, sevgiyi tanımak kolay mıydı sanıyorsun? Tıpkı bir aşkarayan kuşu gibi. Sana rastlamadan ömrümü tamamlamak vardı, anderhana sanarak bir mora kafulunda dikenlere takılıp ölüp gitmek de... Unutabilir miyim seni?

Söylediğinden utanmış önüne bakıyordu. Şimdi düzlüğe sızan ışığın aydınlığında, delikanlının yüzü belirgindi, gülen yüzünü görünce kızdı.

- Geri çekil. Şimdi biri görecek, ondan sonra annem…

Çocuğun yüzünü çam dallarıyla örtmeye çalıştı.

- Kim görecek? Ne olur yanına geleyim? Söylediğin ne güzeldi. Aşkarayan kuşu hangisi?

- Orda dur anlatırım. Minik bir kuş var, belki görmüşsündür, gagası kendinden büyük. Her halde büyük serviye yuva yapmış. Her sabah sığıra giderken oradan geçiyorum. Benim gürültümle uyanıyor sanki. Yem aramaya başlıyor, mora, zibilanke, tüm meyveleri dolaşıyor bir bir, sadece kokusuna bakıyor öyle. Hiçbirini de beğenmiyor, sonunda anderhananın yemişlerinde karar kılıyor ve artık gün akşamaca hiç ayrılmıyor oradan. Be kuş, baştan gitsene anderhanaya! Sanki hafızası yok, aşkını deneyerek buluyor her gün, ama her gün. Adı ne bilmem, ama ben ona aşkarayan diyorum.

- Allahım neler de bilir! Geliyorum.

- Olmaz! Görürler.

- Görürler de, senin kendi kendine konuştuğunu duyan ne der?

- Ne diyecekler? Gülbeyaz’ı cin çarpmış, der. Zaten pek akıllı değilim ya. Dur bir ses var.

Kulak verdiler. Bir atın yumuşak toprakta çıkardığı yeknesak nal sesleriydi.

- Muhtar Tufan bu. Bu saatte o gelir. Hadi ben gidiyorum. Yarın akşam burada…

Sonuncuyu fısıltıyla söyleyip çamın ardından ayrıldı delikanlı. Kız bir süre otların arasından sürünen bir kirpinin çıkardığı seslerle uzaklaşan sevdiğine kulak verdi. Sonra eğilip güğümü aldı, beline koydu. Kolunu sapından geçirdi. Ağırlığı bel ve koluna dağıttığı için güğümü rahatlıkla taşıyordu. Yola koyuldu.

Ağaçların arasından açıklığa vardığında yetişti atlı. Öksürdü, varlığını duyurmak için. Yol veren kızı geçti. Ay ışığı arkasından vuruyor, iri, uzun bedenini daha da gösterişli yapıyordu.

- Dayı, bu akşam erkencisin, dedi kız.

Sesinde akşamın alacasına karışan bir endişe, yaranma kaygısı vardı. Hüseyin’le konuşmalarını duymuş muydu acaba?.

Atlı gülerek yanıtladı. Kız onun gülümsemeden konuştuğunu hiç görmemişti.

- Bana boş ver Gülbeyaz. Bu saatte senin ne işin var suda? Mehmet niye gelmiyor?

- Mehmet’i bilmez misin? Ne yapayım?


- Anladım da yalnız gelme. Ortalığın bin türlü hali var. Eşkıya kaynıyor dağlar. Senin gibi güzel kızı görünce…

Gülbeyaz övgüden hoşlansa da utandı. Bu Tufan da hep böyleydi. Hiçbir erkeğin akıl edemeyeceği, kadınların yüreğini kaldıran şeyler söylerdi. Başkalarının, Tufan’ın yaşıtı kadınların anlattıklarını düşündü. Adam, karısı ölüp bir kızıyla kaldığından bu yana, tarlasına, çayırına giren, yakaladığı her kadına sarkıntılık ediyor, hele bir yalnızsa neler yapmıyordu ki? Gerçi kadınlar da ne hikmetse hem hakkında demediğini koymazlar, hem de onun tarlasından, bağından ayrılmazdı ya.


Geceyi düşündü, yalnız olduklarını. İçi bir hoş oldu. Kızdı kendine, içindeki tuhaflıktan dolayı.

- Aman dayı!..

Konuyu değiştirmeye yöneldi.

- Gene geceye kaldın, dedi.

Atlı önde, kız arkada yürüyordu. Zaman zaman atın savrulan kuyruğu yüzünü yalıyor, geri çekiliyordu.

- Ne yapayım, şehir dünyanın yolu. Her akşam o yolu atın sırtında da olsa kat etmek ölüm. Hele ırmağı bir görsen, sis yüzünden göz gözü görmüyor, öyle duman. At bir yana yuvarlanacak diye ödüm koptu, inip yedeğe aldım. Ee, at da yaşlandı benim gibi.

Kız onun gösterişli bedenine yakıştıramadı yaşlılığı.

- Olur mu? dedi. Sen daha gençsin.

Atlı durdu. Dar yolda kızın yürüyüp yanına gelmesini bekledi.

- Sağ ol. Keşke senin kadar genç olsam.

Uzanıp başını okşadı.

- Dur, bu güzel sözün için sana bir şey vereyim.

Eğildi. Atın terkisini karıştırırken destek almak ister gibi kıza dayandı bir eliyle. Kız ürperdi. Rastlantı gibiydi, göğsüne gelmişti el. Uzayan arama sırasında iri parmaklar hafiften ileri geri oynuyor muydu? Ona mı öyle geliyordu, yoksa? Donmuş kalmış, öyle durdu. Çekmedi de kendini. Dahası ağırlığını ele verdi. Bir tedirginlik, rahatsızlık duysa da, öyle bıraktı kendini. Bedeni sıtma yemiş gibi anlamadığı bir biçimde titredi o ara. Adam, neden sonra buldu aradığı şekerleri, uzattı. Huysuzlaşan atı sürdü.

Ter içinde kalmıştı kız. Elin çekilmesine üzülmüş müydü? İçinde bir şey, hiç bulamasın şekerleri, daha arasın ister gibiydi. Ya duyumsadığı o suçluluk, utanma neydi? Birkaç adım geri kaldı. Suskun gittiler. Tufan açmasa belki de hiç konuşmazlardı.

- Beğenmedin mi? Şekerleri…

Gülbeyaz yanıt vermedi. Boğazı düğümlenmişti sanki. Başını salladı. Neden sonra konuşabildi.

- Güzeldi! Şekerler… Oysa daha yememişti bile.

Evlerine ayrılan yolun ağzına geldiğinde, attan indi adam. Kız, elinde olmadan bir adım geriledi.


- Neyse. Anneni çağır da, tuzu vereyim.

Kız adamla daha fazla yalnız kalmaktan ürküyor gibiydi. Patikadan ayrılıp evlerine tırmanan dar yolda bir iki adım atıp uzaklaştı.

- Sen öylece bırak, ben güğümü koyup gelip alırım.

Dayı diyememişti bu kez dili varıp da.

Tepede, rüzgârın aralarında ıslıklar çaldığı birkaç servi ve köyün mezarlığı vardı. Az ileride, küçük harmanın bitiminde de evleri.

Terkisindeki tuz çuvalını indirdi Tufan. Yükleri aktarıp dengeledi. Yamacı aşmış olan kıza seslendi:

- Ablama selam söyle. Yarın gene şehre gideceğim. O zaman da yağı getiririm, merak etmesin. Atın yükü ağırdı bugün. Sen de, her ne istersen de, çekinme olur mu?

Kıza öyle geldi ki, son cümleyi bir garip söylemişti.

Hayvanı ardına alıp karayemişlerin top top dizildiği yolu izleyerek karanlığa karıştı.

Kız onun gittiğine emin olunca olduğu yere çöktü kaldı. Ateş basmış bedenini serin akşam yeline verdi. Sanki el hep oradaydı, bastırıyor ve parmaklar yalnız onun anlayacağı biçimde oynuyor, o da kendini, ne yapacaksa yapsın, der gibi bırakıyordu. Bir yandan suçluluk duyuyor, bir yandan da o dokunuştan çok hoşlandığını algılıyordu. Belki de, gerçekten bilmeden gelmişti adamın eli. Öyle olduğunu düşünmek içindeki utancı, pis bir şeye bulaşmışlık duygusunu yok ediyor, hoşlanmayı arttırıyordu. Bilerek memesinin avuçlandığını düşününce de bir tiksinmeyle sarsılıyordu. Bir anlık da olsa kendini bırakışını anımsıyor, kızıyordu.

Nedense, Hüseyin’in görüntüsü, tam karşısına dikilmiş, kaşlarını çatmıştı.

- Of anam! diye inledi. Kasıklarındaki yüklenme, ateş artmıştı. İki büklüm oldu. Of anam! Ne

yleyim, elimde miydi sanki?

Başını kaldırdığında gözleri yaş içindeydi.

- Pis Tufan, dedi. Ben, ona dayı diyorum, onun yaptığına bak. Namussuz herif!

Suçluyu bulmak rahatlattı onu. Kalktı, güğümü beline vurdu. Boş eliyle tuz çuvalını kaldırmaya uğraştı. Olmadı. Önce güğümü bırakmalıydı. Yürürken, Tufan olmasaydı ne yapacaklarını, düşündü. Şehre git, tuz al, en az üç saatte Ayvasıl’a gel, bilmem kaç kiloluk teneke sırtında. Sonra da gel bu yokuşa vur. Bir yağmura denk gelirsen tuz, tuz suyu olsun. Tufan’a vereceği birkaç kuruşu olmayanlar, zorunlu buna katlanıyordu, ne yapsınlar? Duyuyordu, Tufan, kimisine paraları olmasa da getirirdi. Niye getirirdi acep? Memesini tutmak için mi? Adam, zaman zaman insanın içini gıdıklar gibi konuşurdu doğru, ama ilk kez böyle davranışına denk gelmişti. Belki de rastlantıydı. Gecenin karanlığında sokulmasaydı ona o kadar da. Bir daha üç adımdan fazla yaklaştırır mıydı, onu?

Harmandan geçti.

Ayın gümüş ışığında ev, karayemiş dallarının altında ürkütücü, ne olduğu anlaşılmayan bir yığın gibi duruyordu. Tam üstündeki her biri hortlamaya hazır bir yığın ölüyü saklayan mezarlar, rüzgârın önünde hareket eden, eğilip kalkan servilerle beraber korkutucu görünüyordu. Gülbeyaz mezarlıktan, ölülerden değil, canlılardan korkulması gerektiğini bilecek kadar yürekliydi, ama yine de ürperdi.

“ Babam başka bir yer bulamadı mı, evi yapacak?” diye düşündü. ”Tam mezarlığın dibine, servilerin gölgesine yaptı. Millet cenazesi olunca öteki dünyayı hatırlar, biz Allah’ın her günü. Ne günü, her saat…”

Kocaman bir mağara karaltısıyla duran evin bir yerinde bir alev parladı. Kapı açılmış, yer ocağının ateşi dışarı vuruyordu.

-Sabire ana! diye bağırdı, karanlıktaki dikdörtgen aydınlığa doğru.

Annesi homurtuyla karışık yanıt verdi. Herhalde geç kaldığına kızıyordu. Öfkesini durdurmak için telaşla ekledi.

- Tufan tuzu getirmiş. Ben dönüp alacağım.

Daha anası yanıt vermeden evdeki parlayan alevin önünden bir gölge fırladı.

Genç bir erkek sesi:

- Ben alırım, diyerek ondan yana koştu.

Gülbeyaz, yanına gelen ay ışığında yüzü Arap gibi kapkara, gözleri inadına çakır çocuğu görmekten hiç memnun olmamış gibi yüzünü buruşturdu.

- Nerede? dedi kıza.

- Sen bu güğümü al. Ben alırım.

Suyu çocuğun önüne bıraktı, çuvalı almak için döndü. Birkaç adım gidince ardına baktı. Çocuk, beline yerleştirmeye çalıştığı koca göğümü nasıl taşıyacağını şaşırıp çarpa çarpa üstünü başını ıslatmıştı. Güldü.

- Dökme suyu! Nerelerden getirdim onu biliyor musun?

Evin kapısına ulaşıp kapıdan taşan aydınlığı kesinceye kadar izledi onu. Sonra tuzu almak için birkaç adım atmıştı ki, ayağına çarpan sert bir şeye takıldı. İrkildi, geriye sıçradı. Tuz çuvalıydı.

Aşağıdaki yolun kıyısına bırakmıştı çuvalı, buraya kim getirmişti? Merak ve korkuyla bakındı, kimseyi göremedi. Sadece ilerde, harmanın sonunda yerde ay ışığı altında bir gölgenin şöyle bir gözüküp yok olduğunu fark etti. Birkaç saniye sonra da kötü bir karatavuk ötüşü taklidi duyuldu.

“ Deli! ” dedi içinden. Demek gitmemiş, onu izlemişti. Gülümsedi. Yok, bir de çekip gidecekti. Kız halinde, onun için dağ bayır dolaşacaktı, o ise evine ulaşmasını beklemeden gidecekti, daha neler. Tükürürdü onun erkekliğine. Birden aklına Tufan’ın memesini tuttuğunu görmüş olabileceği geldi. Endişeyle ürperdi. Sonra, o karanlıkta fark edilemeyeceğini düşünüp rahatladı.

Tuzu sırtlayıp yürüdü. Nedense, koca çuval şimdi hafif gelmişti ona.

Eve geldiğinde annesi aşhaneden elinde bir tencereyle çıkmıştı. Kapıda karşıladı kızını.

- Allah razı olsun Tufan’dan, dedi. Tuz gibisi var mı?

- Neyin eksikse onun gibisi, dedi. Tufan’ın övülmesine kızmıştı.

Kapının ardına bıraktı çuvalı. Ambara kaldırması gerekliydi, ancak gözü kesmedi. Güçlü kuvvetli kızdı, ama gene de nefes nefese kalmıştı. Yerevini içerdeki iki odadan ayıran tahta sete oturdu. Ağrıyan bileklerini, kollarını ovaladı.

Pilekinin başında odunları yontmakla uğraşan iki genci gördü. Bağırdı onlara.

- Sorarsan erkek olacaksınız. Ne yapıyorsunuz orda?

Esmer olanı diğerinden bir iki yaş daha büyük gözüküyordu.

- Güğümü aldım ya.

- Sana güğümü al, diyen mi, vardı? Ben asıl o yanındakine diyorum.

Öteki genç, Gülbeyaz’ın kardeşi Mehmet’ti. Hiç yanıt vermeden işini sürdürüyordu. Onun aldırışsızlığı kızı iyice çileden çıkardı. Fırladı, elindeki tahta parçalarından birini kaptı. Şaşkın şaşkın bakan çocuğun kaçmasına izin vermeden bacaklarına vurmaya başladı. İskemlesinden yere yuvarlanan çocuk, bir ara elindeki tahtayı almayı başardıysa da kaçamadı. Üstüne binen Gülbeyaz, bir eliyle saçlarına yapışmış, bir eliyle tokatlıyordu. Annesi zor ayırdı onları.

- Delirdin mi kız?

Gülbeyaz, saçı başı darmadağınık, yüzü kıpkırmızı kesilmiş söyleniyordu.

- Erkek olacak. Ablası gecenin karanlığında tuz taşıyacak, o burada oynayacak. Hayvan, evlendirsen evlenir.

Esmer çocuk, gözlerini açılan yakasına, göğüslerinin belli belirsiz birleşme çizgisine dikmişti. Hemen kapandı.

- Ne bakıyorsun? Gitsene evine, evin yok mu senin?

Çocuk hiç şaşırmadı, hemen toparlandı.

- Ben de gidecektim, dedi. Sesi darılmış gibi değildi.

Duvara dayadığı sopasını aldı, kapıya doğru yöneldi. Kadın kızına öfkeli bir bakış fırlatıp koştu ardından.

- Dur sana biraz patatesle ekmek vereyim, evde yersin.

Sahana doldurduğu patateslerin yanına ateşten yeni çıktığı belli olan mısır ekmeğinden büyükçe bir parça koydu.

Gülbeyaz’ın yerde oturan kardeşi Mehmet, arkadaşının gittiğini görünce fırladı peşinden.

- Ben de gidecektim, dedi.

Gittiler.

Anasıyla kız, bir zaman sessiz oturdular tahta sette. Sonra Sabire kalktı. Taş duvara asılı sofrayı indirdi. Patatesleri süzgeçte süzdürüp üstüne koydu. Kocaman ekmeği bölmeden öylece yanına bıraktı. Tahta iskemlelerden birini çekip oturdu. Bir patatesi kabuğundan ayıklayıp tuza banıp yemeğe koyuldu. Öylece oturup tavandaki duman deliğine, oradan gözüken gökyüzüne bakan kızına neden sonra seslendi.

- Açlığım yok, dedi kız.

- Sana gel, diyorum.

Kız daha fazla bekletmedi, kalkıp gitti.

Yemeklerini konuşmadan bitirdiler. Anne geriye yaslandı. Zayıf yüzüne yırtıcı bir görünüm veren eğri burnunun tam yan tarafında hiç iyileşmeyen bir yara vardı.

- Yaptığın yanlış, dedi.

- İyi de anne. Mehmet de erkek gibi davranıp bize yardımcı olmuyor. Benden topu topu iki yaş küçük. Güya büyüyecek de sıkıntılarımız azalacaktı.

Annesi, burnundaki yaraya dokundu, belki de böyle kurcaladığı için bir türlü iyileşmiyor yara, diye düşündü kız.

- Ona iyi yaptın. Ben, dedim: Git, ablan suda, al gel diye, aldırmadı. Bir garip. Sanki Mustafa’mın oğlu değil. Mıymıntı. Ama çok ezme onu. Karılardan iyice ürkecek. Ben, bir umut, sonunda isyan edip seni ayağının altına alacak, erkekleşecek diye bekliyorum, ama nerde? Benim kötü dediğim başka. Kadın kısmına yaptığın yakışmaz.

- Ne yakışır kadın kısmına? Hayvan gibi çalışmak mı? Erkeğin yapacağı işleri yapmak mı?

Anası, iyi zamanlarındaki gibi güldü.

- O yüzden evlenir kadınlar, zor işler için. Yoksa niye çeksin erkeğin derdini? Sen de…

Sözün tamamlanmasını beklemedi kız. Anasının ne diyeceğini biliyordu. Sen de evlen, diyecekti. İsteyenlerden birini al, malı mülkü olan birini… Gönülmüş mönülmüş anlamaz mıydı, anası? Belki o da, Hüseyin’i tanıyıp öğrenmeseydi sevmeyi, öyle bilir, kabullenirdi, ama artık… Sevmek bir kez öğrenildi mi, unutulmazdı. İyi de aşkarayanlar her gün unutuyordu.

- Ben yatacağım, dedi. Çok yorgunum.

Odanın kapısının eşiğinde öfkesine yenildi. Döndü.

- Kiminle evleneyim isterdin anne? Kara domuzla mı?

- Nesi var çocuğun? Bir de akrabamız üstüne üstlük.

- Akrabaymış. Babam, peygamber emanetlerini beklerken Kabe’de, dindaşımız Araplarca öldürülüp künyesi geldiğinde kimden fayda gördük? Hangi akrabamızdan? Sen anlatırdın, mısırımız tarlada kuruyup gitti de, toplayamadın bizi bırakıp. Gece gelip çaldılar. Urum gelip toplamadı ya. Bu köylüler topladı. Bizim akrabalarımız. Unuttun mu ana?

- Dünyanın kaderi bu, düşene vururlar. Düşme sen de.

Kadının sesi buğulandı. O günleri hatırlamak rahatsız etmişti onu. Gözleri ıslandı.

- Ey gidi ana, dedi kız içini çekerek. Ben yatıyorum.

O akraba dedikleri kara domuzdan nefes alamadığını, kenefe bile gidemediğini, sürekli peşinde dolaştığını, orasını burasını mıncıklamaya çalıştığını söyleyecekti. Onunla evlenmeyeceğini, bir sevdiği olduğunu diyecekti, demedi. Kalktı. Soyunup yattı.

Bir süre sonra dayanamadı. İçerde oturan annesine seslendi.

- Ana! Kalk yatsana.

Ateş sönmüştü. Sacayağını üstüne devirdi, Sabire. Evin içi karanlığa kesti iyice. Kapıları kontrol edip kızının yanına gitti. Yere yatağını serdi. Üstüne oturup dua okumaya başladı.

Gülbeyaz:

- Yatıp uyusana. Belin ağrımıyor mu senin?

- Belim biraz daha iyi sanki. Bu Cinci Hoca’nın nefesi dedikleri kadar gibi, iki okudu, ağrılarım bitti.

“Nefesi mi, eli mi?”diyecekti, vazgeçti. Hocayı bir kez okurken görmüştü. Ağrıyan yeri açtırıyor. Sözde namahrem diyerek gözlerini yumuyor ama eliyle sıvazlıyordu iyice. Sonra da insanın içini geçirecek bir mırıltıyla bir şeyler okuyordu.

- Biraz daha okunsaydın hocaya ya?

- Neyle? İki okumaya bir tavuk verdik. Boğazınız olmasa...

Gülbeyaz annesinin okunmak için büyük bir istek duyduğunun farkındaydı.

Nasıl oluyorsa, Cinci’nin bütün hastaları kadındı. Hepsi de hocanın nefesinden şifa bulduğunu söylüyordu. Bir Duman’ın yaşlı babasına bir yararı olmamıştı. Belindeki geçmeyen ağrı için okunmuştu adam. Cinci, iki metre uzaktan, şöyle yasak savar gibi, eliyle de sıvazlamadan üfleyip geçmişti. Sonra da, çağrıldığında gelmemiş, hep yapması gereken acil işleri olmuştu.

Aklına gelenleri, annesine yakıştırmak rahatsız etti onu. Sonra, o da insan, diye geçirdi aklından.

- Bizi düşünme o kadar, sen sağlığına bak

- Yapabilsem. Ana ol da gör.

Ana. Bu sözcük genç kıza sevdiğini, Hüseyin’i anımsattı. Dokunamadığı yüzünü, yapraklar gibi hare hare gözlerini… Demek gidiyorum deyip gitmemiş, dönüp izlemiş, tuzu da oradan oraya taşımıştı. İçi acılandı. Gerçekten askere alırlar mıydı, onu?

- Bir olsam, dedi kız.

- Ne dedin? dedi, Sabire.

- Hiç. Uyuyalım artık.


Hüseyin’i cinci yaptı düşünde. Okuyordu. Sadece onu... Sarığını sarmış, kaftanınını giymiş, orman gibi sakallı, tıpkı hoca... Dört yanı kapalı bir odada, Gülbeyaz'ı çırılçıplak soyuyor, gözleri kapalı, ağrıyan göğüslerini okuyup üflüyordu. Daha yeni düşe dalmıştı ki, ter içinde kaldı.


Mısırlık yeşil yeşil kokuyordu. Yalınayak girdiği toprak sıcaktı. Ayazın vurduğu çıplak ayaklarını yüzeydeki ince toprakta örttü. Bir yer buldu oturdu. Ay bulutların ardındaydı, ama yağacak gibi de değildi. Ağustosböceklerinin sesi geliyordu. Bu yıl erken başlamışlardı. Sıcağın etkisiydi herhalde.


Sıkıldı. Oturduğu yerden kalktı. Mısırları kırmamaya çalışarak, daha yeni biçilmiş buğday tarlasına ulaştı. Başakları yukarı, mezarlığın altındaki harmana taşıyıp yığmışlardı.

Salatalıkların keskin çiçek kokusunu duydu. Yaprakları karıştırırken koku daha da arttı. Allah’ın cezası çocuklar bırakmıyordu ki. Güldü, nedense bütün çocuklar, salatalık hırsızlığını severdi. Geçen yıldan kalma çekirdekleri, mısırların arasına ekerek karpuz da yetiştirmişlerdi. Kafa kadar karpuz vermişti her biri. Nasıl bulmuşlarsa, beyaz beyaz karpuzları orada yemişlerdi.

Sonunda el yordamıyla küçük bir salatalık buldu. Çiçeği düşmemişti. Minik dikenleri ellerine battı. Eteğine sildi dikenlerini. Bir tane daha bulmak için devam etti aramaya.

Yapraklara sürünen birinin hışırtısını duydu. Kim olduğunu bilse de tedirgin olduğu yere çöktü. Mısırlar aralandı. Uzun boylu bir gölge açığa çıkmadan dikilip etrafına bakındı. Seslendi ona:

- Hişt!

Gölge ona doğru yürüdü. Hüseyin’di.

- Orda açıkta kalıyoruz, diye fısıldadı. Böyle gel.

Sıcak toprağa çöktüler. Birbirine çok yakınlardı. Dokunmak için aklını atarak, ama dokunmaya korkarak öyle oturdular.

- Yeşil ne güzel kokuyor, dedi erkek.

- Hele salatalıklar. Bak sana da buldum. Al.

Elleri salatalıkları verirken birbirine değdi. Bir sıcak alev yaladı ikisini.

Gece kuşlarının, kurbağaların sesi geliyordu.

Hüseyin, uyuşan ayağını bir mısır kökünden kurtarmak için uzattı. Dizi Gülbeyaz’ın baldırına geldi. Çekecekti, vazgeçti, kızı bekledi. Kızın baldırında bir kasılma, bir geriye çekilme olmadı. Farkında değilmiş gibi, bırakmıştı dizini.

- Çok kalamam, dedi. Annem halamlarda sanıyor, beni. Gittim de bir soluk, sonra buraya geldim. Endişeleniyorum onun için. Sırtı ağrıyor. Bir şey olursa, Allah vermesin, yapayalnız kaldım o zaman…

- Ben varım ya, dedi Hüseyin.

Biraz döndü kız. Oğlanın bükülü ayağına değdi.

- Sen varsın ya. Varsın da, nasıl ortaya çıkacaksın, kapıma nasıl geleceksin?

Gülbeyaz, sevdiğinin dizinin hemen yanında olduğunu biliyordu, ama görmüyordu. Nefes aldıkça giysisinin sürtünmesini hissediyordu. Kim demiş insanın iki eli, iki gözü var diye. Dizi, koca bir göz olmuş, o tüy gibi dokunuşu, iğne batırılıyormuş gibi alıyordu.

Biraz öne kaysa… Yapamadı. Konuşmaya vurdu. Daha hızlı nefes alıyor, nefesiyle şişirdiği bedeninin Hüseyin’in dizine değeceğini umuyordu. Sesi iyice tuhaflaşmıştı.

- Sen istemeye gelmeyecek misin, beni? İstersen o zaman…

Daha önce konuşmuş anlaşmışlardı. Hüseyin yaz bitmeden ailesini gönderecekti, harmanları bekliyordu. Harman bitsin, şehre gidip bir iki şey alsın armağan diye, öyle.

- Bunu benim kadar kimse isteyemez de, biliyorsun.

“Biliyorum da,” diye düşündü kız. “Elimde değil ki, aklım sende. Şimdi dizin onca uzakken bedenim boydan boya göz kesmiş ateşini alıyor. Ne kadar dayanırız böyle? Sonra Tufan belası var, haber salıyor. Ne istersem çeyiz olarak yapacak. Yeter ki ben, he deyim…”

-Tufan rahatsız ediyor mu seni?

- Haddine mi düşmüş? Neylerim onu, biliyor musun?

İyi de ya anası kanarsa altındır, liradır, bilmem nedir? Ne olacak yani, adam dulsa dul, yaşlıysa yaşlı. Yaşlı al da, kıymetin bilinsin kızım, derse. Ama Hüseyin’i tedirgin etmek istemiyordu. Birazcık anlatayım demişti, daha önce. Biraz da kıskandırmak, zorlamak istemişti de, salt öfke kesilmişti erkek.

Bir sabah çeşmeden su alırken gelmişti Tufan. Atı yanında yoktu, belli ki onu kolluyordu. Rastlaştıklarında öyle gözlerini dikip bakardı, ama bu kez kalkıp direk yanına gelmişti. Şöyle bir etrafına bakınmış, sokulmuş, sırnaşmıştı.

“- Bak,” demişti. Ben bu köyün nesiyim? Muhtarı. En büyüğü. Padişahın fermanı kime gelir? Bana. O zaman ben padişahın adamı mıyım? He. O sıfatla işte bir diyeceğim var.”

Adam eskisi gibi değildi. Kendini beğendirmek için parçalanıyordu.

“- De,” demişti, saf saf.

“- Ben seni Allah’ın emri, peygamberin kavliyle almak isterim. Annenle filan konuşmadan önce senle konuşmak istedim.”

Bakakaldı. Adam gözlerini kırpıştırarak hemen burnunun dibinde ona bakıyor, evlenmelerden söz ediyordu. Daha düne kadar önünde saygıda kusur ederim, diye ödünün koptuğu babası yaşındaki adam, ergen bir delikanlıymış gibi yüzünde yılışık bir sırıtma yaranmaya çalışıyor, kırılıp dökülüyordu. Gerçi gururu okşanmıyor değildi, ama gülünç, delice bir şeyler vardı bunda. Sinirleri boşalmış, bir gülme almıştı onu. Tufan da bunu iyiye yormuştu.

“- Düşün, ” demişti. “ Seni sultanlar gibi yaşatırım, söz. ”

Evde anasına bile anlatamamıştı. Çünkü annesinin aklı, kızının yaşmağı çalılarda kalmadan evlenmesindeydi. Tufan’ı beğeneceği tutardı. Hüseyin’e şöyle bir diyecek olmuştu, Hüseyin delirecekti. Adamı öldürmekten dem vuruyordu. Allah’tan adamın kendisine baktığını söylemişti, sadece. Ya göğsünü, bacağını tuttuğunu deseydi? Hele, bir anlıkta olsa bundan hoşlandığını?.. İnsan ne tuhaftı. Gün olur, bir yılanın sürtünmesinden de zevk alabiliyordu.

Hatırladıkları kanını kızıştırdı. Karanlıkta göremediği Hüseyin’e sokuldu. Sıcak nefesi gerdanını yaktı. Dizini şimdi tam olarak hissediyordu.

- Tufan beni kaçırsa vurur muydun onu?

- Sade onu değil, seni de vururdum. Razı geldiğin için.

Yani göğsünü tutmasına razı geldiğini duysa, öldürecekti. Öldürmese bile bir daha bakmayacaktı yüzüne.

Çocuğun eli dizinin üstündeydi. Göğüslerinin biri o ele değdi, çekildi hemen. Hüseyin endişeli sordu:

- Var mı, öyle bir şey, yoksa?

- Denedim seni, dedi. Bakalım sevdiğine sahip çıkıyor musun?

Yeniden Hüseyin’in eline değdi göğsünün ucu. Birden titremeye başladı. Yaz sıcağında sıtma yemiş gibi titriyordu. Engellemek istedi, başaramadı.

Ne biçim işti bu, insan sevince böyle mi oluyordu?

Tufan bir kezinde de fındıklıkta kanaviçe işleyen Gülbeyaz’ın yanına gelip oturmuştu. Gülbeyaz, son gördüğünden bu yana aklını kaçırdığına iyice inandığı adamı tatlı dille ikna etmeyi kuruyordu. Adamın yanına oturmasına ses çıkarmamıştı. Elini dizine koyduğunda irkilmişse de, dayanmış, farkında değilmiş gibi sürdürmüştü işini. O anda Tufan’a bir hal olmuştu. Sıtma nöbetindeymiş gibi zangır zangır titriyordu adam.

Kız dizini kurtarıp öfkeyle sormuştu:

“- Ne oldu sana, verem mi oldun?”

Heyecanlı anlaşılmaz bir sesle homurdanmıştı adam.

“- Seni Allah’ın emriyle zevcem yapacağım,” demiş, sarılmaya, öpmeye uğraşmıştı.

Kız öfkeden kendini yitirmiş, koca adamı tekmeleyerek devirmişti çimenlere.

“- Defol deyyus! ” diye bağırmıştı.

Ayağa fırlayıp kafasına vuracak bir şey aramıştı. Adam, kızın eline geçirdiği değnekten daha çok, bağırmasından çekinmiş olmalıydı. Bırakıp giderken söyleniyordu.

"- Elletirken iyiydi de, şimdi ne oldu?"

Beyninden vurulmuştu, Gülbeyaz. Teslimiyetinin anlaşılıp hatırlatılmasından rahatsız oldu. Ya birine derse?.. Ya Hüseyin duyarsa?.. Elinden gelse, bir daha sözü edilmesin, diye öldürebilirdi Tufan’ı.

Tufan’ın o günkü titremesinin anlamını da şimdi çözüyordu. “ Domuz,” dedi içinden. “Demek böyle şeyler hissediyor benim için o pislik. Bir daha görürsem onu peşimde… ” İyi de kendi hoşlanması ne oluyordu?

Peki sevmek bu muydu? Sana dokunduğunda titriyorsan seviyorsun demek miydi? Kendisi de, atın yanında, Tufan elini göğsüne dayadığında bir an zangır zangır titremişti. Tamam, hoşuna gitmişti doğru da, Tufan’ı sevmiş miydi? Şimdi niçin iğreniyordu ondan? Yok, bu başka bir şeydi. Sevmek gibi güçlüydü ama sadece bir anlık. Üstüne üstlük geride bir iğrenme, bir suçluluk bırakıyordu.

Ne var ki, bazen değişik düşünüyordu. Örneğin, şimdi değil, şimdi Hüseyin’e bu kadar yakınken aklına gelenler farklıydı; onu ısırmak, sıkmak geçiyordu içinden, ama başka zaman ona baktığında, ona dokunduğunda, içinden ağlamaya benzer duygular geçerdi. Dokunduğunda alıp koynunda bir yere sokma arzusu duyardı. Çılgınca onun içinde bir yerlere girmek isterdi. Kimi zaman onun için hiç düşünmeden öleceğini hissederdi. Bazen Hüseyin gözünde azizleşir, bir eksik, çirkin yanını görmesin isterdi.

Titremesinden utandı bu kez. Geri çekildi. Hüseyin çekilmesini istemiyordu, ancak bir şey demedi.

- Askere falan almazlar değil mi? dedi.

- Daha yaşıma var, ama her yer karışık. Dağlar asker kaçağı, Rum, Ermeni çeteleri dolu, diyorlar. Kız kaygıyla sordu:

- Buralarda da başlar mı?

- Başlamış bile. Hele Rus, Trabzon’u bombaladıktan sonra azmış hepsi. Fandak’ta birinin evini yakmışlar. Kimin yaktığı belli değil, ama belli ki gâvurlar.

- O zaman ne olur, seni askere alırlar mı?

- Ne bileyim? Kimsenin askere gittiği yok, zaten. Herkes kaçak. Ama yakaladıklarını asıyorlarmış. Oracıkta kurşuna diziyorlarmış. Enver diye biri varmış, Enver Paşa. Büyük bir ordu topluyormuş, Rus’un üstüne gidecek. Askerliğim muhtara bağlı biraz da. Muhtar bildirirse yaşı gelen var, diye, götürürler. Sen bilirsin, istersen ortalık durulana değin bekleyelim.

Muhtarın sözü geçince kızın tüyleri diken diken oldu. Tufan, bir bilse, elinde yetki varsa Hüseyin’i divanı harbe verirdi. Gene de çok düşünmedi üstünde.

Hüseyin’in dediklerini savsaklama olarak aldı. Kızdı, damarına bastı.

-Olur. Anneme de anlat bunu. Tufan isterse verir beni.

Hüseyin, öfkeyle kollarına yapıştı kızın.

-Bana bak!

- Ne bakacağım, ipe un seriyorsun sen.

Şimdi daha yakındılar. Kız iyice yaslandı ona. Kendini bıraktı. İnledi. Hüseyin’de beline attı kolunu. Titreyen öteki eliyle göğsünü bulmaya çalışıyordu. Gülbeyaz, Tufan’ın kendi malıymış gibi kolayca bulduğunu anımsadı. Hüseyin’in yavaşlığı, kızın utanması geri gelecek kadar sürdü. Elini tutup durdurdu.

-Sakın, dedi fısıltıyla. Evlenmeden olmaz. Arif Reis’in kızı gibi olamam, nikâhsız, kocasız…

-Peki, dedi Hüseyin. Söylediği anlaşılmıyordu bile

Sabire kara kara düşünüyordu.

Bu yıl buğday her zamankinden çoktu. İçinde adam kaybolurdu girse. Başakları taşıyamayan saplar boynunu bükmüştü. Biçerlerdi biçmesine ama dövmek için ya öküz ya da adam gerekliydi. Kimsede öküz yoktu. Bir kış boyu birkaç sığırın yiyeceğinden daha çoğunu yiyen, sadece yazları işe yarayacak bir öküzü saklamak herkesin harcı değildi. Önceki yıllarda buluyorlardı birkaç kişi. Dövenin önüne geçerler, bir iki günde buğdayı sapından ayırırlardı. Bitmeyen savaşlar, erkek bırakmamıştı ki.

Gülbeyaz:

- Biz yapamaz mıyız? Mehmet de var.

- Döveni çekecek güçlü erkekler gerek, ya da öküz.

Düşünüp taşındılar. Sonunda Mehmet’i geçen yıl yardıma gelen Ermeni Bedik’in çocuklarına haber vermeye Kalemen köyüne gönderdiler. Kocası sağken Bedik'le iyi arkadaştılar. Baharda yaşlı Bedik bir ağaca asılı bulunmuştu. Şeyini kesip atmışlardı, kim yaptıysa. Yüzü de tanınmayacak haldeydi. Dumanlı havaya biraz daha sis katılmak istenmişti. Dağlarda saklanan asker kaçakları ya da Müslüman çetelerin yaptığı söyleniyordu. Çocuklar bu yüzden kaygılanıp gelmeyebilirlerdi.

Mehmet gitti. Çok umutlu değildi, ama geliriz, demişti Bedik’in oğullarından biri: “Başkalarını bilmem ama ben gelirim,” demişti

- Bir tarla gördüm, demişti Mehmet. Mandalina, portakal tarlası… Öyle güzel ki aklın durur. Bir kokusu var çiçeklerin, içinde biraz uzun dursan bayılırsın.

Anlata anlata bitirememişti.

Ertesi gün dağların dorukları ışığa teslim olurken fındıkların içinden bir delikanlı çıktı geldi. Kıvırcık, kuzgun siyah saçlı, uzun burunlu, geniş omuzlu, gösterişli bir gençti. Bir ayağı hafif aksıyordu. Kapının oraya varınca yaklaşmadan seslendi.

Gülbeyaz, güneşin önünü kesen gence baktı bir zaman.

- Beni tanımadın, dedi delikanlı, değişik bir Türkçe’yle. Ben Bedik’in oğlu Yargo.

Kız, geçen yılkı karşılaşmalarında hiç hissetmediği bir çekinme duydu. Yaşmağına sarındı.

- Büyümüşsün, dedi, duyulur duyulmaz.

- Sen de, dedi genç. Büyümüş ve de gü…

Sözünü tamamlamadan yüzünü çevirdi. Güzelleşmişsin, diyeceğini anlamıştı kız. İçi bir hoş oldu. Sözünü tamamlasın isterdi. Gönlü ısınmıştı bu gence.

- Anamla Mehmet tarlada. İstersen sen de git.

Genç döndü, yürüdü. Kız nedense gitmesini istemedi, biraz daha konuşsun istedi.

- Portakal bahçeniz varmış, içine girsen bayılırmışsın kokudan.

Durup yanıtladı Yargo,

- Var, dedi. Bayılırsın kokudan.

Kız, kalbinin hızla çarptığını hissetti, konuyu değiştirtirdi.

- Babana rahmet olsun, dedi. Kim yaptıysa Allah’ndan bulsun.

Gencin masum gözleri çakmak çakmak yandı.

- Sağ ol. Bulsun.

Yürüyüp gitti.

Akşama değin çalıştı erkekler. Kız da evde onlara yemek pişirdi, taşıdı. Ertesi gün Yargo geldiğinde güğüm belinde sudaydı. Döndüğünde harmandan sesler geliyordu. Yerevine girdiğinde tuhaf bir koku aldı. Hiç rastlamadığı bir koku. Arandı. Bulamadı. Ateşi yakmaya durduğunda tavandan sarkan zincire sarılı yeşil, kalın yapraklı dalları fark etti. Minik beyaz çiçekler vardı dallarda. Birkaç tane de buruşmuş, küçülmüş, özsuyunu yitirmiş, geçen yıldan kalma portakal. Koku ondan geliyordu.

Uzandı, çiçeklerden birini kopardı. Ezdi avcunda. Dağlardaki zifin çiçekleri, yayla çayları kadar güzel kokuyordu.

Küçük güğümü su doldurdu. Maşrapayı alıp harmana koştu. Annesi, gözleri parlayan, yanakları al al kızına sorar gibi baktı.

- Su getirdim, dedi. Yeni aldım oluktan.

Altına keskin taşlar çakılı gürgen tahtasından ağır düvenin üstüne annesini oturtmuşlar, buğday demetleri üzerinden sürüklemeye çalışıyordu erkekler. Ter içinde kalmışlardı. Hele Ahmet yetişmeye çalıştığı Yargo’nun yanında ıslak, acınacak bir köpek eniği gibi duruyordu. Gözleri okşanmak ister gibi Gülbeyaz’daydı. Aldırmayıp ilk maşrapayı Yargo’ya uzattı.

- Sağ ol, dedi, fısıltıyla. Bir daha ister misin? dedi yüksek sesle.

- Yok, dedi Yargo.

Sağ ol, sözünün yüklendiği anlamı hissetmiş gibi baktı kıza. Nemli, siyah gözleri buğday başaklarından renk aldı, kahverengi oldu.

Maşrapayla güğümü eline tutuşturdu Ahmet’in.

- İçin, dedi, ben yemek hazırlayacağım.

Eve döndüğünde, yüreği kanatsız kuştu. Her ne kadar, arada bir Hüseyin aklına girip huzursuz etse de, portakal çiçeklerini koparıp göğsüne doldurmaktan geri kalmadı.

- Sen akıl etseydin ya salak, dedi öfkeyle.

Sonra da Hüseyin’e olan kızgınlığını yersiz buldu. Nereden bulsundu portakalı? Dağ taş çiçek doluyken zifin, gomar çiçeği de mi bulamazdı? Ama o bunların hiçbirini yapmadı. Orman gibi gözlerini açarak öyle baktı durdu sadece. Gerçi, hakkını yememeliydi, öyle baktıkça dünyanın bütün çiçeklerini ona taşıyordu ya, insan gönlü isterdi. Göğsünü kokladı. Portakal çiçeği kokusunu aldı. Hüseyin’le buluştuklarında o kokuyu hemen alacaktı.

- Bul, diyecekti. Nerede olduğunu bul. Bu kez bulacaktı. Düşündüğü hoşuna gitti. Tüm bedenini ateş bastı. Yargo’yu sildi aklından. Abdesthaneye girip saçını, boynunu ıslattı.

O gece aşhanenin başında oturmuş kuymak yapıyordu. Yorgun erkeklerin, annesi gibi bir an önce yatmayı düşüneceğini umuyordu. Gitmemekte ayak direyen Ahmet’e büyük öfke duyuyordu ya, harmandaki gayretini, ona olan gereksinmelerini de unutmuyordu. Mehmet’in, Ahmet’e, Yargo’yla ilgili anlattıklarını elinden olmadan dikkatle dinledi.

Yargo, askerlik çağında olmasına rağmen, babası, ölmeden onun için altmış lira bedel ödeyince askere gitmemişti. Köyün yarısını satın alacak kadar parayı ödemek neyse de, muhtardan bir kâğıt almak gerekmiş, o zor olmuştu. Bedel ödeyen gayrimüslim, yer satmadığını kanıtlamak zorundaydı. Yoksa amele taburlarına gönderilirdi. Muhtar da bir şeyler yemek için işi yokuşa sürmüş, ona da yüklü bir para ödemişlerdi.

Kuymaklarını bitiren erkekleri sabırsızlıkla bekledi.

- Gidin yatın artık, dedi. Yarın erken kalkacaksınız, benim de daha işim var, hadi.

Bulaşıkla, ortalığı toparlamakla uğraştı. Sonra içerdeki Mehmet’in horlamaya başladığını duyup usulca dışarı kaydı. İncirin altından güneye giden daracık yola saptı. Fındıkların arasında yolunu bulmakta zorlanıyordu. Ama Allah’tan ay vardı. Her bir dalı, yaprağı gümüş halelerle çevirip yere süzülüyordu.

Fındıklığı geçip mısır tarlasına girdi. Fasulyeliği aştı. Salatalıkların o hoş kokusunu duyunca etrafına bakındı. Hüseyin çoktan gelmiş olmalıydı. Ay, Kot Kaya’dan iki karış yukarıda koşturuyordu. Buluşma zamanıydı. Bir yere saklanmıştır, dedi. Oturdu. Sıcak toprak bedenine iyi geldi.

Uzun bir süre bekledi, Hüseyin gelmedi. Öfkeyle, bildiği bütün küfürleri Hüseyin’e sıralayıp eve döndü.

Birkaç gün Hüseyin’e küstü, gelip gönlünü almasını bekledi. Ses seda çıkmayınca kaygısı baskın geldi aradı onui. Başına bir şey geldiğinden endişe ediyordu. Muhtar da peşinden ayrılmaz olmuştu. Dağda bayırda ardındaydı. Daha bir yüreklenmişti sanki. Birkaç gün sonra öğrendi, Hüseyin’e ne olduğunu.

Sözde yukarı yerliler, köyün yaylalardaki otlaklarına el koymuştu. Çitleri yıkmış, yayla keliflerini yakmışlardı. Köy ihtiyar heyeti oturup karar almıştı. Birkaç silahlı kişi gidip yaylımların başında bekleyecekti. Muhtar da, bekçi Dursun’la birkaç kişiyi ve Hüseyin’i göndermişti.

Hop oturup hop kalktı Gülbeyaz. Artık göğsünde toz olmuş portakal çiçeklerini silkelerken sövdü saydı.

- Salak, anlamadı, muhtar onu uzaklaştırıp kendi kapacak beni. Aptal!

O öfkeyle peşinde dolaşıp duran muhtara varmayı bile kurdu. Sonra adamı orakla tehdit etti subaşında. Gelirsen bir daha öldürürüm dedi ya muhtar bir kadından korkacak gibi değildi.

Harman bittikten sonra ırmakta çamaşır yıkıyordu. Ağaçların arasından ayak seslerini duyduğunda orağı elinde ayaktaydı Gülbeyaz. Gelenin muhtar Tufan değil de, Yargo olduğunu görünce rahatladı, gülümsedi. Elinde çiçekli koca bir dal vardı.

- Sevdiğini biliyorum. Bunlar mevsim dışı portakal çiçekleri. Bir kıyıda kar altında kaldılar, geç de budanınca, ancak açtılar, meyve de tutmaz artık. Şansına…

Sesi tuhaftı. Güneşin yakmasını aşan bir kırmızılık oturmuştu yüzüne. Tedirgindi, kaçacak gibi.

Şaşkınlığını attı Gülbeyaz. Fırladı aldı dalı.

- Sağ ol, dedi titrek bir sesle.

-Ne çok seviyorsun çiçekleri, dedi Yargo.

Çiçeklerden daha çok hatırlanmayı, diyemedi.

- Ne yapıyorsun onları?

İçinden, göğsüme koyuyorum, demek geçti. Deseydi ne olurdu?

- Çamaşırlara koyuyorum, sandığa. Tüm oda öyle güzel kokuyor ki. Sizin eviniz kim bilir nasıl güzel kokar?

- Hele toplanıp bir odaya yığıldığında, dedi, delikanlı. Sonra yüzündeki kırmızılık daha da artarak mırıldandı.

- Dört yan gül suyu gibi kokar, tenin bile… Bir gün gel, Mehmet’i al gel. Görürsün.

Daha durmadı Yargo, kaçar gibi yürüdü, ağaçlara karıştı. Gülbeyaz, dur demeye deliydi, ama karnına, kasıklarına yapışan sancıyla gerilmiş oturmak zorunda kaldı. Seslenip durdurmayı bile düşündü. Peşinden koşmayı, fındıkların gür yapraklarının arasında ona yetişmeyi, otların arasında elini alıp göğsüne koymayı, işte portakal çiçekleri, geri al onları, demeyi kurdu. Düşündüğünü yapmak için çabuk çabuk koparıp göğsüne soktu çiçekleri. Gidecekti. Çamaşırları öyle bırakıp birkaç adım attı. Yargo’nun Müslüman olmadığı geldi aklına. Sonra Hüseyin’in rüzgâr altında dalgalanan ormanlar gibi derin gözleri geldi. Yaşadığı her bir yürek kanamasını bir bir yüzüne taşıyan gözleri, bir kırıldı mı kasılan yanak kasları, bir çocuk gibi titreyen dolgun dudakları, yerini bulamayan ama hep arayan elleri geldi. Fındık toplarken saatlerce bir dala asılıp gözleriyle onu arayan o dal gibi delikanlı geldi. Sadece elini tutarak ay ışığında geçirdiği geceler geldi.

“- Ne çok etkileniyorsun aydan,” demişti, bir kezinde. “Kadınlar gibi…”

Hüseyin yüzüne bakmış, sonra bir çiçek tarlası gibi uzayan gökyüzünü, gümüş bir tepsi gibi dönen ayı, onun ışığında gündüzün yoksul görüntülerini aşıp düşsel bahçelere dönen dünyayı göstermişti.

“- Sen hissetmiyor musun? O doğarken dünya çıldırıyor, toprak konuşuyor, ağaçlar hışırdıyor, dört bir yan çalkalanıyor.”

Denemişti. Gözlerini yükselen aya dikmiş beklemişti, sanki çok soğuk bir su gibi ışık içine akmış, sırtı binlerce iğne batırılmış gibi ürpermişti.

Çamaşırlarına yürüdü yeniden.

- Pis kız, dedi. Pis kız başına vurdu. Ya askerde olsaydı sevdiğin ya da Yemen elinde, çalılara mı geçirecektin kendini?

Tükürdü sudaki gölgesine. Çamaşırları, portakal dallarını savurdu dört yana. Göğsündeki çiçekleri çıkardı attı.

Kenara, salkım salkım meyveye dönmüş moraların yanına çöküp oturdu, burnu aka aka ağlamaya koyuldu. Neden sonra duruldu. Bir kanat hışırtısı duyunca bakındı etrafına.

Minik, gri renkli, ince uzun gagalı bir kuş geçti yanından. Kanatlarını o kadar hızlı çırpıyordu ki, görünmüyorlardı. Önce zibilankelerin kırmızı meyvelerini dolaştı. Ardından olgun moraları kokladı tek tek. Ağ gibi örülmüş dikenli dallara takıldı, birkaç tüyü havaya savruldu. Kurtulup bir ardıç ağacının dallarını merakla gezdi, sonra yeniden zibilankelere döndü. Tek bir tane yemeden uçtu durdu.

Genç kız heycanla:

- Aşkarayan bu, diye fısıldadı. Karmaşasını unutmuş, benzerinin sırrını çözerek kendini anlama umudunda izliyordu.

Sonunda kuş, dolaşmaktan vazgeçti. Kanatlarını bir yelpaze gibi çırparak havada asılı durdu. Ardından ırmağın karşı kıyısındaki dağyemişlerinin meyve yüklü dallarına yöneldi. Sonunda yerini bulmuş, bir yığın aşkarayanla birlikte keyifle cıvıldaşıp karnını doyurmaya başlamıştı.

" Hepimiz birer aşkarayanız," diye düşündü. "Böyle öğreniyoruz."

Hüseyin’le ilk tanışmaları, konuşmaları geldi gözünün önüne. Köy çocuklarıyla birlikte sığıra gidiyorlardı. Sevdaları henüz sözcüklere dökülmemişti, daha gözlerdeydi. Bir yerde karşılaşırsa bakarlardı birbirine, hepsi o. Dar bir yoldan geçerken bilerek çarpmıştı delikanlıya. Onun aldırmazlığını görünce, güya yanındakilere söyler gibi bir türkü tutturmuştu:


Ha böyle ağır ağır

Gideyiduk yan yana

Dirseğimin ucıni

Aldırdım koltuğuna

Hüseyin, elinde kızılcık sopası, çamın dibinde, hiç unutamadığı bir şaşkınlıkla gözlerini geniş geniş açarak öyle kalakalmıştı. Sonunda şaşkınlığını atmış, türküyle yanıt vermişti:


Vurduk dağdan ukarı

Çıktık bir oyuncuğa

Dedi nenem güvenme

Yanındaki gancuğa

Kendisini güvenilmez buluyordu demek ki. Yanındaki kız arkadaşı kahkahayı basınca Gülbeyaz, kıpkırmızı kesilip dağ yolunu hızla tırmanmaya koyuldu. Hüseyin devam ediyordu:

Sanki çatlayacağum

Zaman geçmeyi zaman

Uyku almaz gözüme

Dayan Hüseyin dayan

Denk gelecek bir türkü arıyordu. Kızlar da sıkıştırıyordu, hadi sen de söyle, diye. Ha deyince olsaydı… Sonunda bulup söylemişti:

Derenin kıyısında

Foli yaparım foli

Sevdaluk işlerinin

Şalvardan geçer yoli

Öyle gelmiş aklına, demişti ya, Hüseyin’in renk değiştiren, şaşıran, öfkelenen, küsen yüzünü görünce denk düşmediğini anlamıştı. Düzeltmek için, hışımla sırtını dönüp sığırının peşine koşan delikanlıya yeni bir türkü yetiştirmişti.

Oy sanduğum, sanduğum,

Yeşil boya boyandın,

Demin türkü söyliydin,

Şimdi niye dayandın

Hüseyin çok sonradan demişti, neden küstüğünü. Azgın karıların, aklı orasındaki heriflerin işiydi o tip türküler. Sevdalı insanların işi değildi.

Gülbeyazı’ın aklı almıyordu bunu:

- Sen benim erim olmayacak mısın? Sanıyor musun, bunu baştan kabullenmesem sana türkü atarım?


Şimdi anlıyordu, şalvardan başlamak sevda değildi, başka bir şeydi. Muhtarın memesinden başlaması, onun da titremesi gibi. Her canlının ortak paydası o işti, yani hayvan yanı. Kuşkusuz dokunmak herkesin hoşuna giderdi, ama aşkı öğrenen insan, her dokunmadan hoşlanmamayı, kimini reddetmeyi, kimini ise yüreklendirmeyi öğreniyordu. Gerçek sevda, salt bedene duyulan bir ilgi değil; ruhuyla, gözüyle, sözüyle, kokusuyla arkadaşını, ruh ikizini bulmak, seçmek demekti. Şalvarda değil, gözde başlar, sözde sürerdi. Ya diğerleri bedenini kızgın toprak gibi yakan neydi? O iş yoksa sevdada, bu milletin çocukları nasıl oluyordu? Yargo’nun çağrıştırdıkları, kasıklarında yaktığı o müthiş ateş, muhtarın eliyle yapamadığını onun duruşuyla yapması ve hiç de iğrenç gelmemesi neydi?

“ Gülbeyaz, bir ufacık, kara cahil köylü kızı hangisini seçecek?” diye ne çok düşünmüştü.

Annesine sorsa bilir miydi? O seçerek mi yaşamıştı? Bu dünyada aşkını seçerek yaşayan kaç kişi vardı ki?


Kafası derin düşüncelerden karmakarışık olmuştu. Ağrıyan şakaklarını ovaladı. Emin olamadığı bunca şey olmasına şaşıyordu, ama bir şeye emindi, muhtardan iğreniyordu. Tek yanlı bir alma isteğiydi o. Hoşlanmışsa bile, bir anlıktı, içindeki söz geçiremediği bir hayvan hoşlanmıştı, o değil. Bir daha ister mi? İstese aklını atmaz mıydı Tufan? Ya Yargo?.. Kasıklarındaki ateş ona sırat köprüsünü geçirtebilirdi. Yargo’nun o genç, güçlü bedeninin ağırlığıyla ezilmek için her şeyi yapacaktı, nerdeyse. Doğru. Yapsaydı, hiçbir şey yapmadan Hüseyin’ine baktığı gibi, ona da yüreği gözlerinde bakar mıydı, bir daha acep? Sadece o işi istediğinde, bakardı her hal. Bedeni doyduktan sonrası ne olacaktı? Affeder miydi kendini? Bakabilir miydi, Hüseyin’inin yüzüne bir daha?

Kollarını iki yandan omuzlarına doladı. Elleriyle sıktı.

- Hüseyin’im, dedi.

Bir erkeğin ağırlığı ve kokusuyla eziliyormuş gibi sarsıldı. Bedeninde ne kadar kas varsa titredi. İçi çekildi. Sanki içinden bir şeyler eriyip toprağa aktı.

Ter içinde:

- Allah’ım, diye fısıldadı.

Artık seçimi seziyordu. Aşkarayanın niçin o kadar dolaşıp dağçileklerinde karar kıldığını da biliyordu. O iş vardı, şalvarla başlayan her neyse vardı vazgeçilmez biçimde. Vardı ama hayatın, sevdanın kendi değildi, anlatımı değildi, açıklaması değildi. Onun içinde yer alan önemli, ama küçük bir unsurdu, sevdanın ödüllerinden biriydi belki, fakat sevda değildi. Tıpkı yemeğin, yaşamın bir gereksinmesi ve ödülü olması, ancak yaşamın kendi olmaması gibi.

Çamaşırları sepete doldurdu, sırtladı. Yanında getirdiği orağını beline soktu. Sık ağaçların bir dam gibi ördüğü yolu aştı. Eve sapan ayrıma geldiğinde muhtarı gördü yolu üstünde. Bir kavlağan ağacının yola uzayan kalın köküne oturmuş, madeni dişini göstererek gülüyordu. İngiliz kumaşından yeni giysiler giymişti. Bolca sürdüğü gülyağı kokusu uzaktan bile alınıyordu. Kızı görünce doğruldu.

Ne yapacağına karar veremedi Gülbeyaz. Korktu bir an. Geri dönüp kaçmayı kurdu. Hüseyin’i yaylalara gönderenin o olduğunu düşününce korkusu öfkeye döndü Her şeyi biliyor olmalıydı. Hüseyin dönünce ne yapacaktı? Asker kaçağı olduğunu mu bildirecekti bu kez de? Hüseyin gidecek, bilinmeyen diyarlarda ölecekti. Belki de, yayladan hiç dönemeyecekti. Ürperdi. Boş bulunup göğsüne dokunmasına razı geldi diye, şimdi bu adam, hiç günahsız Hüseyin’i ölümlere sürme hakkını buluyordu kendinde ha.

Kahroluyordu, suçlu kendisiydi. Razı gelmeyecekti. Hemen çekecekti kendini. Daha da ileri gidip tükürecekti yüzüne. Yapamamıştı işte. Şimdi Hüseyin’in canı ona bağlıydı. Suçlu kendisiyse, bedeli de kendisi ödemeliydi.

- Hayırdır? dedi Gülbeyaz. Sesi sertti.

- Hayırdır. Seni bekliyordum.

- Nedir derdin benimle?

Adam sert çıkışlarına aldırmadı. Yumuşak bir sesle,

- Bir derdim yok, dedi. Sevda benimki. Kız evi, naz evidir…

Ceplerinde bir şeyler arandı.

- Bunlar senin.

Sarılı bir yemeni çıkardı. Açtı. Bir bilezik vardı içinde, altın. Bir de ayna ve tarak…

- Yakışır, dedim. Anandan istettim seni, he, dedi.

Gülbeyaz uzanıp almadı. Tiksinir bir edayla baktı. Muhtarın oturduğu ağaç kökü, bir yerinden altından bir insan geçecek kadar topraktan yükselmişti. Onu işaret etti.

- Çocukluğumuzda onun altından sürünerek geçip erkek olmak isterdik. Senin gibi erkek olmakta ne varsa? Sen de sürün geç, karı ol. Ol da, köy bir or..pu görsün, geçsinler üstünden. Hüseyin’i bilerek yaylaya yolladın değil mi?

Adamın yüzü allak bullak olmuş, sesi değişmişti, fakat kendini kontrol ediyordu.

- He, dedi adam. Sizi görmedim mi sanıyorsun? O sümüklüye mi bırakacağım seni?

- Dönecek ordan. O zaman neyleyeceksin?

Kurnaz kurnaz güldü, Tufan:

- Buluruz bir yol, dedi. Gelemeyeceği bir yer buluruz. Tasa etme.

- Tü, yüzüne senin, dedi kız.

Döndü yürüdü. Yüzü gözü kıpkırmızıydı. Adamın ayak seslerini duyunca hışımla döndü.

- Peşimde gezme, dedi. Peşimde gezme muhtar. Yoksa…

- Yoksa? dedi adam alayla. Dar yolda yan yanaydılar.

Boğulacak gibiydi kız, çıldıracak gibi. Nasıl yapacağınıı bilemiyordu, ama hemen kurtulmak istiyordu. Çaresizlik ve öfkeyle, sövüp saymak için döndü. Rastlantıyla sırtındaki sepet muhtarın başına hızla çarptı. Adam sendeledi, ırmağa yuvarlanmamak için yandaki ağacın boşluğa sarkan dallarına tutunmaya çalıştı. Tuttuysa da kaydı. Şimdi elleriyle dala asılmış, ayakları ırmağa uzayan boşlukta sallanıyordu. Gülbeyaz, o anda kararını verdi. Belindeki orağı çıkardı. Ağaç köklerini yakalayıp çıkmaya çalışan adamı saçlarından tuttu, başını arkaya yatırdı. Can havliyle kurtulmaya çalıştı adam. Bir elini asıldığı daldan bırakıp kızın bacaklarını yakalamaya çalıştıysa da, yetişemedi. Keskin orağı boğazına iki kez çaldı ardı ardına. Şah damarından fışkıran kan, bir anda Gülbeyaz’ı kırmızıya boyadı. Kafa yarı yarıya ayrılmıştı boyundan. Elleri çözülen adam, tepe takla zibilankelerin, moraların arasında akan ırmağa kadar yuvarlandı. Yapraklar dökülünceye kadar onu orda kimse bulamazdı.

Kız bir süre ne yapacağını bilemeden, olanı biteni tam anlayamadan durdu. Neden sonra etrafına bakındı. Kimse yoktu görünürde.

Aşağıyı, sık dalların arasından gözükmeyen, ama sesi duyulan ırmağı görmeye çalıştı.

- Sana sevdiğime dokunma, demiştim. Ona zarar verdiğim hissini bana vermeyecektin, dedi suya doğru.

Arkadaki fındıklığa girdi. Sepeti orada bırakıp ağaçların arasından ırmağın kenarına indi. Yoldan uzak bir yer seçti, soyundu. Bir iç gömleği ve donla kaldı. Kanlı orağını, elini yüzünü, giysilerini, yıkadı. Sıktı. Yeniden giydi üstüne.

Sepeti almaya geldiğinde etrafa göz gezdirdi. Yolun kıyısına düşmüş kenarı işli mendili ve altın bileziği gördü. Ayna ve tarak adamla beraber düşmüş olmalıydı. Ayağıyla aşağıya itmeyi düşündü, son anda vazgeçti. Eğilip aldı, kuşağına soktu. Mendili kimse görmemeliydi, yakacaktı, bilezikse nasılsa bir yaraya merhem olurdu. Ardına bakmadan eve gitti.

Kapıdan girdiğinde ayakta duramayacak gibiydi. Annesi sepeti almak için uzanınca,

- Bırak, diye bağırdı. Bırak, ben indiririm.

Setin üzerine bıraktı sırtındakileri. Elleri belinde annesinin karşısına dikildi. Kadın öfkesini yorgunluğuna yordu, alttan aldı.

- Ne oldu, güzel kızım?

“ Sen nasıl, kart herife he, dersin,” diyecekti, vazgeçti. Artık ne anlamı vardı ki?

- Suya düştüm, dedi. Rezil oldum, baksana. Yıkanacağım, çıkın dışarı.

Annesiyle Mehmet boyun eğip çıktılar. Yer ateşinin üstünde kaynayan suyu aldı. Yıkandı. Rahatlamıştı. Odasına girip yattı. Yatar yatmaz da uyudu.

Kendini gördü. Elinde kelepçe, ayağında zincir hapse giriyordu. Hüseyin’de ona el sallıyordu. Ne hikmetse Yargo da yanındaydı.

- Allahaısmarladık. Artık sana kimse dokunamaz. Kendine göre bir kız bulup evlen, beni yok say, dedi Hüseyin’e. Boynuna sarıldı öptü, herkesin içinde.

Yargo’ya da sarılmaya kalktı. Korkup geri kaçtı delikanlı. Kaçarken boğazını tutuyordu, belindeki orağa bakıp.

- Korkma, dedi. Seninki sevda değildi, ama kendi seçimimdi ve de hiç zorlamadın beni. Öyle güzel geldin ki. Hele portakal çiçeklerin… İyi ki, dokunmadın bana. Dokunsan belki her şey kirlenirdi. Sen gelmesen belki de sevmeyi, ötekilerden ayırt etmeden ölebilirdim. Belki aşkarayan gibi bir mora kafulunda tükenirdi hayatım. Sınanmadan…

Birden bitti rüya. Ne kadar uyudu bilmiyordu. Yüzüne çarpan bir şeyle uyandı. Bir süre bir şey göremeden yattığı yerden dışarı baktı. Rüzgârın armudun yaşlı dallarında çıkardığı çatırtıyı duyuyordu. Sonra bir ayak sesi duyar gibi oldu. Yeniden minik bir taş düştü odaya. Yüreği sevinç topu fırladı.

- Allah’ım! Hüseyin’im.

Armudun dibindeki karartıyı gördü.

- Gül, diye fısıldadı karartı.

- Can, dedi. Yüreği ağzına gelmişti. Canım!

Kapıya koştu. Sonra döndü, setin üstündeki örtüleri karıştırdı karanlıkta. Bulduğu bir iki eski giysiyi, hırkasını, yemenilerini, çoraplarını bohça yaptı. Yastığın içinde artık erimiş portakal çiçeklerini güçlükle buldu. Göğüslerine doldurdu. Kapıyı araladı. Yan odada uyuyan annesine ve kardeşine göz attı aralıktan. Sonra dış kapıyı açtı, karanlığa çıktı.

Fındıkların altında buldular birbirlerini. Sarıldılar. Sırtını yumrukladı kız, bir yandan ağlıyordu.

- Salak, dedi. Salak mısın? Nasıl o adamın aklıyla gidersin?

Gözlerinden öptü delikanlı. Sonra ağzından.

”Bu kez ağzım yerine burnumu öpmedi, ”diye düşündü kız. Portakal çiçeklerine gülümsedi içinden.

- Götür beni, dedi. Bunlar beni çalmadan götür.

- Kaçacan mı, şimdi mi?

Şaşkındı çocuk.

- Şimdi ya da …

İtti onu, gözlerinin içine bakarken bir ateş parçasıydı.

-…Ya da hiçbir zaman.

Hüseyin ona, kal, iki ay sonra gel, diyemeyeceğini hemen anladı.

- Bohçanı ver.

Fındıkların içinde yürüdüler. Gök yıldız doluydu. Ateşböcekleri hiç bu kadar çok olmamıştı. Hüseyinlerin evine ulaşmadan Gülbeyaz, onu durdurup sordu.

- Portakal kokusunu duyuyor musun?

Hüseyin havayı kokladı. Sonra kızın göğsüne doğru eğildi.

- Ben hiç portakal görmedim. Bir çiçek kokuyor ama ne? Sen kokuyorsun değil mi?

Kızın yüzünü ay ışığına çevirdi. Yüzü çatıldı.

- Kim getirdi portakalı?

Kız, kıskanıldığını ve sorgulandığını fark etmenin kıvancıyla onun başını göğsüne bastırdı.

- Sen bana yar olacaksın, dedi fısıltıyla.

- Nerden anladın? Gülüyordu delikanlı.

- Büyükannem derdi, eşini kıskanmayanı vuracaksın, dokuz adım da geri sıçrayacaksın ki, kanı üstünü değip kirletmesin.

Hüseyin, kızın yüzünü avuçları arasına aldı. Ay gözlerinde gümüş ışıklarla büyüdü bir an.

- Seni sevdiğimi hiç söylemiş miydim? dedi.

- Herkesin bir kusuru vardır, dedi kız. Şimdi söyle. Böyle yüzümü avuçların arasına aldın mı, içim bir hoş oluyor.

Yürüdüler. Fındıklığı yarılayınca durdurdu Gülbeyaz.

- Unuttun.

- Neyi? dedi genç. Sonra anımsadı, öpmek için eğildi.

-Yok söyle. Gözlerin, sözlerin ve ellerin yerleri başka başka.

- Söylerim, dedi Hüseyin. Hele bir gidelim.

Gülbeyaz durdu. Kaşlarının altından dimdik baktı.

- Şimdi! Ben onu hak ettim.

- Seni seviyorum, dedi Hüseyin.

- Ben de, dedi Gülbeyaz. Söz bitti, şimdi söz ellerin. Sev beni. Sakın beni utandırma bir daha. Ben senin yanında or..pu olmalıyım.

- Ne? dedi Hüseyin.

- Büyükannem, derdi. Karının iyisi dışarıda namuslu, sevdiğinin yanında or..pu olandır.

- Senin büyük annen de ne kadınmış yahu!

- Evet, dedi, ne kadındı. Bana o aşkarayan kuşunu ilk o anlatmıştı. Aslında her insan bir aşk arayandır, derdi. Aramandan da, hatandan da korkma, derdi.

- Ne aşkarayanı? Uff! Bırak kuşları şimdi.

Erkeğin yüzüne dikkatle baktı. Tanrı tüm erkekleri biraz saf mı yaratmıştı? Belki de sır bundaydı: Hiçbir şey bilmeyen, ama her şeyi bildiğini ve kontrol ettiğini sanan erkeklerdeydi. Elini aldı gencin, açtığı yakasından içeri soktu.

- Boş ver. Şimdi sıra ellerin.

- Burda mı?

Çimenlere çekti onu.

- Burda, yarın olmayabilir. Ha dur az.

Kuşağından bileziği çıkardı, verdi erkeğine.

- Büyükannem verdiydi, bir yaramıza merhem olur, diye aldım.

Üç gün sonra Rus’un Hopa’ya girdiği duyulmuştu. Herkes can derdindeydi. Ne Gülbeyaz’ın Hüseyin’e kaçmasına, ne de Tufan’ın ortalarda görünmeyişine yakınları dışında kimse aldırış etmedi.

Muhtarın ölüsü neden sonra bulundu ırmakta. Ermeni ya da Rum eşkıyanın işidir, dediler.

Kimse, Gülbeyaz’ın durduk yere niçin helva kavurup dağıttığını anlamadı.

*




AŞKARAYAN


Şenol YAZICI

ÖYKÜ


2006


ATP YAYINLARI

ADA KİTAP

İSTANBUL


67 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page