Bir Aşk Hikâyesi
- Sait Faik Abasıyanık
- 2 Haz 2019
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 11 Oca 2022

Ne ayıp şey, ne kötü başlık, ne çirkin bir hikâye ismi! Ben de öyle düşünüyorum. Hadi bırakalım bir tarafa dünya halini, şu pahalılık içinde sevişmek... Hadi sevişmeyi de bırakalım bir yana, onu da şu aç insanlar içinde var sanalım. Ama neden konu diye seçelim. Ne ayıp şey!
Ayıp olduğunu biliyorum. Dindar birisi, "Günah bu zamanda!" bile der. Hem ayıp, hem günah doğrusu!
Doğrusu bu, doğrusu bu ama, elimde değilse ondan söz açmamak. Bir başkasıyle hem yalnızlığımı, hem ekmeğimi bölüşmeyi canım çekiyorsa… Yine hakkım yok, yine ayıp!.. Allah belâmı versin aşka dair bir hikâye yazarsam. Hikâyemin başına "Bir kravat hikâyesi" de diyebilirdim.
Aşk nedir, diye düşünmüyorum. Galiba Stendhal, insanların en mühim, en büyük icadı, diyor. Zaman zaman herkes bir şeye benzetmiş. Üstüne ciltlerle kitap yazılmış. Halledilmiş bir mesele değil. Var mı yok mu, o da meçhul. İnsandan başka hiç bir hayvanda yok… Ben de onu bir şeye benzetmeğe çalışsam, olur mu dersiniz?
Bir tren düşündüm. İki kişilik bir kompartıman. Öteki yolcunun hangi istasyonda ineceğini düşünmüyorum bile. Ovaları, karlı dağları, akar suları, kayaları, çölü, vahaları, küçük şehri, trene bakan öküzleri, yolculara ayıp işaretler yapan çoban çocuklarını geçtik. Gözümüze kırların, akar suların, stepin, küçük kulübelerin, öküzlerin, çoban çocuklarının; kiminin sükûnu, kiminin çağıldayışı, kiminin penceresinin ışığı, uçsuzluğu, kiminin hüznü, hayreti, kıskançlığı çöktü.
Hava kararmak üzere. Bir istasyonda duruyoruz. İçimizden güzel şeyler geçiyor, işte yolcu da bindi, söyleşmeliyiz, konuşmaya başlamalıyız. Seyahat bitmek üzere.
Beğenmedim. Ömrü seyahate, aşkı bir durağa, sevgiliyi yolcuya benzetmek de ne oluyor?
Ekmek, tuz, yemiş, su. Sayabildiğin kadar… "Korku, gece, gündüz, yaz, kış, uyku, döşek" de, korkma söyle. Her şeyin tadı onunla tadıldığına göre her şeye, her hoşlandığın şeye, her ihtiyacın olan şeye onu benzetebilirsin.
Hayır, ben aşka dair konuşmamalıyım. Yalnızlık kuyuma taş düşmemeli.
Bir akşam üstüydü: İnsanoğulları şehrin bütün nakil vasıtalarını seferber etmişti. Taksi, tramvay, hususî otomobil, araba, kamyon, tabanvay!.. Işıklar yanmıştı. Şehir semt semt insanla akıp gidiyordu.
Tramvaya binmektense Yüksekkaldırım’ı tırmanmak üzere dört arkadaş yola çıkmıştık. Şen, gürültücüydük… Arabalar geçerken bağıra bağıra «Hicran, yine hicran…» şarkısını tutturmuştuk. Cebimizde üç beş lira vardı. Şehrin ışığına doğru koşuyorduk. Vay anasını! Dünyada ne güzel kızlar vardı. Bir dakika göz göze gelir, dünyaya rengini değiştirirdik; olur mu olurdu…
Kaç akşamlar böyle içimizde, atik bacaklı bir kızla tanışıvermek, dost oluvermek hülyası geçerdi. Bana nasip olmadı bu hülyanın sahisi! Ama olan oldu. Hattâ içimizden ikisine de bu piyango düştü. Onların başından geçti bu aşk hikâyesi, bize nakletmek düştü. Yoksa kendi başımdan geçmiş bir şey değil.
Arkadaşlarımdan birinin güzel gözleri vardı. Üst dudağında pırıl pırıl bir bıyık parlardı. Saçlarında bir kestane, kumral, koyu koyu kırmızı bir ışık yanar dönerdi… En kötü elbiselerin onun cılız vücuduna bir oturuşu vardı.. Bunlar vardı, yalan değil, kızların da onu seçmeye hakları…
Onu seçen kızın da kolları bacakları adaleliydi. Hele bir teni vardı!.. Kafasını bir sallayış sallardı! Belini, gösterişsiz, yürürken bir büküş bükerdi!.. Kaşını, bir tanesi az yukarıya kalkık kaşını, ötekisiyle bir birleştiriş birleştirirdi!
Hepimiz aşk hikâyesi içindeydik. Onu görür görmez hepimiz hülyamızı apartman gibi kurardık. Suratımıza bile bakmazdı. Meğer sarı bıyıklı arkadaşımla bir ara bakışırlarmış. Ben bu bakışı yakalasam kendime sanır, bir iki akşam yatağımda uyumadan evvel tatlı tatlı kaşınır, hülya kurardım. Yazık ki kızın o arkadaşıma baktığının farkında bile değildim.
Günün birinde olan oldu… Güzel arkadaşımızla tatlı kız seviştiler. Bize evvelâ lâkaydi, sonra hüsran, sonra başka birtakım hisler yapıştı.
Arkadaşımızla, insanoğlunun güzel günlerinin geleceğini konuşurduk. İnsanoğlunun bugünkü halinden söz açardık… Aşktan bahseder olduk. Güzel arkadaşımız, çirkinliğimize, halimize acıdı mı nedir, bize sevgilisini takdim etti. Bir müsabakayadır giriştik. Şairimiz şiirini okudu. Birimiz dünya görüşünden dem vurdu. Ben daha samimîleştim:
— Hepimiz seni sevdik, dedim. Ama sen onu seçtin; hakkın. Kadın seçecektir… Sözümü bitirmeden genç kız:
— O, hayvanlarda öyle, dedi, en kuvvetlisini… Ama ben en zayıfınızı seçtim.
Bir tanemiz:
— Güzelliğin kuvvetini… der, arkadaşımızı kulaklarına kadar kızartırdı. Gülüşürdük. Beraberce yürürdük.
Birimiz müstesna, üçümüz işçi sınıfıydık. Kafa işçisi diyelim de, kol işçisinden ayıralım. Sonra aramızdaki, bize biralar ikram eden, zengin arkadaşımızın, aramızdaki varlığının manası kalmayacak.
Dostlarım, uzatmayalım, şu aşk hikâyesini bitirelim:
Aramızdaki para pul, apartıman sahibi, bu işçi kızım hem bizden, hem güzel arkadaşımızdan ayırdı, aldı.
Güzel arkadaşımız dostların himmetiyle, iltimasıyle Heybeli Sanatoryumunda beş ay yattı. İyileşti maşallah!.. Zar zor işe geliyor bugünlerde. İnsan hikâye yazarken, «Öldü» de diyebilir. Ama ben diyemem. Sevmem insan öldürmeyi…
Biz zengin arkadaşımızı feda etmeğe mecbur kaldık. Hani şöyle cesaret gösterip de Ahmet’e, “Alçak! Bize bunu yapacak mıydın?“ dedik sanmayın. O bizim yanımıza gelmeye bir zamandır çekiniyor. Yaptığı mühim bir şey değil ki, olağan şeyler bunlar. Kızla altı ay beraber yaşadılar. Sonra onlar da ayrıldılar.
Siz bilir misiniz Beyoğlu’ndaki “Şelâle” içkili kahvesini? Ne acayip bir yerdir! Bir akşam yolunuz düşer de oraya gidersiniz, Üsküdarlı Sevim diye sorun, size gösterirler.
O akşam orada yoksa size melez bir arap karısını işaret ederler, ona sorarsınız. Ben biliyorum o karının size vereceği cevabı:
– Sevim mi? Ha! O bu akşam kompledir, der.