top of page
Yazarın fotoğrafıNiyazi UYAR

Esma Öğretmen Akıl Hastanesinde

Güncelleme tarihi: 25 Nis 2021


BÖLÜM: 2


Esma Öğretmen, öğleden sonralarını Düşünen Adam Heykeli’nin altındaki bankta geçirirdi. Bahçesinde yükselen Osmanlının şatafatlı günlerine tanıklık etmiş, asırlık çınar ağaçlarının yaprakları ellerini açmış, onu kucaklamaya hazırlanıyorlardı adeta…


Yalnızlık bir Allah’a mahsustur derler; ama Esma Öğretmen yalnızlıktan şikâyetçi değildi, yalnızlık yoldaşı olmuştu. Denizden esen rüzgârla kıpırdayan ağaçların yaprakları, dünyanın en güzel müzik aletine ruh veriyordu sanki! Dünyanın en güzel sesli kadınından şarkı dinlemek, o şarkıyı dinlerken düne dönmek… Halden bilmez, sesten anlamaz gavurdan dönme, kaba saba adamla geçirdiği günlere yolculuk etmek… İlçe Eğitim Müdürü Cafer… ve otuz yıldır bir kez bile görmediği dost yüzlü… Sayısı bilinmez iç çekmelerden birini daha çekti... eli yaka cebine gitti, “bir tane yakmalı,” dedi. Fakat cebi boştu, bunu bilmekteydi, ama alışmış kudurmuştan beterdir derler ya! Boştu cebi, veda etmişti ona…


Yalnızlığı, itilmişliği yaşarken bir de sigaradan uzak kalmak dayanılır gibi değildi. Dost yüzlü ile on beş yıl önce yaptığı telefon görüşmesi ile nihayet vermişti sigara içemeye. Dost yüzlü: “Sen ve sigara yan yana düşünemediğim şey,” deyince terk etmişti sigarayı. Vekâleten yürüttüğü Anadolu Lisesi Müdürlüğü döneminde ona buna sigara tutarken takmıştı bu melanet halkasını… Nuh deyip peygamber demeyen yaratılışı, okulda bir başına bırakmıştı Esma’yı... Ya dost yüzlüsü, bir sefercik, “seni seviyorum” deyiverseydi, çok değil bir sefercik “seni seviyorum” deyiverseydi; şimdi güneş başka yönden doğmuş olacaktı...


Mağrur, eğilmez, kimseden aman dilemez…

“Seni bir yerlerden tanıyorum; ama kim olduğunu sormayacağım, sen benim, anamdan, daha yakınsın, sen benim ablamsın! Abla sen benim nefesimsin, abla sen benim kolum kanadımsın! Abla sen benim karanlıkta ışığımsın! Sen benim şansımsın… diyen Yasemin bir gitmiş, bir daha da kendinden haber alamamıştı…

Yalnızlığı kendisi ile paylaşımıdır. Yalnızlığı yolunun yoldaşıdır. Yalnızlığı kaidesine yaslandığı İsmet Paşa Heykelidir. Yalnızlığı Meşeli Tepedir…


“Esma Öğretmen yemek zamanı, kaç zamandır hareketsiz aynı yerde oturup durursun, haydi yemeğe!”

“Kahvaltıyı yeni yapmadık mı yani?”

“Ne yanisi, öğle yemeği bile yendi! Bak güneş Marmara’nın ufkundan aşmak üzere!”

“Olsun, hiç canım istemiyor!”

“Olmaz ilaçlarını alacaksın, aç karna ilaç alınmaz, haydi gel birlikte yürüyelim!”

“Sulanmak yok ama!”

“Aşk olsun, o nasıl söz?”

“Basbayağı söz işte! Bilmez miyim senin ne hinoğlu hin olduğunu, deli miyim ben?”

“Akıllısın da işin ne burada?”

“Doktor, dışarıdaki delilerden korumak için aldı beni buraya. Asıl deli sensin, asıl deli gavurdan dönme, insan azmanı herifim; asıl deli, bir sefer bile yüzüme, ‘seni seviyorum,’ deme cesaretini göstermeyen eski dost! Asıl deli doktorlar, hemşireler, hastabakıcılar…”

“Tamam, tamam nasıl biliyorsan öyle olsun!”

“Aferin, aferin yavaş yavaş akıllanıyorsun!”

“Bak, Esma Öğretmen bana tamam de, kurtarayım seni, bana tamam de, Boğaz’da gezdireyim seni; bana tamam de kraliçeler gibi yaşatayım seni! Bana tamam de, o şey mi, bilmem ne yüzlünü bulayım sana!”

“ Allah hepinizin belasını versin! En çok da onun belasını versin!”

“Bak sonra atı alan Üsküdar’ı geçmiş olur, pişman olursun!”

“Sen domuz şeysin ya, hiç utanmak sıkılmak yok mu sende! Bize Allah vurmuş bir de ben vurayım diyorsun! Senin soyunda domuzluk var, git araştır, senin soyunda domuzdan öte bir şeyler var!”

“Neden öyle dedin?”

“Bre boynuzlu herif, bana tamam de, seni yaşatayım diyorsun, öte taraftan da dost yüzlünü bulayım sana diyorsun! Senin insan azmanı herifimden hiçbir farkın yok! Sen, ondan bile aşağılıksın!”

“Aşağılık mıyım, yiğit miyim … az sonra göreceksin!”


Esma Öğretmen’le, Hastabakıcı Osman Düşünen Adam Heykelinin altında konuşurlarken, güneş ufuktan aşmıştı çoktan! Ulu çınar ağaçlarının, atkestanelerinin, servilerin karanlığı bahçeyi karanlığın en ucuna taşımıştı. Bahçenin lambaları karanlığın derinineydi. Yan yoldan geçen taşıtların ışıkları, ateş böceklerinin karanlıkta şavkıması gibiydi. Anavatanı Avustralya olan mum yapraklı bodur ağaçlar doğal bir çadır kurmuşlardı. Altına saklanmak dibinde deliksiz bir uyku çekmek… Çadır ağaçların altında adamı kıtır kıtır kesseler gören duyan olmazdı. Hele arabaların gürültüsü…


“Özür dile, suçun hafiflesin, çok ağır şeyler dedin, bana domuz dedin! Demek sen bana domuz dedin, öyle mi? Gör bakalım domuzu, yiğidi Esma Öğretmen! Dediklerine pişman olacaksın, dediklerine pişman olacaksın!”

“Ben bu yaşın sahibi oldum, kimseden özür dilemedim. Pişman olsam bile, özür dilemem! Ben tükürdüğümü yalamam!”

“Ya, özür dilersin, ya tükürdüklerini yalarsın, ya da ananınkini görürsün!”

“Elinden geleni arkana koyma!”

“…”


Yasemin, Doktor Erdal’la çok mutluydu. Yasemin’in içinde bir yanlışlığın, bir ihanetin sıkıntısı vardı. Esma Öğretmene ne sözler vermişti, hatta neler demişti, neler… Ya şimdi, onun haberi olmadan evlenmiş, haberi olmadan çekip gitmişti hayatından… Hastasına aşık doktor, doktoruna aşık hasta… Onların evliği işte böyle olmuştu…

Yasemin, bir suçlunun ruh hali ile geceler boyu ter içinde kalarak uyanıyordu.

“Tamam Yasemin’im, hemen şimdi bunu halledeceğim!”

“Alo, alo Tezcan!”

“…”

“Ne olur kusura bakma, çok acil, zaten öyle olmasa seni aramazdım! Çok acele arabaya ihtiyacım oldu…”

Erdal arabasını doktor arkadaşı Tezcan’a vermişti.

“…”

On dakika sonra kapının zili çaldı.

“Haydi Yasemin gidelim!”

“Nereye?”

“Esma’ya, Esma Öğretmen’e!”

“…”


Doktor Erdal, hastaneye doğru sürdü arabayı. Yolda ne Yasemin, ne Erdal tek kelime konuşmadılar. Sanki Esma öğretmenin başında bir kış vardı, sanki onun onlara ihtiyacı vardı, içlerine doğmuştu adeta. Saatler geçmek bilmiyordu. Ona yaklaştıkça, merakları, korkuları artıyordu. Muhakkak onun başında bir iş vardı; ama neydi?


Esma Öğretmen, dört tarafı doğanın en vahşi yaratıkları ile çevrilmiş, hissetti kendini. Gurur ve kedini beğenmişlik, bir uçurumun ucuna getirip bırakmıştı onu. Kurtuluş imkânı yoktu artık! Kırk katır, kırk satır açmazını yaşıyordu. Yapıp edeceği hiçbir şey yoktu. Otuz yılın, evveline dayanan hatanın çıkmazı, otuz yıl evveline dayanan bir yanlışın bedelini çok acı ödüyordu. Otuz yıl evvelin yanlışı, şimdi onu Düşünen Adam Heykelinin mekânına konuk etmişti. Bundan sonra yaşadığı toplumun zencilerinden olacaktı! Geceler boyu otuz yılın pişmanlığını haykırmıştı kendine. Geceler, kara geceler, tepeden tırnağa terleyerek uyur uyanık geçen, yelda geceler…


Hastabakıcı Osman birden atladı üstüne Esma Öğretmen’in! Eliyle ağzını kapatarak anavatanı Avustralya olan ağaçların dibine götürdü. Ellerini bağlayarak, üstündekileri bir bir yırtıp attı. Esma Öğretmen, hayatın acımazlığı karşısında bir kez daha dünyaya kadın olarak geldiğine lânet etti. Gücü kuvveti olsa, kendini savunacak, otuz yılın intikamını Hastabakıcı Osman’dan alacaktı. Kadın olarak dünyaya gelmenin çaresizliği onu bir tarla faresine döndürmüştü… Göğüsleri meydanda kaldı Esma’nın! Dokunmaya kıyamadığı isyankâr göğüsleri bir kez daha nefret ettiği başka ellerle avuçlanıyordu. Umudun, arzunun şiirini yazan o can dosta sakladığı “beni”, bir ihtirasın, hayvani zevkin tatminine alet oluyordu. İflah olmaz bir tutku, Hastabakıcı Osman’ı da hayvanlaştırıp salıvermişti üstüne…


“Sen bekle Yasemin, senin gelmen doğru olmaz, ben Esma Öğretmene gideyim!”

“Ne olur ben de geleyim Erdal’ım?”

“Ne olur dediklerimi yap Yasemin, Esma Ablanı seviyorsan arabadan dışarı çıkma!”

“Ben de geleyim!”

“Hemen geleceğim hayatım!”

“…”


Erdal’ı, Yasemin’i tanıyan kapı güvenliği Esma Öğretmen’in Hastabakıcı Osman’la ileriye doğru yürüyüp gittiklerini görmüştü.

“Erdal Bey, Esma Öğretmenle Hastabakıcı Osman şu tarafa gittiler!”

“Aman niye izin verdiniz, Osman’ın onda gözü olduğunu bilmiyor musun?”

“Ama ben ne yapabilirim ki?”


Erdal uçar gibi gitti anavatanı Avustralya olan bodur ağaçların kümeleştiği yöne.

Erdal, kuvvetliydi. Tuttuğu gibi Osman’ı iki metre öteye fırlattı. Kontrolünü kaybetmişti. O hırsla da vurmaya başlamıştı. Allah yarattı demiyor, neresine geldiğine aldırmadan vurdukça vuruyordu. Osman, Erdal’ın geldiğinden haberi olmadığı için gafil avlanmıştı. Bu sırada giriş güvenliği de oraya ulaşmıştı. Biraz gecikselerdi kim bilir Osman’ın öldüğü gün olurdu. Erdal fırsat buldukça da ara ara Osman’a indiriyordu.


“Alçak seni, ırz düşmanı! Bu kaçıncı böyle, aşağılık köpek! Birileri korumasa on sefer cehennem olup gidecektin! Pis domuz!”


Doktor Erdal, Hastabakıcı Osman’ın birkaç dakikada işini bitirmişti Bitirmez mi, daha öyle öyle kaç Osman’ı saf dışı ederdi; bir de çok sevdiği Yasemin’in can arkadaşı Esma Öğretmen olunca, dünya olsa kündeden atardı. Osman kan leş içinde upuzun yatıyordu yerde. Hastanenin güvenlik görevlileri, Osman‘ı yattığı yerden kaldırıp ilk yardım için acile götürdüler…

Doktor Erdal’la Yasemin, hastane yönetiminden izin alarak, Esma Öğretmen’le birlikte, yeni bir yaşama için İstanbul dışına çıktılar. Bundan sonra hayatlarına yeni güneşler doğacaktı…


20.07. 2010 / Bornova Üçüncü bölümde görüşmek üzere…

30 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page