top of page
Yazarın fotoğrafıNurten B. AKSOY

Melih Cevdet Anday

Nurten Bengi AKSOY

*


Garip Akımı ya da Birinci Yeni; Orhan Veli Kanık, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday’ın öncülüğünü yaptığı bir şiir akımının adı. Öğrencilik yıllarımızda kolay ezberlemek için baş harflerini OMO diye simgeleştirdiğimiz (Orhan-Melih-Oktay) bu üçlünün üçüncüsü Melih Cevdet ANDAY kimdir, diyenleri aşağıya davet ediyoruz. Ama öncelikle ilk birkaç maddede Garip Akımı’nı anlatalım.


Düzenli Dünya

Bayılırım şu düzenli dünyaya Kışı yazı Baharı güzü Gecesi gündüzü sırayla. Ağaçların kökü içerde Bütün ağaçların kökü içerde Dalların başı yukarda İnsanların aklı başında Bütün insanların aklı başında Beş parmak yerli yerinde Baş işaret orta yüzük serçe. Diyelim kalksa da serçe Orta parmağa doğru yürüse Ne haddine! Yahut akasyanın biri Başını toprağa daldırdığı gibi Bir gezintiye çıksa Merhaba kestane, merhaba çam Selamün aleyküm, aleyküm selam Kimsin nesin nerelisin derken Laf açılır mı bizim akasyanın kökünden Bir uğultudur başlar rüzgarda Kökü dışarda, kökü dışarda… Yahut ne olur koca bir dağ Baş aşağı gelsin… Aman Allah göstermesin. Bayılırım şu düzenli dünyaya Altta ölüler Üstte diriler Gel keyfim gel!


**

1941 yılında Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat üçlüsü, şiirde var olan aşırı duygusallığa, şairaneliğe, basmakalıp söyleyişe ve eski şiirin kurallarına başkaldıran şiirlerini “Garip” adını verdikleri bir kitapta topladılar. Kitaba koyulan “Garip” adı zamanla hem üç şairi anlatan bir kimlik kazandı hem de o yıllarda Türk şiirinde yeni başlayan bu şiir akımının adı oldu.


Kitabe-i Seng-i Mezar

Hiçbir şeyden çekmedi dünyada Nasırdan çektiği kadar Hatta çirkin yaratıldığından bile O kadar müteessir değildi; Kundurası vurmadığı zamanlarda Anmazdı ama Allah’ın adını, Günahkar da sayılmazdı. Yazık oldu Süleyman Efendi’ye Mesele falan değildi öyle, “To be or not to be” kendisi için; Bir akşam uyudu; Uyanmayıverdi. Aldılar, götürdüler. Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü. Duyarlarsa öldüğünü alacaklılar Haklarını helal ederler elbet. Alacağına gelince… Alacağı yoktu zaten rahmetlinin. Tüfeğini depoya koydular, Esvabını başkasına verdiler. Artık ne torbasında ekmek kırıntısı, Ne matarasında dudaklarının izi; Öyle bir rüzgar ki, Kendi gitti, İsmi bile kalmadı yadigar. Yalnız şu beyit kaldı, Kahve ocağında, el yazısıyla “Ölüm Allah’ın emri, Ayrılık olmasaydı.”

Orhan Veli Kanık

***

Yukarıdaki örnekte de gördüğünüz üzere Garipçiler, şiirde her türlü kurala ve önceden belirlenmiş kalıplara (ölçü, uyak ve dörtlük…) karşı çıkarak kuralsızlığı kural edindiler. Şiirin kurallarla ilgili olmadığını, özgür yazılması gerektiğini savundular ve işledikleri konuları genişlettiler. O güne kadar “seçkin” bir tür sayılan şiirin her konuda yazılabileceğini savundular. Konuşma dilini şiire dahil ettiler; hatta “nasır” gibi basit bir sözcüğün bile şiirde kullanılabileceğini gösterdiler. Halk deyişlerini şiire aktardılar.


Garipçilere göre şiir, her yerde görülen basit şeyleri anlatmalıydı. Onlar alaycı ve nükteciydiler. Aydınları bırakıp halka yöneldiler. Şairaneliğe kaçmadan, sanatsız yazdılar. Soyut temalar yerine ekmek derdi, yoksulluk, yaşama sevinci, doğa sevgisi, çocukluğa dönüş, ölüm, insan sevgisi, ve aşk gibi sıradan konuları işlediler. Onlara göre, “Konunun bayağısı yoktur, ancak işleyişte bayağılık vardır.”



Çok Güzel Şey

Yaşamak güzel şey doğrusu Üstelik hava da güzelse Hele gücün kuvvetin yerindeyse Elin ekmek tutmuşsa bir de Hele tertemizse gönlün Hele kar gibiyse alnın Yani kendinden korkmuyorsan Kimseden korkmuyorsan dünyada Dostuna güveniyorsan İyi günler bekliyorsan hele İyi günlere inanıyorsan Üstelik hava da güzelse Yaşamak güzel şey Çok güzel şey doğrusu

***

13 Mart 1915 tarihinde İstanbul’da doğan Melih Cevdet Anday’ın çocukluğu Kadıköy Bahariye’de geçti. Ortaokula kadar İstanbul’da eğitim gördü. Liseyi ise Ankara’da, Gazi Lisesi’nde tamamladı. Lisede okuduğu sırada, Orhan Veli ve Oktay Rifat ile tanıştı. Liseyi bitirdikten sonra bir süre Hukuk Fakültesi’ne devam etti. Daha sonra Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne kaydoldu. Ancak Devlet Demiryolları’nda memur olarak çalıştığı için öğrenimine devam edemedi. Çalıştığı kuruluş tarafından sosyoloji öğrenimi görmek için Belçika’ya gönderildi.


“Ukde” isimli şiiri ilk olarak 1936’da Varlık Dergisinde çıktı. Bunun ardından yazdığı şiirleri çeşitli dergilerde yayınlandı. Orhan Veli ve Oktay Rifat ile birlikte 1941 yılında Garip isimli şiir kitabını çıkardı. Hasan Âli Yücel’in tavsiyesi ile Milli Eğitim Bakanlığı Neşriyat Müdürlüğü’ne memur olarak atandı. 1946 seçimleriyle birlikte bakanlığın el değiştirmesi sonrasında önce yeniden askere alındı, sonra Konya’ya atandı; ancak bu atama daha sonra geri alındı. Anday, bir süre sonra bu görevinden ayrılarak İstanbul’a döndü.


Telgrafhane

Uyuyamayacaksın Memleketinin hali Seni seslerle uyandıracak Oturup yazacaksın Çünkü sen artık o eski sen değilsin Sen şimdi işsiz bir telgrafhane gibisin, Durmadan sesler alacak Sesler vereceksin Uyuyamayacaksın Düzelmeden memleketinin hali Düzelmeden dünyanın hali Gözüne uyku girmez ki Uyumayacaksın Bir sis çanı gibi gecenin içinde Ta gün ışıyıncaya kadar Vakur, metin, sade Çalacaksın.

***

1953-1954 yılları arasında Akşam Gazetesi’nin edebiyat ve sanat sayfasını hazırladı. Fikirleri sebebiyle işten çıkarıldı. Doğan Kardeş Yayınları’na geçti ve çeviriler yaptı. Buradaki görevinden de aynı sebeple ayrılmak zorunda kaldı.

1958’den itibaren; Tercüman, Büyük Gazete, Yeni Tanin ve İkdam’da kendi adıyla ve çeşitli takma adlarla denemeler ve makaleler yazdı, tefrika romanlar yayınladı. 1960’ta Nadir Nadi’nin desteğiyle Cumhuriyet’te köşe yazıları yazmaya başladı. Bu gazetedeki yazılarını 1997’ye kadar sürdürdü. 1956’da yayınladığı Yanyana isimli şiir kitabı, 142. maddeye aykırı olduğu gerekçesiyle 1964’te yasaklandı. Anday gerek şiir kitaplarıyla, gerekse daha sonraları yöneldiği roman ve tiyatro alanlarındaki yapıtlarıyla birçok ödül aldı.

Solunum ve böbrek yetmezliği nedeniyle 28 Kasım 2002’de 87 yaşında vefat eden Anday, Büyükada Mezarlığı’nda toprağa verildi.



Rahatı Kaçan Ağaç

Tanıdığım bir ağaç var Etlik bağlarına yakın Saadetin adını bile duymamış Tanrının işine bakın Geceyi gündüzü biliyor Dört mevsimi, rüzgarı, karı Ay ışığına bayılıyor Ama kötülemiyor karanlığı Ona bir kitap vereceğim Rahatını kaçırmak için Bir öğrenegörsün aşkı Ağacı o vakit seyredin.

***

II. Dünya Savaşı’ndan sonra dünyayı saran ölüm fırtınası karşısında, yoksulluk, haksızlık ve yalan karşısında, arkadaşları gibi onun da sık sık ince yergiye başvurduğu görülür. ‘Garip’ten çok sonra ‘Rahatı Kaçan Ağaç’ gibi, uyak kullanılarak, geleneksel denge anlayışının sağlanmak istendiği bir şiirde bile kendini ince yergiden alamaz Melih Cevdet. Öte yandan çelişkileri sergileme, yergi, alay gibi yan imkânlardan, toplumsal sorunlara bağlı konuları işlerken de yararlanmaya çalıştığını söyleyebiliriz.


Şiirlerinde toplumsal gerçekliği benimseyen şair, zamanla ilk şiirlerindeki romantizmden sıyrılmış, duygulardan çok aklın egemenliğine, güzel günlerin özlemine yönelmiş ve daha sonraki şiirlerinde bu konulara yer vermiştir Anday’ın şiirlerinde söz oyunlarından arınmış yalın bir dil vardır. Düz yazılarında ise yoğun bir düşünce içeren şiirsel, esprili, özlü bir dil kullanmıştır.

Şiirin yanı sıra fıkra, makale, gezi yazısı, roman ve tiyatro türlerinde de yazmış, çeviriler yapmıştır.


Fotoğraf


Dört kişi parkta çektirmişiz, Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi… Anlaşılan sonbahar Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli Yapraksız arkamızdaki ağaçlar… Babası daha ölmemiş Oktay’ın, Ben bıyıksızım, Orhan, Süleyman efendiyi tanımamış. Ama ben hiç böyle mahzun olmadım; Ölümü hatırlatan ne var bu resimde? Oysa hayattayız hepimiz.

***

Ayhan Bozkurt anlatıyor:


Yıl 1997, aylardan Ekim… Sabahın erken saatleri… Muğla’nın Ören köyündeyim. Pırıl pırıl bir deniz, mükemmel bir köy… Ünlü şair Melih Cevdet Anday ile görüşeceğim, heyecanlıyım. Saat çok erken. Deniz kenarında açık bir kafe bulup oturdum. Görüşme için son hazırlıklarımı yaptım, notlar aldım, sorularımı bir kez daha gözden geçirdim. Aradan iki ya da üç saat geçti. Kafede çalışan çocuğa Melih Cevdet Anday’ın evini sordum, biliyordu, tarif etti. Evin yolunu tuttum… Gerçekten hayatım boyunca bu kadar heyecanlandığımı hatırlamıyorum. Tahta çitlerle çevrili şirin bir evin önüne geldiğimde durdum. Nefes nefeseydim…

Evin birinci katında bulunan balkondan geldiğimi gören Melih Cevdet ve eşi Suna Hanım ayağa kalktılar, merdivenlerin başında karşıladılar beni… "Hoş geldiniz” dedi Melih Cevdet Anday. Yutkundum, kısık bir sesle “Hoş bulduk” dedim. Melih Cevdet, denize paralel duran Ören köyünün bir kısmını çevreleyen sıradağı gösterdi. Şaşırdım. “Neye benziyor bu dağ” dedi hemen ardından… Düşündüm, aniden sorduğu için mi yoksa heyecanımdan mı bilmiyorum. Ne yalan söyleyeyim, hiçbir şeye benzetemedim. “Eyvah” dedim, ne diyecektim şimdi? Anlamış olacak ki, gülümsedi, eliyle omzuma dokundu. “Gebe bir kadın” dedi. Hakikaten dağa baktığınızda gebe bir kadın silueti vardı. Bir gün Ören köyüne yolunuz düşerse mutlaka görün…


Ünlü şair Melih Cevdet Anday ile görüştüğüm için heyecanlıydım. Sohbetimiz şiirle devam etti. Bilginin önemli olduğunu vurgulayan Anday, mitolojinin şiirin en büyük kaynağı olduğundan söz etti. “Kolları Bağlı Odysseus” kitabını örnek verdi.

Kafka’dan bahsettik… O gün herkesin hikaye ve romanlarından bildiği Kafka’nın aslında bir şair olduğunu düşündüm.

Şairin yeni sözcükleri dile kazandırmasının gerekliliğini önemle vurguladı. “biçem” sözcüğünü, “girerlik- yani- koridor” sözcüğünü Türkçeye kazandırdığını ama bunların yaygınlaşmadığından yakındı. “Şiir dil işidir ve bu dil şairin bilgisiyle gelişir” diye devam etti…


Sohbetimiz “Garip” akımına geldi. Karşımda oturan koca şairin bir an gözlerinin dolduğunu fark ettim. “Ne zaman bunu konuşsam Orhan aklıma geliyor” dedi yutkunarak. Sustum… Bir süre o da sessiz kaldı, ardından “O’nu çok özledim”, “Orhan Veli çok erken öldü” dedi…bir süre daha bekledi. “Orhan’ı çok özlüyorum…” Dönüş için Ören köyünün sahilinde yürüdüm ve aklımdan Orhan Veli’nin şu dizeleri geçti:


Bakakalırım giden geminin ardından, Atamam kendimi denize, Dünya güzel. Serde erkeklik var, Ağlayamam…

***

Doğan Hızlan anlatıyor:


Yazarların, şairlerin eserleri ebediyen yaşar ama kişiliklerini ancak onu tanıyanlar anlatabilir. Onun çok iyi bir konuşmacı olduğunu, yazı dili kadar konuşma dilinde de usta olduğunu az kişi bilir. Konuşmalarındaki sağlam mantığı, gizli ironiyi ben çok severdim. Başından geçenleri, anıları, anekdotları fıkra türünün içine yerleştirip anlatırken, sizin gözünüzün içine bakar, onu anlayıp anlamadığınızı, algılayıp algılamadığınızı sınardı. Gülmezdi, çok ciddi bir konu üzerine düşüncelerini açıklar gibi bir görünüşü vardı o sırada. Çünkü sizin de fıkranın içindeki özü, tadı bölüşmenizi beklerdi. Anladığınızı belirten tek bir sözcük bile onun için yeterliydi. O zaman ardından gülerdi. Yoksa, öyle değil mi efendim, deyip lafı kapatırdı. İğneli dilinin en güzel örneklerini onun söyleşilerinde buldum hep. Çünkü onun için fıkra, içki masalarında, dost meclislerinde tüketilecek yüzeysellikte bir meta değildi, büyük ölçüde bir IQ testiydi.

117 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page