top of page
Rahim GÜR

Ege'nin Batısı da Anadolu Kokar

Güncelleme tarihi: 22 Oca 2021

Komşu Yazınları-1


Ege kıyılarına at bağlamamızın üzerinden yıllar geçmiş. Dilini, töresini bilmediğimiz insan topluluklarıyla komşu olmuşuz. Aramızda Ege’nin mavi suları bir sınır olmuşsa da atı balkanlardan dolaştırıp, suda gider kayıklara doluşarak ulaşmışız komşu topraklara. Uzun sürem içinde bazen dostluk, bazen kavga için yüz yüze gelmişiz. Çok zaman da varsıl ülkelerin çıkarlarına uşaklaşarak bilinçsizce öfke devşirip kan akıtmışız. Aramızdaki adalar çıbanbaşı olmuş, iyileştirilmesine izin verilmeden sürgit kaşınmaktadır. Gurbette sıcak, ülkelerimizde soğuk bir komşuyuz.


Çocukluğumuzda her ülkeden söz açardık da Yunanistan sözü dolaşmazdı dilimizde. Öyle bir ülkeyi haritada görür, bayrağını da tanırdık ama ötesine gerek duymazdık nedense. Dedemin anlattığı Kurtuluş Savaş anılarını öteki dedeler de anlattığından mıydı? İlçemizdeki on kadar Rum esnaftan uzak durur, komşu köylerdeki üç beş Rum eve fazlaca sokulmazdık. Gâvur sözcüğü dilimize nereden yerleşmişti? Gâvur deyince kasabadaki Rum, Ermeni esnaf mı, evler mi anlaşılmalıydı? Babamla gittiğim Rum dükkânlarda gördüğüm satıcılar, anamla evlerine gidip geldiğimiz kadınlar, gördüğümüz çocuklar nasıl gâvur olabilirdi? Çocukça yargımla bile gâvur sözcüğünü sevmedim nedense. Okul yıllarımda coğrafya öğrenim kitabında; eşeğiyle dağdan odun getiren yoksul köylüyü gördüğümde yadırgamadım. Yunanistan köylüsü de bize benziyordu. Dağ, eşek, eski giysileri içinde Yunan köylüsü, taşlar arasında daracık yol, yaşamın dayatmalarından kıvrım kıvrım kıvrılmış umut ışığı bize mi benziyordu? Ege’nin ötesi de bizim gibi miydi?


Ellili yılların sonlarına doğru Kıbrıs olayları, altmış üç’deki gerilim, Kıbrıs olaylarını kınama toplantıları ilgimizi körelten etmenler olarak yeni bir soğuk dönemi yaşattı iki halkın insanlarına. Oysaki iki komşu ülkenin ekonomisi sıkıntıdaydı. Çıkış yolları umutsuz duvarlara çarpmış, yöneticiler çözüm üretememekteydi. Gelişmiş ülkelerin istekleri doğrultusunda yöneticiler sık sık değişiyor, gelenler de çözüm üretemez duruma düşürülüyordu. İki ülkenin halkı da geçim sıkıntısından, işsizlikten, eğitimsizlikten kaynaklanan zor günlerle savaşım vermek zorundaydı. Savaş çığırtkanlıkları, kahramanlık öyküleri, geçmiş savaşların öç alma duyguları körükleniyor, gerçek sorun sorgulatılmıyordu.


Döne döne değişik kaynaklardan “Kurtuluş Savaşı”nı okuyordum. “ General Trikopis’in Küçük Asya Savaşı Anıları”nı bu süremde okuduğumda savaş gerçeğini, savaşın acımasızlığını, gelişmiş ülkeler adına girişilen bu savaşta iki halkın birbirine nasıl kırdırıldığını, siyasalar değişince Yunanistan’ın ortada bırakıldığını, halkın ve askerlerin kullanıldığını içtenlikle dışa vurduğunu okumuş; iki komşu ilişkilerine üç boyutlu bakmayı da öğrenmiştim.


İzleyen “1973 Kıbrıs Barış Harekâtı” günlerinde Savaş anının güncel coşkusuna kapılmadan; ekonomik boyutlarını, Kıbrıs, Yunanistan, Türkiye halkını bekleyen ekonomik sıkıntı günlerini düşünmüştüm. Yanılmadığımı, sıkıntıların geçim koşullarına yansımaya başladıkça daha iyi anlamaya başlamıştım. Ekonomisi güçlü iki ülke, Kıbrıs konusunda fırtınalar yaratarak savaşın soğuk yüzünü gösterdiği iki ülkeyi de güçsüzleştirerek ekonomilerini güdümlemişti. Birbiriyle işbirliği yapma olanakları yok edilirken; insancıl, kültürel, sanatsal yaklaşımlar da düşmanlaştırılmıştı. Nicos Kazancakis’i okumakla yitirdiğim bir nen(Şey) yoktu ama insanlığa özgü bir soluk buldum. “Zorba”yı Girit topraklarından alıp gelerek Anadolu köylüsü olarak okudum. “Günaha Son Çağrı”da dinlerin benzeşmesini, insanların din karşısındaki tutumlarında benzeştiklerini gördükçe içimden yükselen insanlık soluğunun dinginliğini duydum.


“Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm.” Sözünün mezar taşına yazdırılacak denli geniş çağrışımlar taşıdığını sevdikçe çevrenim gelişiyor muydu? Yetmişli yıllarda Dido Sotiriyu’nun, Aydın-Şirince doğumlu olduğunu, 1922’de Yunanistan’a gittiğini öğrendiğimde; “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” olarak dilimize aktarılan “Kanlı Topraklar” romanını okuyunca olaylara ve olgulara insan gözüyle bakmanın önemini kavradım. Kurtuluş Savaşına katılan Yunanlıları sorgularken, Anadolu’da doğup yaşayan Rumların da anavatanlarının Anadolu olmasından kaynaklanan tutumlarını, Yunanistan’dan getirilerek asker giysisi giydirilmiş, öfkeli-talancı Yunanlılarla bir düşünülmemesi gerektiğini sezinledim. Türkçe konuşup Latin abecesiyle yazan Karaman Türkleri’nin Yunanistan’da ayrıcalığa uğrayıp hor görüldüğünü öğrendiğimde içim neden yanmıştı?


Kurtuluş Savaşı-Küçük Asya Felaketi arkasında iki halkı bıçak sırtına taşıyan gerilimin getirdiği “Değişim” (Mübadele) beklenen mutluluğu getirdi mi? Anadolu’nun bitek topraklarından koparılıp göçürülenlerin yeni yurtlarında umduklarını bulamadıklarını D. Sotiriyiu anlatır romanlarında. Gelenlere sağlanan olanakları ise göçürülüp gelenler (Mübadil)’in yazarları anlatır. “Bize on dönüm toprak, beş dönüm bağ, iki buçuk dönüm bahçe ve iki katlı taş ev verdiler. Yerli Türklerin toprakları yoktu, yanımızda yarıcı, işçi çalıştılar.” der, Türkiye okullarında okur, yazar olur Çamardılı kardeşimiz ama doğduğu topraklara özlemini saklamaz. Dido Sotiriyu ve evrensel boyutlu düşünen yazarlar olmasa Kurtuluş Savaşı- Küçük Asya gerçeğini kim; “Düşman, ne Türklerdir ne de Yunanlılar. Düşman savaştır, savaşı ve onu körükleyen çıkarlardır.” kim açıkça söyleyecekti?


Kanada- Toronto’da Türkçeyi yoğunca özlediğim günlerde evimize gelen konuklardan birinden kitap istemiştim. “Ege’nin Karşı Yakası. Aristotelis Çokona1.”;Yunanistanlı öykücülerin yazdıklarının da özlenmiş Anadolu’dan kokular duyumsattığını sezinleyerek mutlu olmakla kalmamış, düşünme gereğini de duymuştum. Nicos Kazancakis, Georgios Papadiamandis, Stratis, Mırıvılıs, Andonis Samarakis, Dido Sotiriyu, Galata Sarandı adlarını ileride izlemek üzere notlarım arasına yazıvermiştim. Aslında Yunan yazınına uzak değilmişim. Okuduğum öykülerde iki ana izleği sezinledim. Kurtuluş Savaşı-Küçük Asya savaşına Yunanlı devşirme askerlerin baktığı açıdan bakan, savaşın düşmanlıklarını sürgit sürdürmekten yana olan, çıkar bekleyen yazarlar; savaşa insancıl boyutlardan, çıkar- sömürü kavgasının ezilenleri gözüyle bakanlar olarak görenler. Savaşı etnik- dinsel körüklemelerin dışında değerlendirdiğimden yazarları da eş değerlerde gördüğümü açıkça söylemek isterim.


Yunanistan’dan göçen kardeşlerimizin özlem dolu yazdıklarını sürdürürken; Dido Sotiriyu dışında Türkiye doğumlu yazarların izini sürmek bilsemesine (merakına) düştüm. Yunanistan’ın Osmanlıdan koparak bağımsız devlet olmasıyla mı başlamıştı düşmanca ilişkiler? Kırım Savaşından başlayan geçmişi olduğunu Yeorgios Viziinos’tan gerçeğe büründürdüm.* 5 Nisan 1949 – Vize doğumlu yazarın “Annemin Günahı”, “Hayatımın Biricik Yolculuğu”, “Moskof Selim” öykülerinden öylesine etkilendim ki; Okuyarak öğrendiğim Osmanlı- Kırım, Osmanlı – Balkan ilişkilerini yeniden düşünmek gereğini duydum. Osmanlı’ paylaşmayı amaçlayan varsıl ülkelerin çıkar ilişkilerini açıkça gördüm. Anlatılanlar Anadolu’ya öylesine benziyordu ki, şaşırmamak elden gelmiyordu. “Halkımın çektiklerine üzüldüğüm yetmiyormuş gibi senin için de az üzülmedim iyi kalpli, tuhaf Türk kardeşim.(y-103)”, “ Fanatik dindaşların, bir mümin kalbini bir kâfire açtı diye seni lanetleyecekler. Benim fanatik dindaşlarım da, bir Yunan yazarı olduğum halde, erdemlerini övdüğüm ve anlatımımda seni Hristiyan bir kahramana dönüştürmediğim için beni ayıplayacaklar korkarım. Halkımın düşmanını değil de insanı gördüğüm için vicdan azabı duymayacağım…(y-104)” tümcelerini “Moskof Selim öyküsünden aktardım. Yeorgios Viziinos, Vize doğumlu Yunanlı bir yazar mı, Yüreği Türkçe atan Türkiyeli bir yazar mı yoksa İnsancıl yürek atışlarıyla evrensel bir yazar mıdır?


Yorgos Theotakis ** İstanbul- 1905 doğumlu bir yazar. “Leonis” anlatımını neden yazmıştır dersiniz? Dünya yazınında çok tanınan, önemli erginlenme öyküsünde (Novella), 1922 yılına değin yaşadığı İstanbul’u anlatır. Rum kentsoylusu yaşamında İstanbul’u tüm Rum olarak benimseyerek anlatırken, dönemin tanıklığını da yapar. Aynı dönemi Halide Edip “ Sinekli Bakkal” romanında anlatırken İstanbul’u Müslüman- Türk olarak algılayıp yazmıştır. Bırakışma (mütareke), Küçük Asya Seferi yıllarında yaşayan kuşağın kaderini öne çıkarmıştır. Yunan yazınının 1830 romantik kuşağın savaşın etkilerinden süregelen yaklaşımını daha derinden duyumsayarak savaş hastalığını güçlü duyumsayarak anlatır. Anlatımında İstanbul’da yaşayan hiçbir halkı altsamaz, kimseyi de kahramanlaştırmaz. İnsan- şehir duyumsamalarında, doğulan kentin her şeyiyle belleğimize kazındığını, Yunan dil devrîmi (Dimetoka birliği) olanaklarıyla evrenselleştirirken yolum dikene takılmakta gecikmedi.


Bir dönem Türkiye’de yasaklanan “ Amele Taburu/ Numero 31328” romanına takıldı araştırmalarım. Yazarı İlias Venezis ‘in (Ayvalık 1904/ Atina- 1973) olduğunu gördüğümde ilgi alanımda bir kaynak olarak okumak-incelemek gereğini duydum. Okunması zor bir roman oldu benim için. Yunan dilinden birebir çevrilmesinden kaynaklanan, Türkçe kurallarına uymayan anlatımları algı tamamlama yöntemiyle okuyabildim. Zor okunuşun nedenlerinden biri de izleğidir.


Kurtuluş Savaşı- Küçük Asya Bozgununda ailesi 20 yaşından küçük olduğunu öne sürmesine karşın, Türklerce tutuklanıp “Amele Taburu”na gönderilmesini; tutsaklıkta geçen süremde; Türk askerleriyle, yöredeki yaşlı ve yoksul insanlarla ilişkilerini 1924’de ailesiyle birlikte Midilli’ye döndükten sonra yazar. 1932’de kitap olarak yayımlanır. Üç bin savaş esirinden yirmi üç kişinin sağ döndüğünü söylerken Alman Toplama Kamplarında duyumsar okur kendisini. Yaşam öyküsünden, 1943 yılında SS’ler tarafından da tutuklandığını, Yunan aydınlarının tepkisiyle özgür kaldığını okuruz. Yunan yazınını yurt dışına taşıdığı da savlanır ama taşıma Anayurdunu savunan yoksul bir halkı altsayarak olmamalıydı inancındayım. “ Binlerce Hristiyan evladı bu topraklarda kemiklerini bırakmıştı. Anaların gözyaşları hala akar durur.(y- 13”, “ Tam dört yüz yıldır boyunduruk altında Yunanlık…(y-31)” la başlayan romanda anlatılanları okurken Türk okurunun sorması gereken sorular yok muydu? Küçük Asya dediğin topraklara ne aramaya geldin? Kimin adına geldin? Güçlü devletler adına bilmediğin topraklarda sizi gül demetiyle mi karşılayacaklardı? Anayurdunu canı pahasına savunan yoksul Türk askeri senden daha mı az haklıydı? Doğduğun topraklardan doyunurken, varsıllık içinde yaşarken Rumluğunu özgürce yaşarken Yunanlığın usuna düşmemiş miydi? 15 Mayıs 1919’da sokaklarda Yunan Bayrağı sallarken Ayvalık doğumlu Anadolu insanı olduğunu bilmiyor muydun? Ayvalık’tan Kırkağaç’a giden Türk askeri uçakla mı gidiyordu? Ayakkabısız, giysisiz, aç, yokluk içinde, yağmurla, güneşle, soğukla ayakta kalmaya çalışan salt sen miydin? Türk halkı aynı günlerde nasıl bir dirlik düzen içindeydi? Başıboş bıraksaydı Yunan güçlerinin içinde silaha sarılmayacağını nereden bilirdi Türk askeri. İlias Venezis, kışkırtılmış duygularla bile yazsa da yüreğindeki insancıl akışı durduramadığından;


“Ustaya büyük ihtiyaç vardı. Memleket ta içlere kadar, kaçan Yunan tarafından yakılmış yıkılmıştı.(y-114)”, “ Yaşlı nine ayva ve ekmek verdi. Doktorun anasıyla babasını Yunanlılar öldürmüştü. Ama genç doktor beni tedavi etti.(y-142)”, “ Türkler bizi aralarına aldılar, yiyecek verdiler. Avladıkları yaban domuzlarını bize verdiler.(y-148), “ Anadolu gibi sakin ve tatlıydı.(148),Rumlar ve Ermenilerin Türkçe bilenleri Çavuş oldu. Kendilerini bizden ayrı tuttular. Bir derinin zor tutabildiği yara kabuğu gibiydik.(y-176), “ Manisa hepten yanmıştı. Köylüler 10-20 kuruşa bizden esir kiralarlardı.(176), “ Onların adaletsizliğinden dolayı özgürlüğün yok ediliyor, ayrılmış kalplerde süren ayrılık.(y-215)…” , gerçeklerini de sıralamaktan geri kalmaz.


İnsanlığın geçmiş erk ve çıkar hırsına kapılmış akçalı güçlerin önderlerince korkunç toplama kamplarını kurmuş; suçlusuna suçsuzuna bakmadan yüzlerce insan buralarda örselenmiştir. Geleceği karartılmıştır. Adını saymayı bile yüreğim dayanmaz. Okuduklarımızdan, görsellerden, anlatılardan edindiklerimizi düşündüğümde “Amele Taburu” piknik gibi geliyor. En azından yirmili yaşlarındaki genci savaş karmaşasında ölüp gitmekten kurtarmış, geleceğe bir yazın insanı bırakmış, dolaylı da olsa Yunan yazınının dünyaca tanınmasına yardımcı olmuştur. Romanın ilerleyen yanallarında savaşın usbilgisine (mantık) ulaşmıştır. Amele taburu tüm olumsuzluklarına karşın düşman gösterilen insanların birbirini anlamalarını, gerçek suçluyu tanımalarını, ilişkilerde yumuşamayı sağlamak bağlamında okul işlevi de görmektedir ki yazar; “Türkçe bilen Rumlar ve Ermeniler Çavuş oldu.”, “Kürtler Türklerin düşmanlarına dosttu.”, “Davranışları insanlığa sığmayan insanlar her ulusta vardı. Öfkesini dizginleyip insan olamayanlar da tanınmış oldu.” Tümcelerini yazma yetkinliğine vararak erdemi elden bırakmamıştır.


Türkiye’de ve Yunanistan’da Kıbrıs Barış Harekâtı günlerinin savaş çığırtkanlığı ortamına doğan kuşağın yazarlarının ilişkilere bakış açısı da bilsediğim yaklaşımlardan birisiydi. Dido Sotiriyu düşüncesinde olan yazar ve aydınlar Yunan toplumunu ne denli etkilemişti? Dimitris Sotakis,*** “Soluğun Mucizesi” romanıyla soruma yanıt vermekte gecikmiyor. “ Tüketim kültürünün bireyin yaşamında yol açtığı yıkımları iliklerimizde duyumsatacak” bir roman yazarak kuşağının ulaştığı noktayı göstermekte gecikmiyor. İnsanın doğuştan boyun eğmeye eğilimli yapısını, tüketim ekonomisinin dayatmalarına çözüm bulabilmek amacıyla teslimiyetçilikle buluşturup korkunun alaysamalı (ironi) tipini yaratıyor. Okurken tinsel, bedensel, düşünsel sıkıntı çektiğim, bırakamadığım romandan anladım ki; Ege’nin doğusu da batısı da gerçek düşmanı tanımıştır. İnsanlık adına savaşım verilecek gerçek düşman öğrenilmiştir. Özellikle Yunan halkı Avrupa Birliği günlerini yaşadığından bizden daha deneyimlidir. Yöntemimiz insanın insanca yaşaması için gerekli çabanın yaratılmasına yönelik girişimlerde birlikte olabilmektir.


Yaşadığımız yer kürede ne Yunanistan’ın ne Ege Denizinin ne de Türkiye’nin yeri değişir. İbn Haldun’un sözüyle “ Coğrafya kaderimizdir, tarihte”. Barışı ve kültürü siyasiler mi getirir? Barışı ve kültürel değerleri yaratmak aydın insanların özgün çabasıyla mı yaratılır? Kuşkusuz Türk ve Yunanistan halkına, aydınına geleceğin tarihi ağır bir yükü yüklemektedir. Öncelikle okur, yazar, aydın insanlar olarak geçeğin ayrımında olmalıyız. Yuna Türkün, Türk Yunan’ın kültüründen bilgili, sorumlu olmalı; gördüğü yayınlarda önemsemelidir. Bizim 1928 ve 1932 yılında yaptığımız dil devrimini, Yunanistan 1977’de yaparak yazın sorunlarımızın da bir olduğunu ortaya koymadılar mı?

Birbirimizi daha çok okumaya, anlamaya, paylaşmaya çalışmamız yazımda adını andığımız yazarlara gönül borcumuzu ödeme, geleceğe bir başlangıç olsun dileğimdir.


Ödemiş; 22 Şubat 2018

  • * Yeorgios Viziinos; Öyküler. İstos Yayınları-2015

  • ** Yorgos Theotokas; Leonis (Dünyanın Merkezindeki Şehir İstanbul 1914-1922. Çeviri: Damla Demirözü), İstos Yayınları-3. Basım- 2015

  • *** İlias Venezis; Amele Taburu Numero 31328 Roman.(Çeviri: Evdokia Veriopulu) Belge Yayınları-2015

  • ****Dimitris Sotakis; Soluğun Mucizesi. Roman, (Türkçeleştiren: Yılmaz Okyay) Belge Yayınları-2014

  • -----------------------

  • Berfin- Bahar Dergisi. Sayı:246, Ağustos 2018, s: 48-50






22 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page