top of page
1/2

Zaman Makinesinde Geçmişe Yolculuk

Güncelleme tarihi: 13 Oca 2023


İstanbul Boğazı'nın güneyinden batısına doğru uzanan, boynuz şeklindeki yapısından dolayı İlk Çağ’da Khrysokeras yani Altın Boynuz olarak anılan ve Avrupalıların “Golden Horn” olarak bildikleri Haliç semti İstanbul'un en sevdiğim köşelerinden biri. Ve bir yol arkadaşı bulduğumda gitmekten hiç yüksünmediğim buram buram tarih kokan bir semt.


Hatırlar mısınız bilmem, 1980'li yıllarda çok ses getiren, çok sevilen bir film vardı, dizi halinde çekilen. Steven Spielberg'in yönettiği, bir delikanlının kazara tam otuz yıl geriye, yani 1985 yılından 1955 yılına gitmesinin anlatıldığı GELECEĞE DÖNÜŞ filmi. Filmde çılgın profesör Brown ile Marty ismindeki delikanlı bir zaman makinesiyle geçmişe yolculuk yapıyorlardı. Çok güzel ve eğlenceli bir filmdi. Bugün ben de yol arkadaşlarımla geçmişe bir yolculuk yapayım istedim. Gerçi zaman makinesine binmedik ama daracık ve dik yokuşlu eski İstanbul sokaklarında gerilere, çok gerilere gittik...


Kadıköy vapurundan Eminönü'nde indikten sonra Haliç kıyısından yürüyerek Fener'e geldik. Fener’in o kimi yenilenmiş, kimi yıkılmaya yüz tutmuş evleriyle dolu daracık yollarına saptığınızda sanki bir film platosunun içinde buluyorsunuz kendinizi… Eski, yıkık dökük, virane evler; o evlerin arasına gerilmiş iplerde uçuşan rengarenk çamaşırlar, eli yüzü kir içinde koşuşturan çocuklar ve tüm o sokaklara sinmiş yoksulluk ve yoksunluğa karşın gülümseyen yüzler, ışıldayan bakışlar…


Fener'de ziyaret ettiğimiz ilk mekan 17. Yüzyıldan kalma Dimitri Kantemiroğlu'nun eviydi. Boğdanlı olan Dimitri Kantemiroğlu 14 yaşına geldiğinde Osmanlı Devleti babasını Boğdan beyliğine atar. Geleneğe uyularak genç Dimitri de 1687 yılında rehin olarak İstanbul’a gönderilir. Öğrenimini İstanbul’da sürdüren Dimitri, Rum Ortodoks Patrikhanesi'ndeki akademide antik Yunan ve Latin kültürüyle Bizans ağırlıklı Ortodoks kültürünü, Enderunda ise Osmanlıca, Farsça ve Arapça dillerini öğrenir. Osmanlı siyaset ve kültür çevreleriyle yakın ilişki kurar.

Çocukluğunda başlayan müzik ilgisi İstanbul'da da devam eder Dimitri Kantemir'in, Türk müziğine merak sarar. Padişah II. Ahmet zamanında Enderuna öğrenci olarak alınır. Yaptığı besteleri ve oluşturduğu nota sistemiyle Türk Müziği'ne büyük katkıda bulunur. Padişah da bu hizmetlerinden dolayı kendisine Fener'de koca bir saray bağışlar. İşte bu sarayın bahçesinde biraz nefeslenip kahvelerimizi içtikten sonra, ikinci durağımıza, buranın hemen üstünde bir kartal edasıyla Haliç'e ve Fener'e tepeden bakan "Kırmızı Mektebe" doğru tırmanmaya başladık. İstanbul'un en güzel yerlerinden birinde yer alan bu okul, gerek mimari yapısı, gerekse tarihsel değeri ile İstanbul’un en görkemli binalarından biri.


İstanbul’da faaliyet gösteren çok az sayıdaki Rum eğitim kurumundan biri olan bu okul, 1881'de mimar Dimadis tarafından, Fransa’dan getirtilen kırmızı ateş tuğlalarından yaptırıldığı için halk arasında “Kırmızı Mektep” diye de anılıyor. Okulun tarihi ise ta Fatih Sultan dönemine dayanıyor.


Okulun önüne geldiğimizde tırmandığımız merdivenlerden, çevredeki tarihi binalardan ve muhteşem Haliç manzarasından nefesimiz kesildi ama daha görecek yerlerimiz vardı. Zaman makinesiyle Kanuni Dönemine gidecek; onun, babası Yavuz Sultan Selim için yaptırdığı camiyi ziyaret edecektik.Yokuşu biraz daha tırmanmamız gerekiyordu.

Yokuşun sonuna geldiğimizde bir sokak ismi dikkatimizi çekti. Levhada "İsmail Ağa Sokağı" yazıyordu. Birden içinde yaşadığımız şu sıkıntılı günlerde çok duyduğumuz cemaatlerden birinin yaşadığı mahalleye geldiğimizi fark ettik. Zaman makinemiz karanlık bir dehlize girmişti sanki, bir başka boyuta geçmiştik.


Sokakta kara çarşaflı, hatta peçeli kadınlar, genç kızlar arzı endam ederken, başları sarıklı, cübbeli, sakallı adamlar fütursuzca dolaşıyordu. Sokakta oynayan küçücük kız çocuklarının bile başları örtülü, erkek çocukların başları takkeli ve sarıklıydı. Çeşit çeşit sarıkların, şalvarların, cübbelerin satıldığı onlarca dükkan vardı mahallede ve sokakların bir kısmının adları yine 1,2,3 rakamlarının eklendiği İsmail Ağa Sokağı idi. Neredeyse bizden başka normal kıyafetli kimsenin olmadığı sokakta, üstünde "Kur'an Kursu" yazan çok çok büyük bir bina dikkatimizi çekti. Kim bilir kaç bin öğrenci barınıyordu burada. Cemaat ve tarikatlardan bunca yüreğimizin yandığı şu günlerde bu manzarayı görmek, bu dehlizin içinden geçmek bütün neşemizi bir anda söndürdü ne yazık ki...


Son durağımız olarak geldiğimiz Yavuz Selim Caminin görkemli yapısı ve o güzelim Haliç manzarasını görecek halimiz bile kalmadı. Tedirgin ve biraz da ürkekçe yaptığımız ziyaretimizi bitirip bir an önce uzaklaşmak istedik oradan, çünkü orası İstanbul'un bizim bilmediğimiz bir başka yüzü idi, belki de İstanbul bile değildi... Yaklaşan akşam saatinin telaşı ve batan günün ışıkları arasında Karaköy'den vapurumuza bindik, biraz yorgun biraz bezgin bir şekilde... Vapurda bir şarkı takıldı dilme; " Ah! İstanbul İstanbul olalı hiç görmedi böyle keder" diyen. Düşündüm de son 20-25 yılda İstanbul neler neler kaybetmiş, tepesine ne çok mezar taşı dikilmiş, bağrına ne çok hançer saplanmış...

Aslında bu son satırlarda anlattıklarımla kimsenin inancını, dinini sorgulamak niyetinde değilim, ama İstanbul gibi bir şehrin göbeğinde, dini ve inancı böylesi çağ dışı görüntülerle yaşayıp, "Hz. Muhammed'in yaşam tarzını ve sünnetini" yerine getirdiklerini savunanların, çağın bütün teknolojik olanaklarını kullanmaları da son derece ironik geldi bana.


Umarım yaşananlardan ders alınır da yeni KANDIRILMALAR ALDATILMALAR ve ardından da AF DİLEMELER yaşamayız. Aydınlık günlere kavuşmamız dileğiyle...


Fotoğraflar: Nurten Bengi Aksoy

32 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/682
bottom of page